“Fatih Öktülmüş, Türkiye devrimci hareketinde yeterince bilinmeyen, tanınmayan büyük bir önderdi. İnsani özellikleri ile efsane direnişleri ve masal gibi yaşanmışlıklarıyla adeta bir roman kahramanıydı. Fatih cesur, atılgan, savaşmayı iyi bilen bir yöneticiydi. Beyniyle, yüreğiyle, siniriyle, kanı ve canı ile savaşırdı… Dünü öğrenmeye, bugünü anlamaya, yarını öngörmeye özel önem veren, seçkin bir komünistti”
Ne tek bir Tarih var ne de Bellek. Hafızaların nasıl biçimlendiği fazlasıyla önemli. İktidarlar çoğu zaman hegemonyalarını yaptıkları zulmün üstünü örten yalanlarla kurabiliyorlar. Toplumlar da genelde bu yalanların yeniden üreticisi olmaktan coşkunluk dahi duyabiliyor. Böyle bir toplumun kahramanlarının Raci Tetikler, Esat Oktay Yıldıranlar ya da bugün Türkiye’de hüküm süren rejim adına Suriye’de katliam yapanlar olması elbette tesadüf değil.
Fakat bir de bizim kahramanlarımız var! Onların, zulmün karşısında direnenlerin, hatıradan öte bugüne taşıyabileceğimiz devrimci değerlerin tarihi var!
Fatih Öktülmüş adını ilk kez 80’li yılların ikinci yarısında yayımlanan bazı dergilerin sayfalarında gördüm. Diğer ölüm orucu direnişçileriyle birlikte anılıyordu. Daha sonra giderek azalan bir biçimde de olsa o günlere dair yazılan yazılar, kitaplar ve yeni direnişlerde onun da adı geçti, anımsandı.
Yakın zamanda yayımlanan Benim Adım Dilaver-Mehmet Fatih Öktülmüş Kitabı (Oktay Duman-Ufuk Bektaş Karakaya/Ayrıntı) bu durumu değiştirdi, en azından benim açımdan. Fatih Öktülmüş hakkında önce bildiğimi sandığım şeylerin epey eksik olduğunu fark ettim. Elbette kitap sadece bir kişinin, dönemin bir “kahraman”ın değil aynı zamanda devrimci siyasal atmosferin bir yönünü resmetmesi açısından da önemli. Geçmişte olanları anımsamayı sadece bir nostalji olarak algılamadığımız sürece bütün bu emekler, direnişler hiç kuşkusuz boşa gitmiş olmayacak.
Ayrıntı Yayınları-Yakın Tarih Serisi’nin geçmişin daha iyi anlaşılması için teşvik edici bir rol oynadığının burada altını çizmeliyim. Başka yayınevlerinin de bu tür çalışmaları var. Bu emeklerin, kitapların geleceği şekillendirirken yeni perspektifler açması anlamında olumlu karşılıklar görmesini umuyorum.
Fatih Öktülmüş Kitabı’na ve geçmişe biraz daha yakından bakmak için kitabın yazarları Oktay Duman ve Ufuk Bektaş Karakaya ile aşağıdaki söyleşiyi yaptım.
Önce kitabın hazırlanma süreciyle başlayalım. Bu kitabı hazırlarken aynı konuda bir dokümanter film de (Hoşçakalın Arkadaşlar) yapıldı. Sanırım bazı doğal zorluklarla da karşılaştınız, daha önce birlikte çalıştınız mı bilmiyorum, nasıl bir işbölümü yaptınız, iki farklı kuşaktan olmanın, ortaklaşa uğraşmanın sıkıntıları oldu mu? Bunun dışında konuşmak istemeyenler ve engellemelerden de söz ediyorsunuz, neden bu tür şeyler oldu, bunu biraz anlatır mısınız?
Ufuk Bektaş Karakaya: Yıllar önce Oktay’ın kafasında örgütten kopunca Fatih’i yazmak düşüncesi vardı. Örgüt yöneticileri, “Fatih’i yazmak ona mı kaldı” diye tepki gösterip yardımcı olmayınca çalışmadan geçici olarak vazgeçti. Benim kafamda ise Fatih’in belgeselini yapmak vardı ama illegal yaşamın doğal bir sonucu olarak elimizde belge, görüntü, resim vb. hiçbir şey yoktu. Projeyi sürece bıraktık. Yıllar sonra tekrar gündemimize alıp üç yoldaş kolektif olarak kitabı birlikte hazırlama kararı aldık. Diğer arkadaşımız işin henüz başında, hiçbir gerekçe göstermeden bu çalışmadan ayrıldı. Bunun üzerine kitap çalışmasına ikimiz başladık. Buradan çıkacak dokümanlardan sonra da belgeseli gündemimize alacaktık. Kitap çalışması son aşamaya geldiği dönemde tesadüfen yan yana geldiğimiz, bu alanda bilgi ve donanım sahibi aynı zamanda bir yoldaşımızın kızı olan Eylem Işık ile filmin hem yapımını hem de yönetmenliğini üstlenerek birlikte çalışmaya karar verdik. Tamamen kendi olanaklarımızla ve Fatih’in yoldaşları ve dostlarının katkılarıyla filmi bitirebildik.
