Ordu merkezli devlet örgütlenmesi sermaye güçleri tarafından arkasından itilen Erdoğan tarafından dağıtıldı. Ama yerine henüz yenisinin kurulamamış olması bir yana, egemen devlet fraksiyonları birbiriyle süreklileşmiş bir savaş halindeler. “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” bilinciyle davranıp devleti ayakta tutacak kadar ortaklaşabiliyorlar, ama aynı zamanda masanın altında birbirleriyle sürekli tekmeleşiyor, bir elleriyle tokalaşırken arkalarına sakladıkları öteki ellerindeki hançeri fırsatını bulunca saplamak üzere sımsıkı tutuyorlar. Öyle görülüyor ki, egemenlerin iktidar alanındaki politik öznelerinin hamleleri, koronavirüs üzerinden oluşan yeni ortamın çarpan etkisiyle daha hızlı ve daha yoğun yaşanmaya yazgılı
CIA bağlantılı bir araştırma kuruluşunun Amerikan devleti için hazırladığı bir raporun basına yansıyan bölümleri, Türkiye’nin zaten epey renkli olan kriz odaklı siyasal gündemine hızla bir darbe tartışmasını soktu.
Öyle bir siyasal tarihin içinden çıkıp geliyoruz ki herhalde kimse “Olmaz!” diyemez.
Ancak, artık ordu merkezli eski devlet yapısı içinde olmadığımıza göre, günümüz koşullarında darbe nasıl olacak? Devletin zaten iç sancılarla sarsılıp zorlandığı “devlet krizi” koşullarında darbe olabilir mi? Hangi güç darbe yapabilir?
Ya da diyelim ki bir egemen güç darbe yaptı, darbeyle ele geçirdiği iktidarı devletin ve toplumun kaosa doğru sürüklenme eğiliminde olduğu günümüzün kaotik koşullarında elinde tutabilir mi? Kim şimdi hayli yıpranmış hatta kısmen kaybolmuş olan devletin iç bütünlüğünü yeniden kurabilir?
Herhangi bir egemen gücün “darbe yapma” kapasitesi var mı?
Darbe yapma hayali kuran epey güç olduğundan emin olabiliriz. Hatta, günümüz koşullarında hemen bütün egemen güçler bir darbe hayalini bilinçlerinin bir yerlerinde gezdiriyor olmalıdır.
Gittikçe artan sorunlarla çözüm üretemeden sürekli boğuşan, çıkmaz sokaklarda boşa koşturan ve içinde çırpındıkları bataklığa gittikçe daha fazla gömülen egemen güçler, şayet uygun bir ortamda fırsatını yakalayabilirlerse iktidarı darbeyle ele geçirmek isteyecektir. Darbe hayalcileri, kördüğüm haline gelmiş sorunları bir kılıç darbesiyle kesinlikle çözeceklerinden ve buradan elde ettikleri güçle iktidarı kendi tekellerine alacaklarından emin olmalıdırlar.
Hatta isteğin ötesinde bu yönde hazırlıklar yapıldığından da emin olmalıyız.
İyi de kim yapacak, nasıl yapacak?
Ordunun zaten merkezinde konumlanıp her kurumuna bir biçimde elini uzattığı “eski” devlette, sanki doğalmış gibi kendiliğinden ve sürekli işleyen bir mekanizma darbenin altyapısını oluşturuyordu. Henüz emperyalizm/NATO tarafından yeterince içselleştirememiş bir ordu tarafından ve üstelik emir-komuta zincirini dışında gerçekleştirilen 27 Mayıs darbesi kısmen başka bir dinamiğin ürünüydü. Ama 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri artık ABD istihbaratı ve ordusuyla iç içe olan ordu odaklı iktidar alanı tarafından, emperyalizmin “onayı” alınarak ve zaten işleyen mekanizmanın “uyuyan” kimi gizli dişlilerini harekete geçirerek “rahatlıkla” yapılmıştı.
Öcalan’ın “darbe mekaniği” dediği olgu, hızla hedefine ulaşabilmesi için kendisine kolaylık sağlayan bir “devlet habitatı/yapısı” içinde hareket ediyordu. Darbenin ihtiyacı olan “şiddet” ise, zaten ordu odaklı gerçek iktidar alanının tekelindeydi.
