Fukara Tahir’in bütün işçilere, işsizlere açtığı kapıdan siz de girin. Görün sendikacının en hasını. 3 Mayıs 1962’de Ulus’tan Meclis’e siz de koşun Yalınayak İsmet’le, ki görün hak nasıl söke söke alınıyor. Sendikacı nasıl oluyor? Necmettin’le siz de gidin Ereğli’ye, Aliağa’ya. Dediği gibi; dünyanın en güzel şeyini yapın onunla. Görün, nasıl da direnir insan. Aliağa’da tutun ellerinden Necmettin’in
1 Mayıs 2019’da Bakırköy Pazar Alanı’ndayız. Başlarında sarı baretleri, sırtlarında sarı yelekleri, ellerinde sendikalarının adları yazan bez flamaları dalgalandırarak alana girdi mi yapı işçileri, bir alkış koptu ki sormayın. Her kortej alkışlanarak karşılansa da yapı işçilerinin gelişiyle yer gök inledi. Flamaların üstünde “İnşaat ve Yapı İşçileri Sendikası. (İYİ-SEN)” yazıyordu. Bazılarında “Sınıf tavrı…” Sonra, bir anda bütün işçiler yere çömelip, başlarından baretlerini çıkartıp, baretlerini taka taka taka taka yere; betona vurmaya başlamasınlar mı? Tek bir slogan atmadan… Slogana ne hacet… O taka taka takalar söylüyordu her şeyi: “Yapı işçileri köle değildir!”, “Sömürüye, iş cinayetlerine, taşerona, eşitsizliğe son!” “Çalışırken ölmek istemiyoruz!”
Gelin, baretlerin sesi yankılanırken Nâzım’ın şiiriyle başlayalım 60 Yılda Devriyapı’ya; dünden bugüne yapı işçilerinin hikâyesine…
“Yapıcılar türkü söylüyor
Yapı türkü söyler gibi yapılmıyor ama.
Bu iş biraz zor.
Yapıcıların yüreği
bayram yeri gibi cıvıl cıvıl
ama yapı yeri bayram yeri değil.
yapı yeri toz toprak.
Çamur, kar.
Yapı yerinde ayağın burkulur
ellerin kanar.
Yapı yerinde ne çay her zaman şekerli
her zaman sıcak,
ne ekmek her zaman pamuk gibi yumuşak
ne herkes kahraman
ne dostlar vefalı her zaman.
Türkü söyler gibi yapılmıyor yapı
bu iş biraz zor,
zor ama
yapı yükseliyor, yükseliyor.
Saksılar konuldu pencerelere
alt katlarında.
İlk balkonlara güneş taşıyor kuşlar
kanatlarında.
Bir yürek çarpıntısı var her putrelinde
her tuğlasında
her kerpicinde.
Yükseliyor, yükseliyor yapı
kanter içinde.”[1]
Kasım 2019. Kadıköy İskele Meydanı’nın karşısındaki sokaklardan birindeyiz. Her yer kahve her yer bar her yer lokanta. Herkes yiyor, içiyor, cep telefonuyla oynuyor. Derken, karşıdan beş altı delikanlı geliyor. Üstlerinde parkalar��. Yüzlerinde gülümseme. Adımlarında kuvvet. Sanki o fotoğraf canlanmış. O fotoğraf mı? Necmettin’in en sevdiğim fotoğrafı. Hani ortada Necmettin Giritlioğlu, iki yanında işçiler yürüyor. “Geliyor, geliyor! İşçi sınıfı geliyor!” dercesine… Delikanlılar yaklaştıkça saçlarının afilini, kulaklarının sallanan küpesini, boyunlarının dövmelerini görüyorum. Kapıda kucaklaşıyoruz. Yo, birbirimizi tanımıyoruz. Değil mi ki emek tarihi yazarı Can Şafak’ın Necmettin-Bir Devrimcinin Hatırası adlı kitabının söyleşisi ve imza günü için aynı yerdeyiz… Kapıdan önce nazikçe beni buyur ediyorlar, giriyoruz Eğitim-Sen’den içeri. İlk hoşgeldin Rıfat Ilgaz’dan geliyor. “Sen ben neyiz ki bu patırtıda? Hepimiz bir araya gelirsek bir güç oluruz ancak” diyor… İkinci hoş geldin Fakir Baykurt’tan: “Öğretmen yalvarmaz, öğretmen boyun eğmez, öğretmen el açmaz, öğretmen ders verir.” Kapısını kardeş sendikaya açan Eğitim-Sen’deyiz. Kadıköy’de Dev Yapı-İş işçileriyle, 40 yaşındaki başkanları Özgür Karabulut’la ve neredeyse Özgür’ün yaşı kadardır; 40 yıldır sendika toplu sözleşme uzmanlığını sürdüren, Necmettin’in yazarı Can Şafak ile birlikte.