Filmin yapımında da kitabın hazırlanmasında da birçok zorluklar ve engellemelerle karşılaştık. Önce bizi küçümsediler, çalışmanın ilerlediğini fark ettiklerinde ise özellikle bir çevre, filmi ve kitabı ticari kaygılarla yaptığımızı, “Fatih’i sömürdüğümüzü, kendimizi pazarladığımızı” iddia ederek konuşacakları, röportaj yapmak istediğimiz kişileri, “uzak durun, muhatap olmayın” diyerek telefonla uyararak, önümüzü kesmeye çalıştılar. Hatta örgütlü olmadığımız için, “Fatih’i yazamayacağımızı, belgeselini çekemeyeceğimizi söyleyerek” tehditlerini sürdürdüler. Hala da tehditlerini sürdürmektedirler.
Oktay, 90 kuşağından, belgeselin yönetmeni Eylem Işık ise ondan da genç. Oktay’la yurt dışında uzun yıllar birlikte çalıştık. Birbirimizin yeteneklerini iyi biliyorduk. Ortak akıl kullanmayı öğrenmiştik. Eylem’i ise çocukluğundan bilirdim. Ama gençlerle çalışmak hem zevkli hem de verimli. Bizim kuşağımızdakilerle birlikte bir şeyler yapmak çok zor, alışkanlıklarından vazgeçmiyorlar, bildiklerinden şaşmıyorlar, yeniye kapalılar. Bu nedenle kitap ve belgesel çalışmasında gençlerle birlikte bir şeyler yapmak inanılmaz zevkli ve verimli geçti. Kitap çalışması benim ağır sağlık sorunum çıkınca büyük oranda Oktay’ın üzerinde kaldı. Ben de belgeselin yapımını ve danışmanlığını üstlenmiştim, filmin yönetmeniyle de son derece uyum ve anlayış içinde çalıştık.
Oktay Duman: Sözlü tarih çalışması metoduyla kaleme alınan bir çalışma “Benim Adım Dilaver”. Bu tür çalışmalarda kabaca çalışmanın genel çerçevesi, hedefi belirlendikten sonra görüşmeniz gereken isimler kendiliğinden şekillenir. Ele aldığınız konuyla ilgili sağlam bir ön okuma, araştırma yapmış olmak sizi doğru isimlerle ve sorularla buluşturur. Daha önce de benzer çalışmalar yapmış biri olarak neredeyse öngöremediğimiz hiçbir zorlukla karşılaşmadık. Tehdit ve engelleme çabaları bir yana esas zorluğu yaşamı ve arkasında bıraktığı yaşamıyla örnek bir komünist, aynı zamanda çok yönlü seçkin bir devrimci olarak gördüğümüz Fatih’i hak ettiği biçimde nasıl anlatacağız, nasıl bir gözle ele alacağız noktasında yaşadık. Fatih’i doğru anlatmak kaygısının verdiği sorumluluğun ağırlığını çalışmanın sonuna kadar hep omuzlarımızda hissettik. Birbirini neredeyse 25 yıldır tanıyan, taşıdığı potansiyeller ve yetenekleri hakkında fikir sahibi olan iki yoldaş olarak, bunun verdiği avantajı sonuna kadar değerlendirdik. Ufuk Bektaş Karakaya, 1984 yılında gerçekleşen ölüm orucunun hem direnişçilerinden hem de yaşayan az sayıdaki tanıklardan biridir. Bu bize Fatih’in son günlerini birlikte geçirdiği birinin dilinden okuyucuya aktarabilme olanağını sundu.