İktidar alanı içinde elbette “kontrol dışı” kimi pürüzler olsa da o alanın bütünlüğünü bozan düzeyde bir parçalanma ve devlet fraksiyonlarının birbiriyle dalaştığı bir kriz yaşanmamıştı. Parlamentoya “kes sesini, otur yerine” denince onlar hemen susup sinerek ordunun önünü açıyor, şiddet esas olarak halka uygulanıyordu.
Bu sistem içinde, halk muhalefeti ne zaman kontrol edilebilir olmaktan çıkıp sistemi zorlamaya hatta sorgulamaya başlarsa, darbeyle iktidarı ele geçiren güçler tarafından işkence, suikast ve idamları da içeren alçakça metotlarla ezilerek geri püskürtülüyordu.
Sermaye güçleri ise, kendilerine çok yakışan bir tutumla, “şimdi sıra bize geldi” diye bağırıp çağırarak ve ağızlarından sular akarak ordu tarafından yere düşürülen halkı yağmalamaya koşturuyordu.
Evet, darbeyi kimin nasıl yapacağı, kimden onay alınacağı ve hatta hangi zamanlarda yapılacağı adeta belliydi!
Ordu merkezli devlet örgütlenmesi sermaye güçleri tarafından arkasından itilen Erdoğan tarafından dağıtıldı. Ama yerine henüz yenisinin kurulamamış olması bir yana, egemen devlet fraksiyonları birbiriyle süreklileşmiş bir savaş halindeler.
Evet, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” bilinciyle davranıp devleti ayakta tutacak kadar ortaklaşabiliyorlar, ama aynı zamanda masanın altında birbirleriyle sürekli tekmeleşiyor, bir elleriyle tokalaşırken arkalarına sakladıkları öteki ellerindeki hançeri fırsatını bulunca saplamak üzere sımsıkı tutuyorlar.
İşte, günümüz koşullarında, darbeyi kolaylaştıran ordu merkezli bir devlet yapısı olmamasına ek olarak, devlet içindeki egemen fraksiyonlar arasındaki farklılaşma da bir devlet krizi oluşturacak kadar derinleşmiş durumda. Fraksiyonlardan birisinin “darbesi” diğerleri tarafından kabul edilmeyebilir.
Alışılagelen “onay” mercii/ABD ise hem eski gücünde değil hem de bazı devlet fraksiyonları artık onun otoritesini kabullenmiyor.
Emperyalist dünya düzeni bir hegemonya krizi içinde olduğu için, yüzeysel bir bakışla “darbeci” güçlerin işleri “kolaylaşmış” gibi olsa da içine yerleşecekleri küresel ve dengeleri bulamayıp “boşluğa” doğru da sürüklenebilirler.
Ayrıca, kapitalizmin gelişmesi ve yaşanan toplumsal mücadelelerin bir ürünü olarak, kimi halk güçleri her şeye rağmen ayakta kalıp kendi haklarının peşinde koşturuyor.
Gezi’nin etrafında toplanan işçi sınıfının yeni bölükleri, Aleviler, doğa savunucuları ve kadınlar hala ve ısrarla özgürlük arayışlarını sürdürürken, işçi sınıfının sanayi işçileri bölüğü dağınık da olsa hareketlenme eğiliminde. Kürtler ise, devletle silahlı biçimi de kapsayan çok yönlü bir mücadeleyi sürdürüyor.
Devlet güçlerinin şiddeti halkın meşru hareketini bastıramıyor, bastıramadıkça da baskıya karşı mücadele içinde oluştuğu için özel bir tarzda yapılanan bir halk gerçekliğiyle yüzleşmek zorunda kalıyorlar.
Ülkedeki sermaye düzeninin ilk defa böylesi bir istikrarsız konumda sürekli sarsılıp zorlanarak ayakta kalmaya çalıştığını saptayabiliriz. Onlar, henüz ilk sarsıntılar başlayınca ordu darbesi tarafından “kurtarılmaya” alışmışlardı, gelin görün ki şimdi o “kurtarıcı” bir türlü gelmiyor, gelemiyor!
Kim, hangi güçle ve nasıl böylesi bir ortama kendisini dayatabilir?