Özgür Karabulut, benim Ali Öztutan’dan sonra tanıştığım ikinci sendikacı. 14 Aralık 2018’de Can Şafak’la gittiğimiz İYİ-SEN’de (İnşaat ve Yapı İşçileri Sendikası) genel başkanları Ali Öztutan’la tanışmıştım. Sendika, bir oda bir mutfaktı. Mecidiyeköy’de içinde bir uzun masayla birkaç sandalyenin olduğu, perdesiz, avuçiçi kadar bir oda ve tazecik çay fokurdayan gözbebeği kadar bir mutfak… Ali Öztutan’sa upuzun bir fidan. 26’sında. Yüzünde güneş, gözlerinde güven, duruşunda sınıf tavrı… 2017’de OHAL döneminde kurulan, işçilerin içinden çıkan, örgütlülüğü yurtdışına da taşıyan, Cezayir’de, Suudi Arabistan’da çalışan yapı işçileri için de mücadele veren İYİ-SEN’de iş güvenliği uzmanı ve birkaç işçinin de sohbetimize katıldığı gün, 3. Havalimanı işçilerinin eyleminin üstünden henüz 3 ay geçmişti.
14 Aralık 2019’da bu defa, Kadıköy’de bir kahvede Dev Yapı-İş’li dört işçiyle buluşup yapı işçileri hakkında sohbet edecektim.
“60 Yılda Devriyapı” adını verdiğim yazı dizisinde bu üç buluşmayı hemhal ederek anlatacağım. Olaylar birbirinin içinden geçecek, birinden diğerine, diğerinden öbürüne çıkılacak ve işçiler iç içe duracaklar karşınızda. Bu yazı dizisini hazırlarken işçilerle yaptığım söyleşilerin yanı sıra Ayrıntı Yayınları’nda yayın sırasını bekleyen, içinde Fukara Tahir’den Yalınayak İsmet’e, Necmettin Giritlioğlu’ndan John Thalmayer’e, Özer Er’den Uğur Cankoçak’a, Beyaz Gemi’den Satılık Grev’e 14 hikâyenin olduğu Ereğli İşçi Hikâyeleri kitabımdan da yararlandığımı söylemeliyim. Gazeteci Serpil Ünal’ın söyleşi günü çekip benimle paylaştığı videolarından da… Serpil Ünal’a özel bir teşekkürü borç bilirim.