Dört sene önce ilk defa yan yana geldiğimizde projenin önce düşünsel çerçevesini çizdik. Ardından sıra o kuşaktan konuşabileceğimiz isimlerin belirlenmesine geldi. 128 kişiden oluşan geniş bir liste üzerinden kim kiminle konuşacak, Türkiye’nin ve Avrupa’nın dört bir tarafına dağılmış olan kişilerle nasıl iletişim kuracağız, özellikle hangi soruları soracağız gibi bir dizi ön hazırlık yaptık. Aynı dönemde o güne kadar Türkiye tarihinin en büyük siyasi soygunu olarak kayıtlara geçen Denizli Ziraat Bankası Soygunu iddianamesi dâhil olmak üzere basında çıkan yazıları, Fatih’in adının geçtiği olayların, eylemlerin tek tek tarihlerini ve bunların basındaki yansımalarını bulmak için Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde arşiv çalışması yaptık. Fatih’in mahkemedeki son savunmalarının yer aldığı Yargılayan Savunma, yoldaşlarının direnişlerini anlatan Adressiz Sorgular kitabı, yıl dönümlerinde hakkında çıkmış neredeyse bütün yazıları tek tek inceledik. Bugüne kadar Fatih’i devrimci kamuoyunda sadece işkencede direnişiyle bayraklaşan bir devrimci figür olarak darlaştıran, onun farklı yönlerini göremeyen algıyı yıkmak için başından itibaren, yaşamın içinden örneklerle örgütçü, asker, sınıf çalışması yapan, gündelik hayatın içinde yer alan, gülen, ağlayan, kızan, seven yönleriyle Fatih’i anlatmaya çalıştık. Bugüne kadar O’nu anlatan çalışmalardan ve makalelerden farklı olarak onunla yolları sınıf çalışmasında, antifaşist mücadelede, gençlik çalışmalarında, işkencede ve hapishanelerde kesişen devrimci dostlarının gözünden Fatih’i anlattırmak gibi daha geniş bir perspektifle, farklı bir yöntemi izledik. Melih Pekdemir’den Ziya Ulusoy’a, Yusuf Ziya Sülekoğlu’ndan Serdar Kaya’ya, Muharrem Kaya’dan İbrahim Yirikoğlu’na, İbrahim Bingöl’den Cafer-Hüseyin Solgun’a, Teslim Demir’e kadar çok sayıda devrimci siper yoldaşı kitaptan ve belgesel film çalışmasından haberdar oldukları andan itibaren büyük bir heyecan ve gönüllülükle anılarıyla kitapta ve belgeselde yer aldılar.
Fatih TDH içinde kendisini hala sürdüren iki ayrı dergi çevresinin önemli tarihi miraslarından biri olarak görülüyor. Hal böyle olunca daha ilk adımda bu çevreden gelen örgütsel ve siyasal basıncı, bir devrimci ve sosyalist olarak içinize sindiremediğiniz tepkileri karşınızda buluyorsunuz. Siyasi ve örgütsel ambargonun hedefi olabiliyorsunuz. Çalışma boyunca en çok canımızı sıkan bu türden, bugüne kadar yanıt verme ihtiyacı dahi duymadığımız çevrelerden gelen sözde eleştiriler oldu. Kaynağını geçmişte kalan, zamanın aştığı ve tarihe gömdüğü arkaik düşünce ve reflekslerden alan bu tür tutumların hala yaşadığını görmek bizi açıkçası dehşete düşürdü. Gerisini kamuoyunun vicdanına bırakıyoruz. Zaman bu tür şeylerin ilacı, turnusol kâğıdıdır. Sol içinde kendinden kopanı yok sayma, ürettiklerine tahammülsüzlük, şiddetle tehdit etme, yazamaz çizemez üretemez hale getirme, buna rağmen yol aldığını gördüğünde çelmeleme, ürün çıktığında itibarsızlaştırma ve kitlelerle buluşmasını engellemek için kendisinin bile inanmadığı tezleri eleştiri kılıfı altında dile getirme, sosyal medyayı sorumsuzca kullanıp adeta bir linç kampanyası başlatma gibi tutumlar artık devrimci hareketin aşması gereken zaaflarıdır. Tabii ki, birileri ürettiğimiz eserleri beğenmeyebilir, eksik görebilir, tarihi bazı hatalara işaret edebilir, hatta “olayın aslı budur” deyip kendileri daha iyilerini üretebilir fakat kimse büyük emeklerle ve devrimci kaygılarla üretilen eserlerden dolayı birilerini yargılayıp cezalandıramaz. Hele ki “Fatih’i sömürmekle” itham edemez. Eğer art niyetli bir duygudan beslenmiyorsa, bu “eleştiri”; en hafif ifadeyle su katılmamış bir iftiradır. Bu tür engellemelerin söylemlerin bugüne kadar kimseye bir şey kazandırmamış tam tersine kaybettirmiş lanetli, mayınlı bir alan, yetmişli yıllarda kalmış, zamanın çoktan aştığı söylemler olarak görüyor ve açıkçası onlar adına üzülüyoruz. Devrimci kamuoyu ise çalışmayı duydukları andan itibaren adeta seferber oldu. Geç bile kaldınız diyerek bizlere moral verdi. Hem yaşadıklarını bizimle cömertçe paylaştı hem de birçok yerde barınma ve ulaşım sorunlarımızı çözdü. Hepsine minnettarız.