Yola çıkması hadi “kolay” diyelim, yolda hedefine doğru ilerleyebileceğini kim önceden “garanti” edebilir?
Ya da bir biçimde başarıp iktidarı eline alabilse bile, hangi güç onu elinde tutabileceğini önceden kestirebilir?
Eh, herkes bilir, bu işler “fıtratı gereği” oldukça tehlikelidir.
İlkin, hareket halindeki halk güçleri öylesi bir ortamda daha da inisiyatif alırsa, “devleti koruma” refleksiyle harekete geçen rakip egemen fraksiyonlar tarafından “enselenme” ihtimalini ya da hatta halkçı bir iktidarın önünü açma olasılığını kim göze alabilir?
Ve ikincisi, böylesi bir kaotik ortamda şayet “kaybederse” hangi “darbeci” canını koruyabileceğini düşünür?
İşte, muhtemel darbeci adaylarının uykuları, bir yandan ihtiraslı ve heyecanlı darbe planları tarafından bölünürken öte yandan kifayetsiz muhterislerin ipte sallanan cesetlerini ya da 15 Temmuz liderlerinin hücrelerdeki soğuk yalnızlıklarını gördükleri kabuslarla da kesiliyor olmalıdır.
Aslına bakılırsa, şimdi iktidarda olan koalisyonun ana gücü AKP’nin Gezi’den itibaren ancak “darbeci” metotlarla orada kalabildiği belli değil mi? MHP ile ortaklaştığı zaman da ortaklar olarak “darbeci” kimliği “seçim hileleri” ve “katliam” düzeyine sıçrayan devlet şiddetiyle derinleştirerek sürdürdükleri açık değil mi?
Ya “Ergenekon” denilen ve aslında günümüzde bütünlük arz etmeyen eski “darbeci” devlet fraksiyonu iktidara yanaşınca ve Cemaat’le ortaklığı bozulunca zayıfladığı için AKP de onlarla kucaklaşınca, “darbeci” kimlik daha da derinleşmiş, yapısal bir zemine yerleşmiş olmadı mı?
15 Temmuz sonrası hızla kendisini gösteren devlet krizi, birbirlerine “düşman” olan devlet fraksiyonlarını “devleti kurtarma” zemininde ortaklaştırırken, aynı zamanda iktidarın “süreklileşmiş darbe” biçimindeki iktidar olma tarzını da güçlendirmiş oldu. Hem hesap verecekleri ciddiye alınır bir rakip egemen fraksiyon kalmadı hem de yeni ortak Ergenekon güçleri zaten “darbeci” bir genetiğe sahiplerdi.
Yani, ilk bakışta, ek bir darbeye gerek yok, iktidar Gezi’den itibaren zaten özel bir darbe sürecinin içinde konumlanıyor. Korumakla yükümlü oldukları anti-demokratik hukuk sistemini bile askıya aldılar, hukuk dışı bir keyfilik “hukuk” yerine geçmiş durumda.
Hatta, “faşizmin kurumsallaşma süreci” diye adlandırdığımız bu süreç içinde, iktidardaki koalisyon güçlerinin, devletin ve ulusun kaybolma eğilimindeki bütünselliğini, devleti ve ulusu faşist zeminde yeniden kurup örgütleyerek yeniden kazanmaya çalıştığını görüyoruz.
İşte, zamana yayılmış özel bir “darbe sürecinin” içindeyiz. Dolayısıyla, darbe eski biçiminde olmadığı için sanki yokmuş sanılıyor ve elbette darbenin yürütücüleri de bu “yanılsama” üzerinden sinsice ilerleme olanağını görüp kullanıyorlar.
İçinde olduğumuz “darbe süreci”, alışılageldiği gibi ordu merkezli ve yoğunlaşmış tek bir askeri hamleyle hayata geçirilmiyor.
“Sivil” bir merkeze sahip olan, gerektiği zaman orduyu da kullanan, ama devlet şiddetini daha çok polis, mahkemeler ve istihbarat üzerinden yürüten, bu şiddeti sürekli arttırıp çeşitlendirerek hep devrede tutan, ama aynı zamanda “sokakta” da “sivil güçler” tarafından desteklenen özel bir “darbe süreci” gerçekleştiriliyor.
