Özgür Avrupa Birliği safsatasında yeni bir sayfa açılıyor. Dayanışmanın yerine ulusal çıkarlar öne çıkarılıyor. Avrupa’nın en keskin savunucusu Merkel’in tıbbi malzemelerin “yurtdışına satışını” izine bağlaması ve zor durumda olan İtalya’ya tıbbi malzeme satmaması, Almanya’nın ulusal çıkarlarının Avrupa çıkarlarının üstünde tutulması Avrupa Birliği’nde yeni bir döneme işaret ediyor
Almanya’nın iki büyük partisinin, yani Hristiyan Demokrat Parti (CDU) ile Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD), kendi dertleri ile uğraşmaktan sağa sola bakacak zamanları bile yoktu.
Yıllardır sürdürdükleri ırkçı yaklaşımları başka bir sağ partinin gelip onlardan daha etkin kullanması ile bu partiler tarihin sayfalarında yok olmaktan kendilerini nasıl kurtaracaklarının hesabını yaparken, Erdoğan sınırları açıyor, Korona Avrupa’yı teslim alıyor.
“2015 tekrar etmeyecek” çığlıkları ile aşırı sağ / ırkçı faşist parti AfD’nin önünü kesmeye çalışıyorlar. Oysa o partinin oturduğu zemini yaratanın kendilerinin olduğu gerçeğini üstünü örtemiyorlar. Yabancılar açısından değişen pek bir şeyin olmaması büyük partiler açısından geçerli değil. Partilerindeki ırkçılar saf değiştirirken peşlerine takılanları da birlikte götürüyorlar. Buna karşı yaptıkları her hamle ırkçı kesime taze kan sağlıyor. Yani kaş yapayım derken kendi gözlerini çıkarıyorlar.
Burada doğmuş büyümüş ve Alman vatandaşı olmuş kişileri hedef gösteriyorlar. Bu kişilerin gittiği nargile kafelere yüzlerce polisin katılımıyla düzenlenen operasyonlar, basında övünülecek bir şeymiş gibi yansıtılıyor ve toplumdaki ırkçı düşüncelerin pekişmesine sebep oluyor. Aramalarda ele geçirilen birkaç paket gümrüksüz tütün, savaş ganimeti olarak basına servis ediliyor. Sonuç: bir Nazi çıkıyor ve Hanau’da iki nargile kafeye saldırıp dokuz kişiyi katlediyor. Katil evinde annesini öldürüyor, kendini vuruyor. Gariptir, polis katliamdan birkaç gün sonra olayda kullanılan ve Nazi’nin kendini vurduğu silahı katilin arabasında buluyor. “Nasıl oluyor?” demeyin katil evde kendini ve annesini vuruyor sonra arabaya silahı bırakıyor ve eve geri dönüyor. Geniş kitleler bunun ne anlama geldiğini çıkaramazken Naziler devlet içerisinden destek aldıklarını anlayabiliyor.
Başka bir örnek 2016 Noel’inde bir kamyonla Noel pazarına dalıp 11 kişiyi katleden ve 55 kişinin ağır yaralanmasına sebep olan Tunuslu cihatçı Amri’nin ne DNA’sının ne de parmak izlerinin kamyonun içinde bulunabilmiş olması. İlginç bir ayrıntı daha, o da cinayetten sonra cihatçının kamyonda düşürdüğü cüzdanında da hiçbir iz bulunamamış olması. Derin devletin gerek ırkçı gerekse cihatçı saldırılarda işin içinde olduğu böylece tescilleniyor. Buna onlarca örnek daha gösterilebilir. Yukarıda bahsettiğimiz zeminin ne kadar kaygan olduğu ve hangi eylemin devlet tarafında hangisinin devlet destekli Naziler tarafından yapıldığı, aralarındaki sınırın nereden başlayıp nerede bittiğini belirsizleştiriyor. Bu anlamda gündemin acilen değişmesine ihtiyaç duyuluyor.
Ardı ardına çıkardıkları ucuz işgücü yasaları yanında işsizlik sayılarının yıllardır aynı düzeyde kaldığı servis edilse de günde 8 saat çalışırken yaşamlarını sürdürmek için devletten yardım alanların sayısı gitgide artıyor. 10 milyonun üzerindeki bu sayı işsizler istatistiğinden çıkarılıp rakamlar güzelleştiriliyor.
2015 yılında Almanya’ya gelen mültecilerle ucuz işgücü açığını büyük ölçüde kapatan sermaye devlete kalifiye işgücü konusunda baskılarını sürdürdü. Çıkarılan birkaç yasa gereğini yerine getiremeyince mart ayı başından itibaren ciddi değişikliklerle tekrar meclisten geçirildi. İşgücü piyasasını iş göçü ile allak bulak eden bu yasanın etkilerinin ileride sağcı ırkçı AfD’ye daha çok seçmen kazandıracağı kaçınılmaz.