Çalışma sürecinde bir başka zorluğu aynı dönemde Ufuk Bektaş Karakaya’nın kanser tedavisi görmesi nedeniyle yaşadık. Kullandığı ağır ilaçlar ve bir dönem gördüğü kemoterapi nedeniyle kimi dönemler bir yere kıpırdayamaz hale geldi. Bu nedenle röportaj yaptığım birçok kişiyle yalnız görüşmek zorunda kaldım. Elimize geçen bütün bilgileri sıcağı sıcağına birbirimize aktararak olabildiğince aktif bir diyalog içinde olduk. Bu sayede zaman içinde kişilerin yaşadığı hafıza boşluklarından kaynaklanan maddi hataların önemli bir kısmının açığa çıkarılmasını sağladık. Kendisine biraz geldiğinde ise yeniden yollara düştük. Film sürecinde ise esas katkım edindiğim bilgilerin zamanında paylaşılması, görüşülecek kişilerin iletişim bilgilerinin aktarılması, ulaştığım ve filmde kullanılabileceğini düşündüğüm fotoğraf vb. belgelerin görsellerin kendilerine ulaştırılmasını sağlamak oldu. Çalışma boyunca yaşadığımız maddi zorluklara hiç değinmiyorum bile. Neredeyse bir avuç dostumuzun ve yoldaşımızın katkılarını saymazsak masrafların tamamı kişisel çabalarla karşılandı. Ulaşım, barınma sorunlarımızı ise yine bir kısım dostlarımızın ve yoldaşlarımızın katkıları sayesinde çözdük. Film sürecinin yükü Bektaş ile yönetmenimiz Eylem Işık’ın omuzlarında kaldı daha çok. Onları dinlemek gerek bu noktada…
Bir yanıyla geçmişle hesaplaşma niteliği taşıyan bu çalışmadan kendi adınıza çıkardığınız dersler oldu mu? Öktülmüş’ün yazdığı 44 sayfalık mektuptaki değerlendirmelerle ilgili neler söylersiniz? Bununla bağlantılı bir diğer soru 12 Eylül yenilgisini nasıl yorumluyorsunuz, neden yenildik, yenilgi kaçınılmaz mıydı?
Ufuk Bektaş Karakaya: Bunu geçmişle hesaplaşma demeyelim yüzleşme desek daha yerinde olur. Yazdığım, kitaplaşan anılarımla geçmişe bir projektör tutmaya çalıştım. Yakın ve uzak tarihimizi, geçmişimizi yani tarihimizi anlamak, incelemek, günümüzde işimize yarayabilecek bazı sonuçlara varabilmek için içinden geçilen süreci anlatarak, tarihsel sürece ışık tutma gayreti içinde oldum. Amacım birileriyle hesaplaşmak değil, kendimle, yol arkadaşlarımla, toplumla, sistemle bir yüzleşmedir.
Fatih’in yazdığı son mektubunu yıllar sonra okudum. Bana içeriğinden ayrıntılı olarak bahsetmişti. Mektubunda, örgütün grup dönemine evrilme tehlikesiyle yüz yüze olduğundan bahsetmişti. Ne yazık ki, Fatih’in kaygısı doğru çıktı. Dostun düşmanın saygı duyduğu bu örgüt; yöneticilerin hem kendi içlerinde hem de devrimci direnişçi kadrolara karşı izlediği tasfiyeci tutum ve davranışlarla grupçuklara bölündü, dağılma sürecine girdi. Şimdi onlarca, yüzlerce kadro ve taraftarı kendi halinde, doğru bildiklerini yapıyor, çoğu da ne yazık ki örgütsel ve toplumsal mücadelenin dışında yer alıyor.