V. Yaraşır’dan ödünç alarak kullanacağım bir deyimle, “jölemsi” bir iktidar tarafından yürütülen “jölemsi” bir darbe sürecinin içindeyiz; bir elleriyle hançeri saplarken diğeriyle çiçek bile sunabilirler. Halk darbenin üstüne yürüdüğü zaman gücüne bağlı olarak yol alabiliyor. Sertliğini ve çirkinliğini saklayan bir jöleyle kendisini kaplamış, sinsi ama kendi hedefine doğru yol almaktan vazgeçmeyen bir iradeyle yüzleşiyoruz.
Kalıcı olabilmek için “yanıltma” metoduna başvuran ve öyle değilmiş gibi davranan özel türden bir darbe ve onun inşa etmeye çalıştığı faşizmle tanışıyoruz.
Mümkün olduğunca sinsice ilerleyerek yol alıyor, farklı biçimlere bürünüp sonra hızla başkalarına dönüşebiliyor, devlet şiddetini “sonuna dek” değil “sınırlı” ama “sürekli” kullanıyor, devrimci faaliyeti bile engel olamadığı zaman kabul ediyor ama “tehlikeli” olma eşiğini aştığı anda sözüm ona uyguladığı hukuku falan yok sayarak ezmeye çalışıyor!
Evet, bu tarza yabancı olmak bir yana despotik tarihimizden epey alışığız, iyi biliyoruz; ama şimdi bu tarzın yoğunlaşıp kristalize olarak yeni bir faşist devlet kurmaya ve yeni bir faşist ulus inşa etmeye bilinçlice yönelmiş özel bir haliyle yüzleşiyoruz.
Farklı tarihsel zeminlerden ivme alarak yola çıkan ve farklı hedeflere doğru ilerlemeye çalıştıkları tarihleri tarafından farklı hatta zıt tarzda yapılandırılan koalisyon güçleri, hepsini var eden devletin varlığının zorlandığı günümüz koşullarında her ne kadar “zorunlu” olarak “ortaklaşmış” olsalar da, beraber yol aldıkça kendilerini aşıp kapsayan yeni tarzda bir faşizm tarafından belirlenip, “geçici” olduğunu düşündükleri ortaklığı kalıcı bir faşist iktidarın omurgası olarak inşa etmek zorunda kalıyorlar.
Birlikte yürünen faşizmin inşası yolu, ortakları daha kalıcı bir ortaklığa sürüklüyor. Koalisyon güçleri, her yerlerinden sarılıp sarmalandıkları koşullar içinde ayakta kalabilmek için ortaklaşa yaptıkları tarafından belirleniyorlar.
İşte, şimdi geldiğimiz güncel aşamasında, artık süreklileşen, gittikçe şiddetini arttıran, vuruş biçimini sürekli zenginleştiren, vurduğu alanları arttırıp daha geniş bir alana yayılarak neredeyse kendisinden olmayan herkese ayrım yapmadan sürekli vuran bir tarz üzerinden yürütülen iktidar olma biçimi, “darbe”” değil midir? Bu “darbe” zamana yayıldığı için ona “darbe süreci” denilemez mi?
Ancak, ayın karanlık yüzünde bambaşka bir gerçeklik daha kendisini var ediyor.
İktidar koalisyonundaki egemen güçlerin bir türlü çözemedikleri bazı “küçük” sorunları var:
Kürtler, Gezi odaklı toplumsal güçler ve sanayi işçilerinin hareketini bastıramıyorlar!
Ekonomik krizi aşamıyorlar!
Bölgede hegemon devlet olabilmek için yaptıkları kalıcı bir sonuç yaratamıyor!
Bütün bunların sonucu olarak hedeflerine doğru daha da ilerleyebilmek için ihtiyaçları olan toplumsal meşruiyeti ve onayı yeterince üretemiyorlar.
İşte, söz konusu “küçük” pürüzler faşizmi kurumsallaştırmaya yönelen “darbe sürecinin” hedefine varmasını engelliyor. Hedefine varamayan iktidar koalisyonu içinde gerginlikler çıkıyor, ortak yürüyüşün üstünü kapattığı farklılıklar yeniden güçlenecekleri bir ortama kavuşuyorlar. Ortaya çıkıp güçlenen “yenilgi” olasılığı farklılıkları kışkırtıyor, hatta “batan gemiden kaçış” dinamikleri harekete geçiyor.
