Gelişmeler ve sahaya ilişkin analizler birlikte değerlendirildiğinde genel kanaat, “Türkiye’nin bu son çıkışlarının bir stratejik hedefi olmadığı ya da hedefleri belirsiz bir stratejik hamle olduğu” yönündedir. Çünkü bu hamle, Suriye bataklığından çıkışı değil, adeta daha fazla saplanmayı garanti eden bir stratejisizliktir
Tayyip Erdoğan, “Her kim ‘Türkiye’nin Suriye’de ne işi var’ diye soruyorsa ya gafildir ya da taammüden bu ülkenin ve milletin hasmıdır” dedi ve Suriye yönetiminden, ordusunu TSK gözlem noktalarının gerisine çekmesini istedi. Hâlihazırda TSK’nin İdlip ve çevresindeki üç gözlem noktası ve bir geçici mevzilenme bölgesi Suriye ordusunun kuşatması altındayken, Erdoğan’ın bu sözleri söylediği sırada Tel Tukan’daki gözlem noktası da çembere alındı. Üstelik Rus savaş uçaklarının hava desteğiyle… Suriye ordusunun kuşatması altındaki TSK gözlem noktalarının sayısı beşe çıkmış oldu. Öte yandan Nusra Cephesi militanlarının bulunduğu Halep’in güneybatısındaki Han el-Asel çevresine yoğun bir operasyon gerçekleştiriliyor. Bu demektir ki Suriye ve Rusya operasyonları yoğunlaştırarak, Erdoğan’ın tehditlerine sahadan cevap veriyor.
Türkiye’nin Suriye ordusundan “Suriye topraklarından çekilmesini” istemesi ne anlama geliyor? Belli ki Türkiye, Suriye’ye intikal etmekle birlikte bu bölgenin kendi egemenliğinde olduğunu zannediyor ve bunu Soçi Mutabakatı gereği bir “hak” olarak görüyor. Oysa Soçi Mutabakatı çerçevesinde Türkiye’nin yükümlülükleri bellidir. 17 Eylül 2018’de bir araya gelen Erdoğan ve Putin, Halep’i Şam’a ve Lazkiye’ye bağlayan M4 ve M5 ticaret yollarını açmayı kabul ettiler. Ama bu yollar açılmadı!
Dahası Türkiye, mutabakat yükümlülüklerinin hiçbirini yerine getirmediği gibi, cihatçıların sahada daha çok güçlenmelerinin ve özellikle Nusra Cephesi’nin hâkimiyet alanını genişletmesinin tek müsebbibi olarak görülüyor. Çünkü Soçi Mutabakatı’ndan sonra;
-Silahsızlandırılmış bölge asla oluşturulmadı,
– Çatışmasızlık bölgeleri kurulmadı. Çünkü Suriye ordusuna ve Rus birliklerine yönelik saldırılar devam etti.
– El-Kaideci Nusra Cephesi asla silahsızlandırılmadı ve kuşatılmadı.
– Aksine Nusra Cephesi/HTŞ’nin İdlip’teki kontrolü yüzde 60’tan yüzde 90’a yükseldi.
– Cihatçı gruplar, açılması taahhüt edilen M4 ve M5 otoyolları üzerinde tam kontrol sağladılar.
– Türkiye’nin desteğiyle Nusra da dâhil, bölgedeki cihatçıların askeri gücü giderek büyüdü. Çünkü Türkiye’nin gözlem noktalarına yoğun askeri mühimmat taşımasına rağmen, hiçbir zaman “gerilimi azaltma amaçlı devriye” programı işletilmedi.
