Zihnimizi, bedenimizi, duygularımızı dört bir yandan saran olumsuzluklara, gözümüzün önünde yetkin olmayan pespaye insanların yükselişine, adil olmayan akademik alımlara ve gerçekten bilgiyi ölçmeyen sınavlara rağmen istediğimizi almak için mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz. İstediğimizi de elbet bir gün alacağız. En nihayetinde Dostoyevski’nin söylediği gibi: “Mücadele insanı yüceltir, alçaltmaz”
Türkiye’de, akademik kariyer isteyen insanların çektiği çileleri birçok insan görememekte, küçümseyebilmekte yahut bahsettiğimiz zorlukları abarttığımızı düşünebilmektedir. Fakat durum düşünüldüğü gibi değildir! Bu bağlamda, ben de bu yolda ilerleyen bir birey olarak yüz yüze geldiğim sıkıntıların yalnızca bende kalmasını istemedim ve bu durumu yazıya dökme ihtiyacı duydum. Dedim belki benim gibi zorluk çeken insanların az-çok sesi olurum ve ayrıca içimdekileri yazıya dökerek rahatlarım.
Evet, akademi yolu zordur. Bu süreçte kendini okumalar ile doldurman ve öğrendiklerini bir düzene sokup olgunlaştırman gereklidir. Çıkmazlara girdiğinde sabırlı olmayı bir yaşam düsturu haline getirmen lazımdır. Öğrendiğin bilgileri zihninde bir düzene soktuğunda da bunları anlaşılabilir ve akıcı bir şekilde aktarman önem arz etmektedir. Dolayısıyla bu anlatılanları yapmak sıkı bir çalışma ve disiplin ister. Sadece sıkı bir çalışma ve disiplin ile olacak bir şey değildir elbette, yaptığın bu işi “sevmen” de önemlidir. Ayrıca, saydıklarım kadar önemli olan bir şey daha vardır ki onun ismi de “para”dır. En nihayetinde bu yolu zevkli, çekilir ve sürdürülebilir kılan temel iki şey söz konusudur: Biri “işini sevmek”, diğeri “para”… Belki buna itiraz edenler olabilir ama salt sevgiyle olacak bir iş değildir bu arkadaşlar! Paranın, “bir toplumsal iktidar biçimi”[1] olduğu toplumlarda, onun hayati öneminden kendini azlederek bir yaşam biçimine bürünmek çeşitli engellerle karşılaşmak demektir. Bu nedenle paranız yoksa engellerle karşılaşma yüzdeniz olumsuz biçimde artar ve veriminiz düşer; isteğiniz azalır, motivasyonuz kırılır. Hele Türkiye gibi ekonomik koşulların sürekli olumsuz sularda yüzdüğü ülkelerde hayatlarımızı kâbusa bile çevirir. Anksiyete, depresyona sürükler. Bir yandan sevdiğimiz işi yapma hayalleri, diğer yandan yaşamımızı idame ettirebilecek parayı kazanma ihtiyacı arasında gidip geliriz. “Akademiyi bırakıp özel sektöre mi başlasam, yoksa hem okuyup hem çalışsam mı?” diye kara kara düşünürüz. Çalışırken okumak da pek kolay değil takdir ederseniz. Hele ki ilgi alanında ağır kitaplar okuyorsanız bu daha da boğucu bir hale bürünebilir.
Sosyal hayat mevzusu ise ayrı bir can yakan noktadır. Hepimiz biliyoruz ki “çalışma delisi” insanlar, akademi için çabalayan (henüz kadro almamış) insanlara sosyal hayatı/eğlenceyi çok görür. Oysa maddi imkanlarımız kısıtlı olduğu için sosyal hayatlarımız da kısıtlıdır fakat yine de çok görülür ufak kaçamaklar. Eğlence senin neyine bakışlarıyla hem ruhumuzu hem de bedenlerimizi süzerek bunu bizlere açıkça da hissettirirler! Sanki Asketik (çileci) yaşam tarzı bize reva görülür, bedeni yadsımak yerine bedeni sevecek, benliğimize coşkunluk katacak etkinlikler ile kendimizi yenilememiz lüks görülür. Bu işçi sınıfı ve hizmet sektöründe çalışanlar için de geçerlidir. Aslında parası bol olan üst sınıfın, parası az miktarlarda olan alt sınıflara reva gördüğü bir hayattır bu. Çünkü “rekabet” gibi bir düsturun hâkim olduğu kapitalizmde, parası olanlar, parası olmayanların, paralarının olmamalarının nedenlerini “haksız/dengesiz/adaletsiz gelir dağıtımından” değil de, salt rekabet ortamındaki rollerini yerine getirememekten, yani “kendi başarısızlıklarından” kaynaklandığını inandıracak mitler/değerler yaratır. Devletin ideolojik aygıtlarıyla, bilhassa kitle iletişim araçlarıyla da bu mitleri sürekli sosyal alanlara yollar ve istediği anlam bütünlüğünü pekiştirir. Böylece alt sınıflar arasında parası olmayan bireylerin büyük bir kısmı, hayati ihtiyaçlarını giderecek ürünlerin/etkinliklerin dışındaki tüketimlerine hak etmemişlik hissiyle bakar ve yadırgamaya başlar. (Yadırgaması için bütün kültürel kodlara maruz bırakılır.) Hatta bir kısım özneler bunu o kadar çok içselleştirir ki eline para geçince aynı tahakkümü bir zamanlar dahil olduğu sınıfa uygular. Arkadaşlarına, komşusuna, kardeşine, akrabasına dahi uygular. Çevremize baktığımızda bunun örneklerini çok görürüz. Özellikle