12 Eylül yenilgisi kaçınılmaz değildi. Ama dövüşsüz bir yenilgi yaşandı. Sol güçlü, kitlesel ve parçalanmışlık içindeydi. Günün siyasal sorunlarına yanıt olmaya çalışırken, geleceği kucaklayan stratejik bakış açısından yoksundu. Grupçu, fraksiyonlara bölünmüşlük içindeydi. Birleşik bir mücadelenin örgütlenmeyişinden dolayı yenilgi kaçınılmazdı. Bugün daha iyi görünüyor; mevcut örgütlenmeler ve önderliklerle cuntanın karşısında yenilmemek bir hayaldi. Kanımca var olan önderlikler tarihsel misyonunu tamamlamıştır. Bugün hala bu iddialarını koruyanlar dönüp, kendine, örgütüne, içinde bulundukları duruma bakmalıdır. Sol tarihin en itibarsız dönemlerinden birini yaşarken, tekrar tekrar dönüp kendine bakmalı, öz eleştirel bir süreçle güçlerini birleşik örgütlemenin, mücadeleyi birlikte yükseltmenin çabası içinde olmalıdır.
Siz daha önce başka devrimcileri de konu alan kitaplar hazırladınız, geçmiş çalışmalarınızın ışığında aynı soruyu size de yönelteyim, neden 12 Eylül “başarılı” oldu?
Oktay Duman: Öncelikle yukarıdaki görüşlere genel olarak katıldığımı belirteyim. Sorunuza gelince… 12 Eylül ile ilgili biliyorsunuz sayısız kitap yayımlandı. Bunları yan yana getirsek oldukça hacimli bir külliyat ortaya çıkar. Hepsinde de 12 Eylül saldırısının ne kadar köklü, çok yönlü hedefler doğrultusunda yapıldığı anlatılıyor. 12 Eylül faşizminin, cumhuriyet tarihinin en acımasız, en gaddar yöntemlerle devrimci hareketin başını çektiği muhalefeti nasıl ezdiği ortada. Darbecilerin amaçlarıyla uluslararası kapitalizmin ihtiyaçlarının nasıl örtüştüğü de biliniyor. Peki, bu çok yönlü saldırıyı ne kadar görebiliyor devrimci hareket? Acı deneyimlerle yaşayarak öğrendik. Burada karşıdevrimin neden başarılı olduğundan çok bence doğru soru, bizler neden başarısız olduk sorusudur. Kaleme aldığım çalışmalarda neredeyse bütün örgütlerin MK üyeleri, üst düzey kadroları söz birliği etmişçesine 12 Eylül darbesini gördüklerini, tahmin ettiklerini, hatta gün sektirdiklerini söylemektedirler. Peki, burada sorulması gereken soru en kestirmeden gidersek, neden bu tespitinize uygun bir yığınak, hazırlık yapmadınız, sorusu değil midir? 12 Eylül’den önce yüz binlerle ifade edilen, kitle hareketi durumuna gelmiş olan hareketlerin öncelikle yanıtlaması gereken sorulardır bunlar. Darbeye karşı sağlam bir yeraltı örgütü ve onun yığınlar içinde kök salmış ilişkileri, başta proletarya olmak üzere üretim içinde kök salmış bir hareket, darbenin bir 12 Mart gibi kısa zamanda yerini kitle hareketinin gelişimine bırakamayacağını gören ve hazırlıklarını buna göre uzun vadeli yapan bir stratejik yönelim, çok yönlü bir hazırlık ve sağlam bir ideolojik duruş… Sorgulanması gereken yukarıda saydığım başlıklar açısından kimin ne kadar doğru adım attığı, arkasında nasıl bir pratik sergilediğidir. Bunlar üzerinden yapılmış çok yönlü bir hazırlıkla 12 Eylül darbesi karşılanabilseydi, belki yine yenilirdi ama dövüşerek alınmış bir yenilgi sonraki kuşaklara, tıpkı 12 Mart’takine benzer bir moral aşılayabilecekti. Bugünden geriye yaşanan onca şeyden, yazılan kitaplardan, verilen özeleştirilerden sonra sanırım yanıtı uzaklarda aranmayacak sorulardır bunlar. Sosyalist hareket canının yanması pahasına aynayı kendisine tuttuğunda payına düşeni görecektir.
Bugün niye kahramanlar yok ya da kahramanlar olması gerekiyor mu?