Sonuçta Türkiye, İdlip konusunda Rusya’ya verdiği taahhütlerin hiçbirini yerine getirmediği gibi cihatçıların saldırıları ve hâkimiyet alanlarını genişletmeleri üzerine harekete geçen Suriye ordusunu durdurmayı hedefledi. Suriye ordusunun M4-M5 otoyollarını açmak üzere kilit kavşaklara doğru ilerleyişini durdurmak için “gerekirse askeri güç kullanma” tehdidinde bulunan Erdoğan’ın bu çıkışından sonra Suriye’ye askeri sevkiyat yoğunlaştırıldı, konvoy hareketliliği genişletildi. Bunun sonucunda ne yazık ki Suriye topraklarından cenazeler geldi! Ve an itibariyle Erdoğan’ın, Suriye’nin kontrol ettiği alanlardan geri çekilmesi talebine sahadan yanıt veriliyor. Elbette ki Türkiye istiyor diye Suriye’nin özgürleştirdiği kendi topraklarından geri çekilmesi söz konusu değildir. Peki Türkiye’nin bu restleşmesi ne anlama geliyor? Rusya ara vermeksizin Suriye ordusuna hava desteği sunmaya devam ediyor. Amaç Soçi’yi bitirmekse, bunun Türkiye’ye hiçbir getirisi olmaz. Çünkü sorumluluğu üstlenilen bütün cihatçı gruplar bu sefer kapsamlı bir operasyonun hedefi olur. Bu durumda bütün cihatçıların topyekûn yönelecekleri tek alanın Türkiye kentleri olacağı açıktır. Türkiye ise bu cihatçı akışıyla baş etmek yerine Suriye ordusuna karşı bu cihatçı saflarda savaşmaya eğilimli görünüyor. Çünkü cihatçı akışıyla baş etmek demek, sınır güvenliğini en yüksek seviyeye çıkararak ülkeye girişleri engellemek demektir ki, Türkiye’nin bu aşamadan sonra bunu yapma şansı son derece düşüktür. Zira Suriye ordusunun operasyonlarına karşı bu son çıkışlar ve cihatçılara kalkan olma hamlesinden sonra, Nusra Cephesi de dâhil, sahadaki bütün cihatçı gruplar artık Türkiye’nin müttefikidirler. Öyleyse müttefiklerini karşısına almayıp onlarla aynı safta Suriye’ye savaş açmayı mı hedefliyor? Şu anda başta Erdoğan olmak üzere AKP’li yetkililerin açıklamalarından anlaşılan şu ki, Türkiye-Suriye savaşı kışkırtılıyor, hem de kanırta kanırta! Peki neden? Gelişmeler ve sahaya ilişkin analizler birlikte değerlendirildiğinde genel kanaat, “Türkiye’nin bu son çıkışlarının bir stratejik hedefi olmadığı ya da hedefleri belirsiz bir stratejik hamle olduğu” yönündedir. Çünkü bu hamle, Suriye bataklığından çıkışı değil, adeta daha fazla saplanmayı garanti eden bir stratejisizliktir. Esasında bunun bir intihar anlamına geldiğini ortalama bir devlet aklı bilir, eğer birileri tarafından “mucizevi” bir güvence verilmediyse!
Bu son karışıklıkta ABD’nin parmağı olduğu açıktır. Suriye ordusunun stratejik hedeflere doğru başarılı ilerleyişi devam ederken, Trump’ın Suriye Özel Temsilcisi Jeffrey’in birden bire İdlip’e ilgi duyması ve AKP’ye “gaz vermek” üzere Türkiye’ye gelmesi tesadüf değildir. Çünkü biliniyor ki, 2014’ten itibaren ABD ve müttefiklerinin sözde IŞİD’le mücadele sebebiyle yoğunlaştıkları Fırat’ın doğusu dışındaki cepheler, ilgi alanlarında değildi. Şimdi neden İdlip’e ilgi yöneldi ve Türkiye’den ne istediler?
Birincisi, Türkiye’nin Rusya ile stratejik müttefikliği giderek derinleşiyor; S-400 alımından Türk Akımı vanalarının açılması ve hatta Libya’ya, yani Doğu Akdeniz’e kadar uzanan bir ortaklaşma söz konusu. Bu yakınlaşma elbette ki ABD ve NATO’nun onayını almaz. O yüzden Türkiye ile Rusya arasındaki makası açmak, ABD ve NATO’nun arzu edebileceği şeydir. Bunun için ilk hedef, Rusya’nın yönettiği Astana/Soçi sürecini devreden çıkarıp, Suriye meselesini ABD’nin yönetimindeki Cenevre sürecine tahvil etmektir. Son cephe İdlip olduğuna göre, Türkiye’nin buradaki varlığı ABD için önem arz etmeye başlamıştır. Jeffrey, 10-11 Ocak’ta Türkiye’yi ziyaret etmiş; 30 Ocak’ta ise doğrudan TSK gözlem noktaları üzerinden niyetini açık etmişti: “NATO müttefiki olan Türkiye’nin İdlip’teki gözlem noktalarına zarar gelmemesi için durumu yakından takip ediyoruz.” Mesaj alınmıştı ve hemen yüksek perdeden teller gerilmeye başladı.