“Batı” olarak kodlanan ABD-AB emperyalizminin ve yerli ortağı TÜSİAD’da yuvalanmış yerel sermaye güçlerinin “restorasyon” projesi olan İmamoğlu-Babacan ekseni işte tam da bu sancıların zorladığı sistemin seçeneği ya da çözüm gücü olarak kendisini var etmeye çalışıyor.
O noktada ama farklı darbe süreçlerinin de kendilerine alan açmaya çalıştıklarını görüyoruz.
Despotizmin içinde bilinç ve davranışları belirlenmiş egemen güçler, yürüdükleri yol onları çıkmaza/çıkmazlara sürüklediği halde, devlet ve ulus düzeyinde parçalanma eğilimleri güçlenerek yol aldığı ve böylesi bir durum her türden emperyalist müdahaleye alan açtığı halde, “başka türlü” egemen olmayı bilmedikleri için çareyi yine darbeci tutumlarda arıyor, “ortaklaşa” yapamadıklarını kendi özel “tekil” duruşlarını güçlendiren bir darbeyle başarmayı yokluyorlar.
Koalisyon ortakları tarihin içinden çıkıp gelen iki ana odağa ayrılıyor, sonra onlar da kendi içlerinde bölünüyor hatta MHP örneğinde olduğu gibi karşı odakla daha yakın ilişkiler kurabiliyor.
“Laik” ve “İslamcı” ayrımı iktidar koalisyonunun tam ortasındaki yarılma!
Türkiye’de kapitalizmin gelişme sürecinin henüz başından itibaren farklı egemen devlet fraksiyonları kendi toplumsal meşruiyetlerini “laik” ve “İslamcı” olmak üzerinden üretti ve etraflarındaki toplumsal güçleri tarihsel derinliğe sahip bu farklı tarihsel-toplumsal ya da ideolojik konumlanma içinde konsolide ettiler.
İşe bakın ki, günümüzün kaotik koşullarının yüklediği gerginlikler tarafından zorlanan iki kampta da şiddetli iç ayrışmalar yaşanıyor!
Kabaca bakacak olursak, Babacan “İslamcı-liberal” Davutoğlu “İslamcı-ulusalcı” yönde Erdoğan’dan ayrışırken, Ergenekon içinde de “Rusya-Çin” ya da “Batı” yanlısı olan iki kanat oluştu.
İşte, CIA’in raportörü ajansın hazırladığı rapordan anlıyoruz ki, bir yandan İmamoğlu-Babacan ekseniyle Erdoğan’ı terbiye etmeye ya da tasfiyeye çalışan “Batı” ve ortağı yerel sermaye güçleri, Erdoğan’ın dayatmalarına karşı ordu içindeki “Batı” yanlısı subaylarla da “başka” hazırlıklar yapmayı düşünüyormuş!
Cemaat isimli ajan örgütlenmesini zaten kontrolünde olan TC’nin içine sızdırıp güçlendirmekte epey başarılı olan, ama sonradan inanılmaz bir beceriksizlikle davranıp tasfiye olmasını çaresizce izleyen ABD, yüzsüzce ve alçakça yaptığı yeni hamlelerle yeniden yol almaya çalışıyor.
Emperyalizm ve yerel ortağı yerel sermaye güçleri, tümüyle kontrol edebildikleri yerel ortaklarına “Birleşin!” diyorlar.
“Sivil” güçler “restorasyon” projesi üzerinden Erdoğan tarafından inşa edilen yeni düzeni aşırılıklarından arındırarak ve “demokrasi” maskesiyle süsleyerek halka kabul ettirmeye çalışırken; aynı zamanda, pek de “gösterilmeyecek” başka ve “derin” düzenlemelerle “Batı” odaklı emperyalist işleyişle “nikah tazelenerek”, emperyalizm tarafından daha da içerden özel bir kapsanma sürecinin önü açılacaktır.
“Restorasyon” hamlesi, siyasal alanın hala bir biçimde süren biçimsel işleyişi içinde belki başarılı olabilir, ama seçimlerde hile yapmakta uzmanlaşan Erdoğan’ın “Ne yapayım, yenildim, buyrun artık iktidar sizin!” deme ihtimali neredeyse yok. O, iktidarın devri sonrasında başına neler geleceğini az çok tahmin ediyor olmalıdır.