Ufuk Bektaş Karakaya: Her mücadele kendi doğal yöneticilerini, kadrolarını, beraberinde kahramanlarını yaratır. Mücadelenin dibe vurduğu, örgütlenmelerin iyice marjinalleştiği dönemler tarihsel mücadelelerde öne çıkmış önderler ve kahramanlar aranır olur. Toplumsal mücadelenin öznesi yığınlardır, her toplumsal devinim kitlelerin eseridir. Ancak ortak aklın kullanıldığı, katılımcılığın esas alındığı gelişkin bir örgütlülük ve önderlik şart. Tarihte bireyin rolü bir yere kadardır. Kahramanları mücadeleler yaratır. Mücadelenin kendi seyrinde ortaya çıkar, rolünü oynar. Bugün gelişkin mücadele olmayınca kahramanlar da olmaz, çıkmaz da… Toplumsal sorunların çözümünde anahtar; içimizden çıkan kahramanlar değil örgütlü kitlelerin mücadelesidir…
Oktay Duman: “Kahramanlar” toplumu derinden etkileyen siyasal mücadelelerin bir ürünü ve sonucu olarak çıkarlar ortaya. Büyük toplumsal mücadelelerin, altüst oluşların, kırılmaların içinden gelerek, bu dinamiklerin içinden şekillenerek oynadıkları tarihsel rolle kendilerinden sonra gelecek kuşaklara esin kaynağı olurlar. Bir dönemin buzkıranı olur, yol açarlar. Bu kavram, toplumsal süreçlerin, yığınların örgütlü mücadelesi içinden, geçilen dönemin tarihsel dinamiklerinden kopartılarak ele alındığında bizi tarihsel idealizmin kucağına iter. Toplumsal siyasal süreçlerde bireylerin rolü her zaman Marksistlerin tartıştığı konular arasında olmuştur. Yaptığım çalışmaların birçoğunda kahramanlaştırma, idealize etme adına çok sayıda gerçeklikten uzak “efsaneye” tanık olmuş biri olarak söylüyorum bunları. Kahramanlar o yukarıda andığım, vurguladığım tarihsel süreçlerin doğal ürünleri olarak zaten çıkmaları gerektiği yerde çıkarlar, misyonlarını oynadıkları oranda da kitlelerin kalbinde, ruhunda siyasal mücadelesinde yaşamaya devam ederler.
Kitapta dikkatimi çeken şeylerden biri de kadınların genelde “yardımcı” roller de oluşuydu, o zamanlar kadın- erkek ilişkileri çocuk, aile, evlilik gibi konularda yürütülen tartışmalar, alternatif arayışlar var mıydı?
Ufuk Bektaş Karakaya: Aslında içinden geldiğimiz yapıda bu konuda bilinçli bir ayrım tabii ki yoktu. Kadınların örgüt yaşamında da etkin roller alması noktasında TDH’ye kıyasla daha ileri bir düzeyi yakalamıştık. İdeolojik, siyasal, pratik gelişmişliği yakalamış yoldaşlar örgüt içinde kadın erkek ayrımı yapılmadan aklınıza gelebilecek her alanda görevlendiriliyordu. Bu nedenle de kadrosal olarak kadın ağırlıklı bir örgüttük. Kadın yoldaşlar mücadelede hep ön plandaydı. Bütün bunlara rağmen maalesef erkek egemen toplumda ne kadar öne çıkarsa çıksın kadınlar yine de toplamda azınlığı teşkil ediyordu. Gelişen gönül ilişkilerinde daha çok ertelemeler gündeme geliyor, merkezin onayı gerekiyor ya da bu ilişki seni geriletir vb. argümanlarla, bazen de örgüt güvenliği öne sürülerek zamana bırakılıyordu. Çoğu zaman yakıcı toplumsal sorunlardan dolayı gündeme gelmiyordu. Bunlar geniş bir çalışma ve araştırma inceleme konusu…
Sizin için Mehmet Fatih Öktülmüş kim? İlk adını duyduğunuz Fatih’le bugün hakkında kitap yazıp belgesel yaptığınız Fatih arasında nasıl bir fark var?
Ufuk Bektaş Karakaya: Benim için Fatih Öktülmüş, Türkiye devrimci hareketinde yeterince bilinmeyen, tanınmayan büyük bir önderdi. İnsani özellikleri ile efsane direnişleri ve masal gibi yaşanmışlıklarıyla adeta bir roman kahramanıydı. Fatih cesur, atılgan, savaşmayı iyi bilen bir yöneticiydi. Beyniyle, yüreğiyle, siniriyle, kanı ve canı ile savaşırdı… Dünü öğrenmeye, bugünü anlamaya, yarını öngörmeye özel önem veren, seçkin bir komünistti. İlk tanıdığımda kendisine karşı büyük bir hayranlık duymuş, tanıdıkça da saygım, sevgim, hayranlığım, güvenim artmıştı. O benim için, ÖO direnişinde yaşamını yitiren örnek bir önderdir. O, toprağa yolladığımız, yana yana aradığımız, boşluğu doldurulamayan, devrimin büyük bir kaybıdır. Bugün kitleler, dürüstlüğün, sadeliğin, temizliğin, esnekliğin, ilkeliliğin, tutarlılığın, kararlılığın, direngenliğin simgesi olan Fatih gibi komünistlere yakıcı bir şekilde ihtiyaç duyuyor.