TSK konvoyunun hedef alınması sonrası verilen kayıplar en çok ABD’yi heyecanlandırdı. ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan “Türkiye’nin, kendini savunmak üzere Suriye rejimine yanıt verdiği tüm faaliyetleri destekliyoruz” açıklaması geldi. Gerçekte hedef alınan gözlem noktası değil, sürekli intikal emri verilen konvoydu. Yerel kaynaklara göre TSK konvoyları kuzeye, Serakib’e doğru ilerlerken birden intikalin yönü değişti ve batıya yöneldi. Rusya bu “kararsız intikaller” konusunda kendilerine bilgilendirme yapılmadığını açıkladı. Yani doğrudan hedef TSK gözlem noktası değil. Kaldı ki, o ana kadar TSK’nin dört noktası Suriye ordusunun kuşatması altındaydı ve şimdiye kadar bu noktalar hedef alınmadı. Niye şimdi olsun? Burada Türkiye’nin bile isteye bu şaşırtmayı yaptığına dair yorumlar az değil. Nitekim asker ölümlerinden sonra havuz medyasında Rusya’yı hedef alan ve NATO’yu müdahale etmeye çağıran sesler birden yükseldi. Öyleyse şu soru önem kazanmaya başladı: ABD’den İdlip’e yönelik bir müdahale “garantisi” mi alındı? Bu mümkündür. Ama ABD’nin müdahale sözü vermesi başka bir şey, bunun için saha koşullarının “müdahaleyi gerekli kılacak” hale gelmesi başka bir şeydir. Nedir bu? Açıkçası bunun adı ya bir kimyasal provokasyon ya da yeniden IŞİD tehdidi…
Kimyasal senaryolar üzerinde Rusya’nın uyarıları hep oldu. En son bir kimyasal mizansen için yine Hollywood tarzı çekimlerin dahi yapılmış olduğu yönündeki uyarısı oldukça ciddidir. Diğer yandan yedekte tutulan bir gerekçenin yine “IŞİD” tehdidi olduğu unutulmamalıdır. ABD’nin yıllarca samanlıkta iğne arar gibi peşinde olduğu IŞİD lideri El-Bağdadi’yi aniden eliyle koymuş gibi İdlip’te bularak sözde öldürmesi, keza IŞİD’in üst düzey yöneticilerini yine aynı bölgede “nokta vuruşlarla” hedef alması, doğal olarak “İdlip vilayetinin IŞİD için en güven bölge” olduğu yönündeki bir gerekçeyi güçlendirmeye yetiyor. Tam da TSK konvoyunun saldırıya uğradığının ikinci gününde ABD bir IŞİD raporu yayımlıyor. ABD’nin Ortadoğu güçlerinden sorumlu Merkez Kuvvetler Komutanlığı’nın (CENTCOM) açıkladığı rapora göre IŞİD, liderleri Ebubekir el-Bağdadi’nin öldürülmesinden etkilenmemiş, hala gücünü koruyormuş. Üstelik örgütün geriye kalan liderlik yapısı ve gizli ağları en çok Suriye’deki kırsal alanlarda varlık gösteriyormuş! Raporun ana vurgusu, “ABD’nin Irak’tan çekilmesinin IŞİD’in tekrar yükselişe geçeceği” ile ilgilidir.[1] Yani ABD’nin bölgedeki varlığını sürdürmesinin iyice zora girdiği şu dönemde Türkiye’nin Suriye’ye karşı savaşı tırmandırması, IŞİD tehdidinin tekrar gündeme gelmesi ne tesadüf!