İşte, ABD’nin öylesi bir duruma nasıl müdahale edebileceğini araştırdığı anlaşılıyor. Hazırlanan rapordan anlaşıldığına göre, “Restorasyon” sürecinin “silahlı güvenliği” ordu ve devlet içinde halen varlığını sürdüren “Batıcı” güçlerle sağlanacaktır.
Ancak, açıktır ki, bu güçler henüz kendileri olarak “çıplak” biçimde “sahaya” çıkma gücüne sahip değiller; halk güçlerinde birikmiş ve her an patlama potansiyeliyle dolu olan öfke ve toplumsal özgürlük arayışını ek güç olarak “kullanmak” isteyeceklerini tahmin edebiliriz.
Bu durumda, halk güçlerinin de öfkelerini ve özgürlük arayışlarını demokratik bir cumhuriyet hedefine kilitlenmiş ittifaklar kurarak stratejik ve örgütsel bir “bağımsız” duruşa kavuşturmaları acil bir görev olarak kendisini dayatıyor. “Restorasyon” projesine “eklemlenmek”, tam da şimdi kendi ihtiyaçlarını esas alan bir siyasal düzen kurma olanağı yakalamış olan halk güçlerinin, kendisinin değil sermayenin ihtiyaçlarının karşılanmasına hizmet etmesi anlamına gelecektir.
Ayrıca, Ergenekon güçlerindeki iç ayrışmanın bir ürünü olarak, yeterince güçlü olmasa da, “sol-laik” görünüme bürünebilen ama elbette Kürt düşmanlığında ısrar eden “Batı” karşıtı Avrasyacı bir devlet inisiyatifinin de devrede olduğunu hepimiz görebiliyoruz. Günümüzün kaotik ortamının ve dünyadaki hegemonya boşluğunun kendilerine verdiği fırsatları kullanarak inisiyatif kazanmaya çalışan bu güçler de “laiklik” ve “ulusalcılık” söylemleri üzerinden halk güçlerinin özgürlük arayışını “kullanmak” isteyecektir. Demokratik Cumhuriyet hedefli stratejik bir bağımsız duruşun böylesi arayışların da önünü keseceği açıktır.
Eh, herkes sırf kendisine ait bir “darbe” olasılığını da bir biçimde kendi “özel” hesaplarının içinde konumlandırıp “gizli” hazırlıklarını yapıyorsa, Erdoğan’ın da seyretmekle yetinmeyeceği açıktır. Onun da ülkeyi kendi durduğu yerden kendi bağımsız hedeflerine doğru sürükleyebilmenin binbir hesabını yaptığı-yapacağı açıktır. Hatta, bu türden “hesap” işlerinde özel bir yeteneğe sahip olduğunu önceden defalarca gördüğümüze ve elindeki devlet imkanlarını da bildiğimize göre, diğer heveslilerinden çok daha fazlasıyla “hesaplar” yaptığından emin olabiliriz.
Devleti esas olarak ele geçirip “şahsına” bağladığı yetmezmiş gibi, o bağladığı kurumlar içinde konumlandıklarını iyi bildiği “koalisyon ortaklarına” hiç güvenmediği için olsa gerek, ek olarak “Saray” odaklı bir “Paralel Devlet” kuran Erdoğan, söz konusu olan darbe fırsatıysa en hevesli ve en saldırgan bir güç olarak öne atılacaktır.
MİT ve polis teşkilatını kontrol edebilen, ordu içinde SADAT üzerinden inisiyatif alan, ağır silahlarla donatılmış SADAT’ın ordu dışındaki bağımsız örgütlenmesini tümüyle “Saray’a” bağlayan ve yine SADAT ve MİT üzerinden “İslamcı” on binlerce teröristi “kullanabilen” Erdoğan, aynı zamanda sokakları doldurduğu “Bekçi” elbisesi giymiş partili militanları ve bilinçlice silahlandırdığı diğer “sivil” güçleriyle, gelebilecek saldırıların sahiplerinin iradesini kırmak ve saldırı olursa da ezebilmek için etrafını ateşten ve çelikten “kale duvarlarıyla” örmüş durumda.