3. Havalimanı inşaatında kötü çalışma koşullarını 14 Eylül 2018’de “İnşaat işçileri köle değildir” diyerek protesto eden on binlerce işçiye yaptığı konuşma nedeniyle o zaman özgürlüğünden edilen Özgür Karabulut ve Dev Yapı-İş’li işçiler, Necmettin Giritlioğlu’nu anlatan “Necmettin-Bir Devrimcinin Hatırası” adlı kitap söyleşisinin yapılacağı odayı düzenliyorlar. Özgür Karabulut’un yüzü apaydınlık. Gülüşünde kara bir çocuk var. Kollarıyla neredeyse bütün işçileri kucaklayacak. Genç işçilerden biri çayı koyuyor. Biri bir koşu gidip kurabiye alıyor. Biri söyleşi ve imza masasını hazırlıyor. Kitapları koliden itinayla çıkartıyor ve masanın üzerine diziyor. Bir işçi oturma düzenini hazırlıyor. Aralarında tatlı tatlı atışıyorlar… Çaylar demlenince herkes yerini alıyor. Servis başlıyor. Konuşmacıların suları da kondu mu masaya, artık kulağımızı Özgür Karabulut’a veriyoruz. Sonra Can Şafak’a ve işçilere… Çaylar tazeleniyor. Kurabiyeler ağızda dağılıyor. Aklıma Fukara Tahir’in Rüzgârlı Sokak’taki kahvesi geliyor. Sanki, sobanın üstünde orada fokurdayıp duran çaydanlıktan yükselen duman burada tütüyor. Ara ara çaydanlık indirilip koca tencerede göbek atan kuru fasulyenin kokusu burnumun ucuna geliyor… Birinin çayı demlediği, birinin servis ettiği, birinin fasulyeyi kaynattığı, birinin ortalığı toparladığı, gece oldu mu sandalyelerin kenara alınıp, yatakların yere serildiği kahve… 50’lerde Türkiye’nin dört bir yanından sırtına yatağını yorganını yükleyip gelen işçilerin, işsizlerin evi olan… İşçilerin işsizlerin evi sendikadan başka ne ola? Tahir Öztürk… işçilerin dilinde Fukara Tahir. İlkokulu bitirdikten sonra eşek üstünde çerçilik yapan, sattığı çerin çöpün karşılığında arpa buğday alan, gezdikçe, dere tepe düz gittikçe insanı tanıyan, yoksulluğu gören, sonra inşaat işçiliği boyunca sömürülüp duran Tahir, “Başka dünya mümkün” demiştir bir kere. Kızılcahamam’dan çıkıp Ankara’ya Ulus’a; Rüzgârlı Sokak’a varışı, kahveyi sendika eyleyişi böyledir. Kahveye gelen işçilerle birlikte düşler kurar. Onlara başka bir dünyanın mümkünlüğünü anlatırken Fukara Tahir’in gözleri dolar, her yanı titrer, şakaklarından terler fışkırır. Yok, öyle düzgün cümleler kuramaz. Ama susmaz. Öyle bir konuşur ki yer yerinden oynar. Kendi ağlarken bir bakar, dinleyenler de ağlıyordur. Böyle böyle dolar taşar, okula döner kahvehane. Duyan gelir. Sendikacılar da gelip gitmeye başlar. Sosyalizmi bilmeden Rüzgârlı’da dünyanın en küçük sosyalist ülkesini kurmuştur kahvehanesiyle. İçten gelen her şey bir yana, 1950’lerde tanıştığı Türkiye Sosyalist Partili Orhan Nevzat Korucan, ondaki ateşi tutuşturur. Adının aşırı solcuya çıkışı sonralarıdır. Daha sonrası da çorap söküğü: 1952’de Ankara Bölgesi İnşaat İşçileri Sendikası’nı kurar. 1954’te kuruluşuna öncülük ettiği Türkiye Yapı İşçileri Federasyonu’nun başına gelir. Dünyayı inşa eden yapı işçileri dünyanın altında kalmasın diye. 1957’te Türk-İş’in 3. Genel Kurulu, onun kahvehanenin arka masasında yapılır. 1961’de de Türkiye İşçi Partisi kurulur kurulmaz Ankara’nın ilk il başkanı olur.