Öyle anlaşılıyor ki, ABD bölgedeki varlığını sürdürmenin gayretiyle yeni bir hamle başlatıyor, ama tümüyle Türkiye üzerinden. Bugüne kadar yükümlülüklerinden dolayı Türkiye’ye hep tolerans gösteren Rusya’nın sabrının zorlandığına değinen Filistinli yazar Abdülbari Atvan’a göre; “Suriye, başından itibaren Amerika’nın Türkiye’ye tuzağıydı ve hala öyle.. Şimdi buna Libya tuzağı da eklendi ve Rusya her iki ülkede de ABD’nin rakibidir.” [2]
Tam da bu gerilimin arasında bir de Ukrayna gerilimi sıkıştırıldı. Nedense aniden Ukraynalı “Tatar Türkleri” geliverdi, tıpkı Libya hamlesindeki sıkışmışlıkta “Köroğlu Türkleri”nin akla gelivermesi gibi… Oysa bu Köroğlu Türkleri hikâyesi öyle anlatıldığı gibi bir şey değildi. Libya’da kendilerini Osmanlı mirasçısı olarak gören bir nüfus var. Bunlar, sadece Libya’da değil, Osmanlı egemenliği altına giren bütün coğrafyalarda Osmanlı adına savaşan ve yerellerde aile kuran askerlerin torunları olarak bilinen bir nüfus var ve bu nüfus sadece Libya’da değildir. Üstelik Osmanlı emrinde savaşan bu askerler tamamen Türk değil, Afrika ve Arap ülkelerinden Osmanlı savaşçıları da var. Libya’da bunlar “Kuloğlu” olarak bilinirler (“Osmanlıya kulluk ettikleri” gerekçesiyle kendilerine verilen isimden dolayı). Sayıları fazla olmamakla birlikte küçük aşiretler şeklinde yaşayan ve Kaddafi’ye karşı NATO müdahalesini destekleyen bu kesim, “Kuloğlu” yerine kendilerine, “Osmanlı kültürünü yaşatan Köroğlu Türkleri” denmesini tercih ettiler. İşin gerçeği Libya’da “Köroğlu Türkleri” diye bir nüfus yok. İkincisi kendilerini Osmanlı torunu olarak gören bu aşiretlerden radikal milis grupları içinde savaşan, AKP ile içli dışlı ilişkiler içinde olan ve şuanda Fayiz es-Serrac hükümetini destekleyen İhvancılar var. Zaten sözde bu “Köroğlu Türkleri’nin korunması” üzerinden Libya’ya müdahaleyi meşrulaştırma hamlesi şiştiği gibi söndü.
Türkmendağı efsanesi gibi sönüveren bu teori şimdi akla gelmeyen bir yerde, Ukrayna’da tekrar tezahür etti. Ne ki, ABD nerede varlık göstermek istiyorsa Türkiye oralarda hemen bir “Türk soydaşlarımız için ne gerekiyorsa onu yaparız” çıkışı geliyor. Abdülbari Atvan bu durum için “Ankara’da bu gerçeğin farkında olan bir aklın var olması” temennisinde bulunuyor. Gerçekten böyle bir devlet aklı var mı? Türkiye’nin kim için ve neden bu kemik kıran savaşlara girmeye heveslendiğini sormayalım mı? Türkiye’nin Libya’da ne işi var, Suriye’de ne işi var? Hele ki Ukrayna’da?
Ve de Suriye devletine “misliyle karşılık vermekte tereddüt etmeyiz” diyerek uğruna savaş tehditleri savurulan bu “dost unsurlar” kim? Orada El-Kaideci Nusra Cephesi ve türevlerine şimdi de bizzat ABD’nin bir raporla duyurduğu IŞİD var. Bu “dost” unsurlar için mi askerler ölecek?
Dipnotlar:
[1] https://stepagency-sy.net/2020/02/05/%d8%aa%d9%82%d8%b1%d9%8a%d8%b1-%d8%a3%d9%85%d8%b1%d9%8a%d9%83%d9%8a-%d8%af%d8%a7%d8%b9%d8%b4-%d9%8a%d8%ad%d8%a7%d9%81%d8%b8-%d8%b9%d9%84%d9%89-%d9%82%d8%af%d8%b1%d8%a7%d8%aa%d9%87-%d9%81%d9%8a/
[2] https://www.raialyoum.com/index.php/%D9%85%D8%A7%D8%B0%D8%A7-%D9%8A%D8%B9%D9%86%D9%8A-%D8%A7%D9%84%D9%82%D8%B5%D9%81-%D8%A7%D9%84%D8%B3%D9%88%D8%B1%D9%8A-%D9%84%D9%82%D9%88%D8%A7%D8%AA-%D8%AA%D8%B1%D9%83%D9%8A%D8%A9-%D9%81%D9%8A-%D8%B3/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.