Oktay Duman: Fatih ilk devrimcileşme dönemimde, adını işkencedeki direnişini çeşitli devrimci çevrelerden duyduğum, “Benim adım Dilaver”den başka sorguda ağzından tek söz alınamamış, yiğit bir devrimciydi. Kitap süreciyle onu her haliyle daha yakından tanıma fırsatı buldum. Onun gibi komünistlerin, devrimcilerin yokluğunun bugünkü sosyalist mücadelede ne kadar büyük boşluklar doğurduğunu gördüm. Araştırdıkça, yoldaşlarıyla konuştukça Fatih’i en insani halleriyle, en militan, en fedakâr, en kararlı, en duygusal halleriyle görme şansına sahip oldum. Düşmanına olan kini, sarsılmaz öfkesi yoldaşlarına ve dostlarına ise bir o kadar şefkatli, sevgi dolu halinden derinden etkilendim. Hele alçak gönüllülüğü karşısında tek kelimeyle büyülendim. Birçoğumuzun sadece işkencedeki direnişiyle yakından tanıdığı Fatih’i örgütsel hayatın her alanında pratiğiyle yakından tanıdık. Onu en verimli olacağı bir dönemde erken kaybetmenin acısı ve hüznünü bir arada yaşadık.
Bugün Grup Yorum üyeleri de ölüm orucunda, üzerinde yıllar geçmesine rağmen baskılar sürüyor ve devrimciler ölüm orucuna gitmek zorunda kalıyor, siz de ölüm orucunda tecrübe edinmiş birisiniz, bir eylem biçimi olarak açlık grevi/ ölüm orucu ve Türkiye’nin bugünüyle ilgili neler söylemek istersiniz?
Ufuk Bektaş Karakaya: İnsanın içgüdüsü ölüme değil yaşam üzerine kuruludur. Oysa bu direnişçiler yaşam içgüdüsünü alt ettiler. Erdemleri aklın gücünü aştı. Ama egemenler kör, sağır ve dilsiz. Tepkiler cılız, bu İslami yeni sistem ölümlere duyarsız. Vurdumduymaz orta çağ zihniyeti içinde. Grup Yorum’daki arkadaşlarımız da ölüm orucundadırlar. Talepleri son derece haklı. Ülkede sanatın her alanında yapılması oldukça zorlaştı. Grup Yorum’un ölüm orucunda olması, olası ölümler bizleri derinden üzer. Egemenler ilgisiz kalmaya devam ediyor. Yığınlar örgütlü tepkilerini koymuyorsa, koyamıyorsa, yakıcı can alıcı sorunları dışsallaştırırken ölümleri de dışsallaştırıyor. Ben ölmeyip yaşamalarını, ölümcül direniş biçimlerini değil, çeşitli direniş biçimlerini tercih etmelerini isterim. Direniş de bir sanat gibidir, direnişin biçimini değiştirerek bir başka enstrümana başvurmalarını söyleyebilirim ancak. Grup Yorum bilinçli bir karar vermiş, bu eylemi tercih etmişlerdir. Yaşam onlarındır, aldıkları karara saygı duyuyorum.
Son olarak dünyanın hali, gelecek, sosyalizm, mücadele başlıkları altında ne tür düşünceleriniz var, neler söylemek istersiniz?