Fukara Tahir’in kahvehanesine belki bir iş çıkar diye gelen yapı işçilerinden biri Mihalıççıklı İsmet Demir, sendikacılardan biri de Amerikalı sendikacı John Thalmayer’dır. İsmet Demir, fukara babası Fukara Tahir’i dinledikçe adı gibi emindir artık. Daha iyi bir dünya için var olacaktır! Thalmayer işsizliği protestodan söz edip, genç çocuk Sina Pamukçu Amerikalının dediklerini Türkçeye çevirdikçe derler: Sesimizi çıkartmazsak kim bilecek iş istediğimizi? Biz istemezsek kim verecek iş bize? “Ulus’tan Meclis’e yürüyelim” derler. Ama bin kişi toplayabilirler mi? Hemen ortaya atılan İsmet Demir’dir ve “Ben tek başıma bin kişi toplarım” der. Toplar da… Kimse 5 bin kişi olacaklarını düşlememiştir ya, 3 Mayıs 1962 sabahı en az 5 bin kişi toplanır Fukara Tahir’in kahvehanesinin önünde. Perperişan, yalınayak 5 bin işçi… Ellerinde pankartlar. Pankartlarda “Aş değil iş istiyoruz”, “İnsaf be yahu!”, “Kapitalistin zulmiyetine paydos!” Tam yürüyecekler Vali çıkar ortaya, “Kaldırın şunları gözümün önünden! Bu memleketi idare edenler, memleketin dertlerini iyi bilirler. Yürüyüp de elinize ne geçecek? Vazgeçin yürümekten!” Fukara Tahir durur mu, şakaklarından terler fışkırarak “Allahını seven yürüsün!” diye bir haykırdı mı, yürümek ne kelime, İsmet Demir en başta yalınayak koşarlar… Ulus’tan Meclis’e. En az 4-5 kilometre. Emniyet güçlerinin copları üstlerine geldikçe daha da şaha kalkarlar, varırlar Meclis’e. Dövülenler, gözaltına alınanlar olurken, binlerce işçinin Meclis’e koştuğunu duyan mebuslar da koşarak terk ederler Meclis’i, Vosvoslara altışar yedişer binip kaçtıkları rivayet edilir Meclis’ten. İşçiler böyle gösterirler sınıflarının gücünü, böyle alırlar işi gücü. İşte bu yürüyüştür İsmet Demir’e lakabını veren, onu Yalınayak İsmet yapan!
O da Fukara Tahir gibi hayat okulunda okumuştur. Çobanlık, çocuk işçilik, derken 1946’da Demokrat Parti’nin fedailiği, Demokrat Parti iktidara gelince gözleriyle görmesi sömürü düzenini… “Kimseye uşaklık etmeyeceksin” der kendi kendine. Sonrası topoğrafın yanında işe girip, topografla birlikte Konya’dan başlayıp bütün Türkiye’yi gezişi… Fukara Tahir nasıl eşek sırtında çerçilik yaparken tanımışsa insanları, İsmet Demir de topograflık yaparken tanır. Hem de mühendisinden bürokratına, çiftçisinden işçisine, çiftlik sahibinden toprak ağalarına… Örf ve adetlerin bileğe pranga olduğunu, uşaklık eden okumuşla boyun eğen okumamış arasında cahillik farkı olmadığını daha hayatının baharında görür… Tamam, okumamıştır ama vasıfsız değildir. Kalifiye işçidir. Türkiye’nin her yerinden işçi gelse kaç topoğraf bulacaklardır? Ereğli’de rüşveti veren işe girerken İsmet Demir’i bileğindeki eşi benzeri zor bulunur altın bilezik sokar şantiyeden içeri. Fukara Tahir’in öncülüğünde 3 Mayıs 1962’de Meclis’e 5 bin işçi koşarlarken, 12 Ağustos 1962’de Ereğli Mitingi’nde en az 10 bin işçi olurlar. Nasıl ki Fukara Tahir, Türkiye Sosyalist Partili Orhan Nevzat Korucan’la tanıştığında sosyalizmle de tanışır, İsmet Demir de Ereğli’de çalışırken yine orada çalışan bir arkadaşının aracılığıyla Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın evine gider, onunla ve haliyle sosyalizmle tanışır. 1965-1968 yıllarıdır. DÖB ve Dev-Genç’le sıkı bağlar kurar… Öyle bir dayanışma sağlar ki, işçiler üniversiteli devrimci öğrencilerle omuz omuza verir sendikal mücadeleyi. Alametifarikası budur. Tamam, okumamıştır ama Mevlâna okumuş adamdır Yalınayak İsmet. Yapı İşçileri Sendikası’nın başkanı o olmayacaktır da kim olacaktır?