Türkiye’de, daha yeni akademi kovalamaya başlamış; ama henüz kadro almamış, bu yüzden de düzenli bir geliri olmayan insanlar üzerinde bu baskı daha fazla hissedilmektedir. “Sen hala okuyor musun?! Oku oku nereye kadar?! Okuyup da alim mi olacaksın başımıza?!” gibi yarı alaycı, yarı üstten bakışlı sorularla da bu tahakküm sürekli pekiştirilir. Onlara göre böyle kişilere “sosyal hayat” vakit kaybıdır, yaşamdan bir tat alacak etkinliklerde bulunmak gereksizdir. Oysa bilmezler ki ara sıra haz alacağımız etkinliklerde bulunmak stresimizi azaltır ve böylece uğraşta bulunduğumuz disiplinle ilişkimizi daha verimli kılar. Ruhumuzu, zihnimizi yeniler. En nihayetinde haz, yaşamlarımızı verimli kılmak için en çok aradığımız dürtülerden biridir. “Zevk elde etmeye çalışmak, acıdan kaçınmak organik dünyanın genel gerçeğidir. (Başkaları buna yasa diyecektir.) Hatta yaşamın özü budur.”[2] Ekseriyetle antik çağın materyalist ahlak anlayışında da aynı durum söz konusudur. İnsanın en temel arayışı olarak lanse edilen haz ve mutluluk kavramı, o dönemlerde ‘iyi/iyilik’ nosyonlarıyla eş tutulmuştur.[3]
İşin diğer tarafına baktığımızda ise; akademi, egoları yüzünden öğrencilere çileler çektiren hocalarla, önemli makamlarda tanıdığı olduğu için kadro alan ‘X’ler ve paralarıyla tez yazdırıp kadro alan ‘Y’lerin dolduğu fakat aklıselim, eleştirmekten çekinmeyen aydın akademisyenlerin azaldığı konuma sürüklenmiştir. Her daim “özgür düşünceyi” savunan akademisyenlerin ötekileştirilip ihraç edildiği ortamlara dönüştürülmüştür. Haksız hukuksuz gerekçelerle uzaklaştırılan yetkin/donanımlı akademisyenlerin yerine aklı fakir, biat kültürü zengin kitleler yerleştirilmiş ve akademinin sorgulayan/eleştiren kesimleri saf dışı bırakılmıştır. (Saf dışı bırakılmayanlara da devamlı mobbing uygulanmaktadır.) Nitelik düşmüştür! Üniversitelerin temel dinamiği olan “sorgulamak/eleştirmek” düsturu güçsüzleştirilince de üniversiteler varoluşsal amacından saptırılmıştır.
“O zaman sen de başka iş yap arkadaşım, bir tek akademisyenlik mi var sanki? Bu kadar serzenişte bulunuyorsan devam etme!” diyenleri duyuyor gibiyim. Lakin bu iş o kadar basit değil! Sırf belirli bir grubun çıkarları çerçevesinde yozlaştırılmıştır diye hayalimiz olan meslekten vazgeçecek değiliz! Ara sıra ikilemlere düşebiliriz fakat pes etmenin anlamı yok. Zaten bu yazıyı da bir anlamda yaşadığımız sıkıntıları dile getirmek için yazdım. Pes edeceğimiz anlamı çıkmasın! Mamafih adil olmayan, liyakati es geçen, haksızlığın diz boyu olduğu bu ortamın rezilliklerini dile getirmeden yolumuza devam edecek de değiliz! Mücadeleni sürdürürken karşına belirli ideolojilerin hegemonyası çerçevesinde çıkarılan engelleri dile getirmen, bunları açığa çıkarmaya çalışman da bir mücadele yöntemidir. Bu mücadeleyi yazı yazarak sürdürebilirsin, sokaklarda haykırarak, pes etmeyip istediğin bu alandaki çabalarını yükselterek, inadın ile karşılarına sürekli çıkıp dikilerek de sürdürebilirsin. Evet, zaman zaman motivasyonumuz kırıldığı için duraksayabiliriz, yenilebiliriz ama inadımız ile mücadeleye devam etmeliyiz ve mücadelenin türlü yollarından birisini seçip tutunmaya gayret göstermeliyiz. Diyor ya Lenin “yenilgi yılları, iyi bir okuldur” diye, işte bu okuldan ders çıkarıp umudumuzu diri tutacağız. Düşüp sakatlandığımızda; “elimize umut denen o en eski ve en dayanıklı bastonu”[4] alıp yolumuza devam edeceğiz. Kartlar, iktidar ilişkilerinin çirkin etkileşimleriyle hileli dağıtılmış olabilir, o zaman da kulağımızı Jack London’a vereceğiz: “Hayat iyi kartlara sahip olma değil, bazen kötü bir eli iyi oynama meselesidir.”
Sonuç olarak; zihnimizi, bedenimizi, duygularımızı dört bir yandan saran olumsuzluklara, gözümüzün önünde yetkin olmayan pespaye insanların yükselişine, adil olmayan akademik alımlara ve gerçekten bilgiyi ölçmeyen sınavlara rağmen istediğimizi almak için mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz. İstediğimizi de elbet bir gün alacağız. En nihayetinde Dostoyevski’nin söylediği gibi: “Mücadele insanı yüceltir, alçaltmaz.”
Dipnot:
[1] Harvey, D. (2012). Sermayenin Sınırları. (Çev. U. Balaban), Tan Kitabevi Yayınları, Ankara.
[2] Kropotkin, P. (2013). Anarşist Ahlak. (Çev. I. Ergüden), Kaos Yayınları, İstanbul.
[3] Teber, S. (2003). Doğanın İnsanlaşması. Say Yayınları, İstanbul.
[4] Hasan Ali Toptaş (2019). Bin Hüzünlü Haz. Everest Yayınları
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.