Oktay Duman: Dünyamız her geçen gün emperyalist kapitalizmin yıkıcı sonuçlarını yaşayarak, bizi karanlık bir geleceğe doğru taşıyor. Kapitalizmin yol açtığı yıkım sadece sömürünün derinleşmesi olarak değil, aynı zamanda yeni tipte bölgesel savaşların gelişmesi, doğal kaynakların militarizme kurban edilmesi, doğanın tahribatı, yoksulluk ve işsizlik girdabında kıvranan yığınların intiharlar biçiminde aktüel haliyle kendisini gösteren çaresizliklerine, kişisel tepkilerine tanık oluyoruz. Emperyalist kapitalizmin bütün saldırganlığına, baskılarına rağmen de artık durduramadıkları toplumsal sınıfsal öfkelerin dışa vurduğu, Fransa’dan Latin Amerika’ya oradan özgürlük arayışındaki yığınların yıllardır hayatlarını cehenneme çeviren Ortadoğu’nun molla rejimlerine, gerici hükümetlere karşı sokağa taşan öfkelere tanık oluyoruz. Önümüzdeki yıllarda bu tepkilerin ülkemizdeki emekçi yığınları, kent yoksullarını, Kürt halkını, özgürlük arayışındaki kadın ve gençleri de vb. içine alarak yükseleceğine inanıyorum. Uzun süreli bir durgunluğun yol açtığı toplumsal ve siyasi çürüme tehlikesini aşmanın siyasal mücadeleden başka yolu yok. Bugünün sosyalistlerinin sadece saf sınıfsal taleplerle bir yere varmaktan çok, genel bir ifadeyle söylemek gerekirse ezilen, sömürülen, yoksullaşan yığınların genişleyen özlemlerine yanıt verme beceresine sahip olan bir sosyalist harekete ihtiyacı var. Burada yeniden altını doldurmamız gereken, günümüzün modern sınıf ve toplumsal çelişkilerine yanıt verme iddiasında bir hareket, eğer bu yaratılamıyorsa içinde bulunduğumuz İslami gerici faşist dalganın karşısında bir özgürlük, ilkeli ve tutarlı bir demokrasi cephesi inşa edebilmek, hoşnutsuz yığınları bir araya çekmeyi başarmak gibi bir zorunlulukla karşı karşıyayız. Birlikte demokrasi cephesi oluşturmanın öneminden bu kadar bahsedildiği ama bir o kadar da ayrı durmak için bu kadar gerekçenin bulunduğu bir başka dönem olmuş mudur bilmiyorum. Burada kişisel, siyasi ön yargıları bir kenara bırakıp ortak bir direniş cephesi oluşturmak, bir yerlerden başlamak çok önemli. Kürt sorunu başta olmak üzere siyasi özgürlük taleplerini ihmal etmeyen militan bir demokrasi mücadelesi, sınıfla her ne şekilde olursa olsun buluşmayı esas alan bir sınıf çalışması, kent yoksullarıyla bağ kurmayı beceren bir sosyalist bakış, kadını ve gençliği ihmal etmeyen bir siyasi çalışma… -bu liste uzatılabilir- gerekiyor. İnsanlık, Fukuyama’nın tarihin sonu dediği, emperyalist burjuvazinin yenidünya düzeni söylemiyle tek kutuplu dünya tek seçeneğiniz dediği günden beri insanlığın önüne birikmiş, katmerlenmiş ve çeşitlenmiş sorunların karşısında insani tek alternatifin, çözümün, taşıdığı bütün tarihi hata eksik ve zaaflarına rağmen hala sosyalizm olduğunu gösteriyor. Ama onun nasıl bir içerikle ele alınması gerektiği, nasıl bir sosyalizm sorusu ise buradaki röportajın sınırlarına sığamayacak kadar uzun ve derin açıklamalar istiyor… Umarım hayat bu soruların yanıtlarını bizlere bulma fırsatı tanır.
Ufuk Bektaş Karakaya: Bu konular üzerine analiz ve belirlemeler saatleri, günleri alacak, konuşulacak, yazılacak konular. Tabii ki bizim de konuyla ilgili düşüncelerimiz var. Kitap ve belgesel konusuna sadık kalalım isterseniz. Sadece şu kadarını söyleyeyim. İnsanın insanca yaşama özlemi var olduğu sürece, ezen ezilen çelişkisinin sonucu devrim ve sosyalizm mücadelesi, diyalektik olarak tarihin akışı içinde bazen yükselerek bazen gerileyerek sürecektir. Bu kez tarihte yaşanılanlara benzemeyecek, biçimde ve içerikte farklı olacak. Genel olarak Oktay’ın yukarıda dile getirdiklerine ise katılıyorum. İlginiz için tekrar teşekkür ediyoruz…
Oktay Duman’ın yayımlanmış çalışmaları:
Benim Adım Dilaver, Ayrıntı Yayınları, 2020
Devrimcilerin Filistin Günlüğü 2 1976-1985, Ayrıntı Yayınları, 2017
Devrimcilerin Filistin Günlüğü 1 1968-1975, Ayrıntı Yayınları, 2015
Barikatlar Düşerken, Ozan yayıncılık, 2013
Kristal Gecelerinde Uyuyamam, Zer Yayınları, Almanya, 2006
Ufuk Bektaş Karakaya’nın yayımlanmış çalışmaları:
Ölüm Bizim İçin Değil, İletişim Yayınları, 2011
Bitmeyen Sürgün, İletişim Yayınları, 2015
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.