Etrafına inşa ettiği “Kale” aynı zamanda Erdoğan’ın korkusunu gösteriyor ve hepsi “parayla” çalışan bu güçlere özellikle kritik anlarda pek de güvenilemeyeceğini bilebileceğinden, onca “azamete” rağmen yine de pek “huzurlu” olmasa gerek!
Binbir gerilim ekseniyle her tarafından sarılıp sarmalanan Erdoğan, “geri dönebilme” eşiklerini epey aştığı için “Durmak yok, yola devam” demek zorunda.
Ancak, ileri doğru attığı her adımda etrafındaki gerilimler tarafından daha da fazla sıkıştırıldığı için, sürecin “boğulma” ya da “çözülme” ile sonuçlanma olasılığını da görüyor olmalıdır. Üstelik, iktidar ortaklarına hiç güvenmemesi gerektiğini, kendisinin onlar hakkında düşündüklerinden yola çıkarak saptayabilecek deneyime de sahip.
Tam da bu sebepten, bir yandan iktidardaki koalisyon güçleriyle “ortak” yürürken, aynı zamanda kendi “faşist-hilafet devleti” hedefine doğru bir biçimde ilerleyebilmenin manevralarını yapıyor, “ortaklarına” fiili dayatmalar yaparak “Erdoğanist İslam” zemininde faşist bir devlet ve toplum inşasının tuğlalarını döşeyip, duvarlarını örüyor.
Ortaklar arasında bir “kopuş” olur mu, bilemeyiz, kimsenin de kesin bir cevap vermesi imkânsız. Ancak, ortakların kendi “bağımsız” “Hilafetçi”, “restorasyon” ya da “Avrasyacı” hedeflerine fiili durumlar yaratarak yol almaya çalıştıkları belli olduğuna göre, farklı ya da zıt yönlere doğru yapılan bu çekiştirmelerin, koalisyon güçleri arasında bir “kopuş” olasılığı taşıdığını tespit edebiliriz.
İşte, şayet bir “kopuş” yaşanırsa, Erdoğan’ın şimdi etrafında bir “Kale” gibi konumlandırdığı ama aynı zamanda bolca fiili operasyonlar da yaptırdığı güçlerin hepsini, kendi bulundukları yerden ve kendi yapılarına uygun biçimde hızla harekete geçireceği açıktır. Böylesi bir “x” gününün ayrıntılı planlamasının yapıldığından bile emin olabiliriz. “Mehdi bekleyen” zatın, bu işlerle “görevli” olduğu anlaşılıyor.
İşte, Erdoğan’ın tıpkı devleti ele geçirmesine rağmen ortaklarına güvenmediğinden ve daha güçlü bir konum elde edebilmek için ayrıca “Saray” odaklı bir “Paralel Devlet” kurduğu gibi; başka bir zeminde de, koalisyon ortaklarıyla birlikte yürüttükleri özel bir “darbe süreci” içinde iktidar olurken, aynı zamanda zirveye “Halife” olarak kendisinin oturacağı nihai hedefi olan “Hilafet Devleti” yönünde bir farklı “darbe sürecini” daha ayrıca ve fiilen yürüttüğünü tahmin edersek, hayal mi görmüş yoksa artık çok iyi bildiğimiz Erdoğan tarzının “derin” bir okumasını mı yapmış oluruz?
Bu özel “Erdoğanist” darbenin aslında pek de gizlenmeyen “gizli” hazırlık faaliyetleri düzleminden ülkeye tümüyle hâkim olacağı bir konuma sıçrayabilmesi, kendisini bütün kollarıyla ve tüm gücüyle harekete geçirebileceği özel bir “momentumu” gereksiniyor.
Erdoğan’ın kimi “tuhaf” gibi gelebilecek hamlelerini öyle bir özel “momentumun” önünü açma girişimleri olarak da görebiliriz.
Başbuğ’un “yüzsüzce” savunduğu asker kişilerin askeri mahkemelerde yargılanmasını ortadan kaldıran ve onları da sivil mahkemelerde biz sıradan yurttaşlarla yargılanmasını düzenleyen yasayla Cemaat’in önünün açıldığı suçlamasına karşılık olarak “savcıları göreve çağırması” böyle bir hamle olarak görülebilir.