Avrupa’nın diğer devletlerinde kalifiye işçiler uzun zamandır batıya göç ediyorlardı şimdi hedefte Avrupa dışından gelecek kalifiye işçiler var. Meksika başbakanı Almanya’nın Meksika’dan çalmak istediği hemşireler konusunda “Bu insanları biz yıllarca eğitiyoruz, siz hemşire eğitimi almış insanları yaşlılar yurtlarında bakıcı olarak çalıştırmak için alıyorsunuz” dedi ama hiç faydası olmadı. Alman sermayesinin kalifiye işgücü dediği şey aslında “Ucuz İşgücü”, başka bir şey değil. Sermaye ucuz işgücü açlığını Almanya siyasetine dayatırken yabancı düşmanlığının yükselmesini de beraberinde getiriyor. Irkçıların öfkesi ve şiddeti sermayeye değil, yabancılara ve mültecilere yöneliyor.
2015 yılında mültecilerin Almanya’ya gelmesi Merkel’in “başarırız” demesiyle toplumda “hoş” karşılansa da bu çok kısa sürdü. Köln’deki yılbaşı olaylar gerekçe gösterilerek toplumun çoğunluğu mültecileri suçlu ve bela olarak algılamaya başladı. Merkel ve koalisyon ortakları bunun hesabını seçimlerde aldılar. Artık ırkçılık gizlenemeyecek kadar sokaklara taşmıştı.
Polis, anayasayı koruma, gizli servisler ve orduya yerleşen birçok Nazi’nin varlığı uzun süre kimseyi rahatsız etmedi. Yabancılara karşı girişilen katliamlarda oynadıkları rol, sumen altı edildi. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı ve yeterince olgunlaşan Nazi yapıları meyve vermeye başladı. Yabancıların dışında CDU’dan bir politikacının Nazi(ler) tarafından öldürülmesi artık onların da hedefe oturtulduğu izlenimini verse de gelen sesler “Sahibinin sesi” olmaktan ileriye gitmedi.
Erdoğan rejimi, 2020 yılında askeri destek alamadığı Avrupa’ya mülteci şantajında bulunduysa da bu istediği sonuca yol açmadı. Avrupa her ne bahsine olursa olsun mültecileri almayacağını açıkladı. Toplumun sadece sol demokrat kesiminde alınan kararlara karşı bir direniş, biraz itiraz var. Ağırlık, sesiz kalma ya da umursamama eğiliminde. Sağcı, ırkçı, fasit AFD bile Merkel ve dostlarına alkış tutmaya başladı.
Topluma empoze edilen koronavirüs korkusu şu an sadece mülteci konusunu değil aynı zamanda sağın atılımları karşısında yaşam savaşı veren CDU ve SPD’nin geçici de olsa yardımına koştu. Bir ay önce yapılan Hamburg seçimlerinde geçmişte yüzde 30-40 oy alan CDU’nun yüzde 9’lara düşmesi daha hazmedilemeden gelen korona bu partinin gerçeklerle yüzleşmesini ileriye itti, ama ortadan kaldırmadı. Koalisyon ortağı SPD’nin Thüringen eyaletinde yediği tokadı CDU batının büyük bir şehrinde yemiş oldu. Yeşiller mülteci olayına olumlu yaklaşsalar bile, tabanını kızdırmamaya dikkat ederek, yarım ağızla açıklamalar yapıyorlar. Sol Parti (Die Linke) mülteciler konusunda en açık ve net tavır alan kesim olsa da bazı milletvekillerinin mültecilerin gelmesine kaygıyla bakmaları sol içinde eleştirilere neden oluyor.
Hemen her kentte birçok eylem ve yürüyüşler yapılıyor ve sınırların açılması isteniyordu. Bu eylemlerin artması beklenirken korona geldi ve onun bahanesi tüm eylemler yasaklandı. Günler ne getirecek göreceğiz. Kesin olan tek şey hangi sebepten olursa olsun korona ile ilgili rakamların abartılması. Panik yaratılması. Burada sokaklarda kimselerin dolaşmadığından, marketlerde rafların boşluğundan, insanların birbirlerine şüphe ile bakmalarından bahsetmeye gerek yok sanırım. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak da demiyorum, çünkü birçok insanın bu gelişmelerden ders çıkarmayacağı kesin.
Sermaye Avrupa’ya ve Alman devletine koronayı öne sürerek para musluklarının açılmasını dayatıyor. Yıllardır kemer sıkma politikaları ile biriken vergilere göz koyan ve koronadan çok önce devlette kendi ekonomik krizleri için yardım çağrısı yapanlar, maliye bakanının daha korona salgının başında (daha ne olacağı belli değilken) milyarlar tutarında sermayeye yardım yapılacağı açıklaması ile rahatladılar.