Necmettin de üniversite okumamış, liseyi bitirmemiştir ama Demir Ökçe başucu kitabıdır. İlkokul ve ortaokuldan sonra, Ankara’da Mimar Sinan Lisesi’nde dayakçı öğretmen, arkadaşına küfür edip vurunca bütün öğrenciler seyirci kalırken ayaklanıp, araya girdiği, şiddete ve erke karşı geldiği, arkadaşını savunduğu için okuldan atılır. Ve kendine dayatılan değil, hak bellediği yola girer… İsmet Demir gibi Necmettin Giritlioğlu’nun yolu da Ereğli’den geçer. Ereğli Demir Çelik henüz kurulmuştur Ereğli’ye gittiğinde. 1968’de Ereğli TİP İlçe Sekreteri, kurduğu Maden-İş Gençlik Kolları’nın Başkanı Necmettin’dir. Şöyle elini kaldırıp “İşçi kardeşlerim!” diye seslendiğinde eliyle de sesiyle de bütün işçileri kucaklar. Böyle büyülü bir delikanlı. İşçileri eğitirken kendisini de eğitir. İşinde, kızgın akkor halindeki demire damga vuran Necmettin, Ereğli’de kızgın kor haliyle işçi sınıfına damgasını vurur. Bir de yakışıklı ki, sormayın gitsin. 1969 grevinde, işçilerin arasında, işçilerle köylülerle sohbette Necmettin vardır. “Aman, fabrikada fazla faal olmayın, sizi işten atarlarsa orada örgüt dağılır, köylere gidip köylülerle diyalog kurun” dese de Parti’si, zamanla görür Necmettin; işçilerin, köylülerin diyalogdan ziyade devrimci eylem içinde bilinçleneceklerini, kavgada öncü durumuna geçeceklerini… TİP’ten ihraç edildiğinde 1969’un sonbaharıdır. Zonguldak Halkevi’nde açılan Güney Vietnam Sergisi’ne karşı maden ocağı ağızlarında bildiri dağıtırken gözaltına alınır ve Ankara’dan gelen iki kişi özel olarak sorgular Necmettin’i. Kimdir bu göz yumulamayacak kadar göze giren delikanlı? İşkencede ona “Seni öldüreceğiz!” demelerinin gözdağı değil gerçek olduğunu iliklerine kadar hissettirirler. Sonrası kısa bir süre hapishane, sonrası Ereğli’ye veda, sonrası Ankara, sonrası Aliağa Rafinerisi… 1970 yazı… İsmet Demir’in isteğiyle, onun ayrıldığı başkanlığı Necmettin alır. Yapı İşçileri Sendikası Genel Başkanı’dır artık. Daha 26’sında. Grevin ilk gününün ilk saatlerinde Rus teknisyenleri taşıyan kamyonun içeri girmesini önlemek isterken kamyonun şoförü tarafından vurulup canına kıyılan gencecik devrimci. Sendikacı desen sendikacı değildir. Daha şunun şurasında bir iki aydır sendikanın başındadır. Zaten bir iki yıldır da işçidir. Başkaldırının ve umudun yıllarıdır… Paris’te üniversite öğrencilerinden sonra, 9 milyon işçinin de ayaklandığı, dünyanın genel grevi gördüğü… Paris sokaklarının duvarlarının “Gerçekçi ol, imkânsızı iste”, “Ne tanrıları isterim ne de efendileri!” yazılarıyla dolup taştığı… Bizde de üniversitelerde işgallerin, boykotların birbirini izlediği, Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun kurulduğu, 6. Filo’ya karşı direnişlerin örgütlendiği, solun, devrim bilincinin yükseldiği, işçi sınıfının da ayağa kalktığı… işçilerin Saraçhane Meydanı’nı doldurdukları, Kavel’de direndikleri, Paşabahçe Cam Fabrikası’nın kapısına grev pankartını astıkları, DİSK’in kurulduğu, 15-16 Haziran Direnişi’nin yaşandığı devrimci yükseliş yılları: 1961’den 1970’e.
Peki ya sonraki yıllar?
1 Mayıs 2019’da Bakırköy Pazar Alanı’nda kortejlerin birinde bir delikanlı kollarını iyice yukarı kaldırmış, büyücek bir mukavvaya yapıştırdığı bir fotoğrafı taşıyordu. Başının tacı gibi. Cümle âlem görsün ister gibi. İsmet Demir; namı diğer Yalınayak İsmet’tir taşıdığı.