Başbuğ asker kişilere “yargılanmama” anlamına gelecek bir “ayrıcalık” talep ederken “yüzsüz” olmakla birlikte, Erdoğan’ın Cemaat’in önünü açtığı suçlamasında tümüyle haklı; ama elbette, madem söz buradan açıldı, başında olduğu ordunun gözünün önünde bir ajan örgütlenmesi tarafından ele geçirilmesini, sırf omuzlarındaki yıldızları hiçbir riske atmamak için onursuzca görmezden gelen de kendisi değil miydi?
“Al birini vur ötekine” deyip geçtikten sonra, Erdoğan’ın savcıları göreve çağırmasının ne anlama geldiğini vurgulamalıyız; evet, koalisyon ortaklarından birisi hapse atılmakla tehdit ediliyordu. Sonrasında “perdelerin arkasında” neler olduysa nedense savcılar harekete geçmedi. Ama tam da böylesi hamle ve özellikle de ona karşı oluşabilecek tepkiler, istenen momentumu sağlayabilirdi.
Sonrasında, Odatv’de çalışan gazetecilerin ve yine İYİP çevresinden olduğu anlaşılan gazetecinin hapse atılması da benzeri bir hamledir.
Erdoğan, ortaklarına doğru hamle yaparak açıkça onları karşı hamle yapmaya kışkırtıyor, acaba neden?
Keza, Suriye’de ve Libya’da olup bitenleri de başka gerekçeleri dışında ek olarak yine koalisyon ortaklarına doğru hamleler olarak da anlamlandırabiliriz.
Açık ki, sırf kendi iktidarını kurabileceği özel bir “momentum” arayışı içinde ve bu yönde başka hamleleri de beklemeliyiz.
Bu hamleler, hem artık sıkıştığını ve ne pahasına olursa olsun kendi yolunda yürümek için hamle yapma isteğini hem de koalisyondaki ortaklarına “hiza verme” isteğini gösteriyor.
Erdoğanist bir darbe için, onun olağanüstülüğünü ve uygulayacağı şiddeti normalleştirip meşrulaştıracak durumlara ihtiyaç olduğu anlaşılıyor.
Faşizmin iktidar yürüyüşü zaten her zaman bu tarzda olmaz mı?
Ancak, başka bir yazının konusu olsa da hemen belirtmeliyiz ki, toplumun yarısından çoğunu açıkça karşısında görecek böylesi bir “darbenin” başarılı olma şansı yok; ülkenin açık bir iç savaşa ve her türden emperyalist müdahaleye uygun bir ortam içine girmesinden başka bir sonuç üretemez.
Yine de, faşizmin iktidarlaşması böylesi durumlarda attığı-atacağı adımlar üzerinden olabilir, faşistler “puslu havalarda tuzak kurarak” yol alır; hile ve şiddet faşizmin alamet-i farikasıdır!
Bu yazı koronavirüsün gündemi belirlemesinden hemen önce yazılmıştı.
Sonrasında, erken seçim olasılığını ve Suriye’de yaşananları ele alan ek bir yazıyla mevcut ortamı egemen güçler açısından anlamaya çalışırken, son bölümde halk güçlerinin seçeneğinin ne olabileceğini tartışmaya çalışacaktım.
Ancak, bir anda gelen virüs her şeyi hükmü altına alarak gündemi belirledi.
Erdoğan’ın son açıklamaları ise, neredeyse her şeyin aynı kaldığı havasındaydı.
Öyle görülüyor ki, egemenlerin iktidar alanındaki politik öznelerinin hamleleri, virüs üzerinden oluşan yeni ortamın çarpan etkisiyle daha hızlı ve daha yoğun yaşanmaya yazgılılar. Virüsün yarattığı toplumsal gerginlik “perde” olarak kullanılacak ve arkasındaki “karanlık” alanda eski hesaplar yeni duruma uyarlanarak hayata geçirilmeye çalışılacak.
Virüs, zaten kaotik bir ortamda çırpınan Türkiye’de olağanüstü süreçleri harekete geçmeye çağırıyor. Sürecin akışında, sadece egemenler arası çekişmeler değil, sistemin iflasını canında hissedecek halkın öfkesi de belirleyici olacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.