Bilindiği gibi 2008 krizinde bankalara 500 milyar yardım yapılmıştı. Bu sefer telaffuz edilen miktar 1 trilyon avrodan başlıyor ve sonu belirsiz. İnsanların banka hesaplarına bulunan paralarına 0,1 gibi komik faiz verilirken, sermayenin bu kasalarda biriken paralara iştahla bakması uzun süredir bilinen bir şey. Her on senede bir yaratılan krizler ile devlet kasalarını boşaltmak çoktandır istisna olmaktan çıktı. Bunun bedelini şu an korona salgını ile teslim alınmış, korkutulmuş bedelliler ödeyecek.
Açıktan yardım yapmanın yasadışı rekabetten dolayı gerek Avrupa ülkeleri gerekse ABD açısından sakıncalı olması korona bahanesi ile aşılmak isteniyor. Aynı şey Fransa için de geçerli. Yunanistan için geçerli kılınan ve ülkeyi altüst eden “Avrupa tedbirlerinin” söz konusu Fransa olunca bir kalemde silinmesi ve zamanında Yunanistan’a ve daha bir sene önce İtalya’ya dayatılan mali anlaşma maddelerinin yok sayılması bu ülkelerde nasıl karşılanır, ilerde göreceğiz.
Başka bir sorunda Bavyera başkanı Söder’in azından kaçırdığı, Alman Anayasası’nı değiştirmeye yönelik düşünceler. Yapılmak istenenin korona ile alakasının olmadığı bilinen bir şey. Otoriter bir rejimin inşası niyeti olarak değerlendirebileceğimiz bu önerinin içeriğine dair bir bilgi yok. Ama asıl olarak hükümetin meclisi dışarda bırakarak “özel durumlarda” bazı önlemler almasının önünü açma niyetinde olduklarını biliyoruz. Belki de Söder, Fransa başkanı Macron’un aylardır uğraşıp meclisten geçirmediği emeklilik yasasını korona günlerinde sorunsuz geçirmesini örnek alıyordur. Şu an yaşadığımız tüm önlemleri, getirilen yasakları hükümet ortakları zaten meclise danışmadan karara bağladılar. Zaten yasalarda böyle kararlar almaya herhangi bir engel yok. Daha geçen sene Söder, Almanya’nın en sert polis yasalarını Bavyera’da eyalet meclisinden geçirmişti. Anayasayı değiştirme söyleminin arkasında tam olarak ne saklanıyor, onu söylemek şu an mümkün değil.
İlginç olan başka bir mesele de “Avrupa kalesinin” “milli kalelere” dönüştürülmüş olması. Özgür Avrupa Birliği safsatasında yeni bir sayfa açılıyor. Dayanışmanın yerine ulusal çıkarlar öne çıkarılıyor. Avrupa’nın en keskin savunucusu Merkel’in tıbbi malzemelerin “yurtdışına satışını” izine bağlaması ve zor durumda olan İtalya’ya tıbbi malzeme satmaması, Almanya’nın ulusal çıkarlarının Avrupa çıkarlarının üstünde tutulması Avrupa Birliği’nde yeni bir döneme işaret ediyor. Ne özgür ticaretten bahseden var ne de sınırların kapatılmasına itiraz eden. Avrupa’nın kâğıt üzerinde kalan bir masaldan başka bir şey olmadığını ve zor zamanlarda dayanışmanın yerine ulusal çıkarların ağır bastığını gösteren bu gelişmeler gelecekte olacakların öncüsü olabilir. Çin ve Küba’nın İtalya’nın ve İspanya’nın yardımına koşması çok övünülen Avrupa için bir utanç tablosu. Yaşananlar yüzsüzlüğün daniskası.
Mülteciler için para ayırmayan Avrupa Parlamentosu, “ekonomi batıyor” feryatlarına milyarlarca avroluk yardımla yanıt veriyor. Kimi Avrupa devletleri de mültecilere karşı savaşmak için Yunanistan’a polislerini göndermek için yarışıyor. Almanya’nın yurtdışına silah satışları son yılda dört katına çıkıyor ama savaş mağdurlarına en basit yardımı dahi çok görüyor. Şu an gündeme oturtulan korona sadece bu konuların değil ajandada olan diğer konuların da geriye itilmesine ve hatta tamamen unutulmasına vesile olacak.
Almanya yukarıda sözünü ettiğimiz yeni Kalifiye İşçi Yasası ile açıklarını ne kadar kapatır bilemiyoruz. Baştan belli olan şey, sermayenin ortalık yatıştıktan sonra tekrar kapıların açılması için baskıya başlayacağı. Gerekli olan Kalifiye İşçi değil, Ucuz Kalifiye İşçi; bunu da unutmamak gerek. Ve her gelen mülteci ırkçılıkla karşılaşacak.
Şu an Avrupa’nın gündeminde sadece korona var. Toplum geçmişte sık sık yaşadığımız gibi ilerde başına geleceklerden habersiz. Medya da bunun böyle olması için elinden geleni yapıyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.