Yapı işçileriyle sohbet ettikçe, Yalınayak İsmet’i bildiklerini, hatta kimilerinin İsmet Demir’in Anılar Deneyler kitabını okuduğunu, İsmet Demir’e tarifsiz bir saygı duyduklarını görüyorum. Can Şafak’ın Morrison’un Yapı İşçileri kitabını okuyup Fukara Tahir’i tanıyan bir İşçi vardı aralarında. Necmettin Giritlioğlu’nun adını daha yeni duyuyorlardı. Necmettin’i bilenler İsmet Demir’in anılarından biliyordu. Necmettin-Bir Devrimcinin Hatırası kitabının yazarı Can Şafak, şöyle demiyor muydu zaten? “Beni bu kitabı yazmaya iten, Necmettin Giritlioğlu gibi bir büyük devrimci hakkında bilinenlerin bu kadar az olması karşısında yıllarca duyduğum üzüntü olmuştu. Bu kitap, bu boşluğu doldurmak için bir umut olur mu, duygusuyla…”
Her dönemin kendi dinamikleri var. ‘60’lar boyunca ve ‘70’te yükselirken sol, parlarken işçi ve sendika hareketi, yaygınlaşırken üniversite işgalleri, boykotları, ne olmuştu da irtifa kaybı yaşanmaya başlamıştı? Darbelerle kesintiye uğrayan özgürlükler, kesintisiz karanlık can yaktıkça yakıyor, küreselleşme, teknoloji derken yükselişe geçen yılgınlık ve umutsuzluk mu oluyordu? Sadece zaman değil işçi sınıfının profili de değişiyordu. Sendikaların da. Sendikacıların da.
Fukara Tahir de, Yalınayak İsmet de, Necmettin de birer kendiliğinden liderdir. Peşlerinden binleri sürükleyen… Sendikanın başında, işçilerin arasında, o eylemden bu eyleme bizzat katılan…
Bugün Türkiye’de devresel olarak azalıp çoğalsa da sayıları zaman zaman 2 milyona varan kayıtlı yapı işçisi var. Resmi verilere göre yapı işkolunda kayıtdışı istihdam oranı yüzde 35’in üzerinde. İşkolunda 8 de işçi sendikası var. Geçmişte 150 bin üyesi olan Türk-İş’in şimdi 50 bine ulaşmıyor üye sayısı, diğer sendikaların ise olsa olsa 2 bin üyesi var. “Üye dediğime bakmayın,” diyor İYİ-SEN’in Başkanı Ali Öztutan; “Hepsi arkadaşımız!” Yapı işkolu sendikalaşma oranının en düşük olduğu işkollarından biri, yüzde 4’ü biraz geçiyor bu oran. Niye bu kadar zor yapı işçilerini örgütlemek? Fabrikalarda olduğu gibi bir süreklilik yok yapı işkolunda. İşler geçici. Bazen 3 hafta, 4 hafta, bazen 3 ay, 5 ay ya da olsun 9 ay. Sonra işsizlik, sonra yeniden başka bir iş, başka bir şantiye… Dev Yapı-İş’in Başkanı Özgür Karabulut’un dediği gibi yapı işkolunda sendikalar “elek” gibi. Bugün eleğe takılan yarın elekten düşüyor. Bu sefer yeni işçiler sendikalı olsun diye çalışılıyor, onlar da daha sendikalı olmaya yeni ikna olmuşlarken, belki daha üye bile olamadan gidiyorlar iş sürelerini doldurup. Aynı eski zamanlarda olduğu gibi. Değişen bir şey yok. Özgür Başkan, “Yine taşeronlar kanalıyla işe girip çıkıyorlar eskiden olduğu gibi…” diyor. Aynı 60 yıl önce Fukara Tahir’in dediği gibi, “Taşeronluk en çok bu işkolundadır. Örgütlenmek de en çok bu işkolunda zordur.”
30 yıllık İşçi, “Bordroma baktım. 103 firma sigortamı ödemiş. Tabii kayıt dışı çalıştığım daha fazla. 170-180 firmada çalıştım” diyor. Varın düşünün işin yapısı gereği geçiciliğini, mücadelenin ve örgütlenmenin zorluğunu…
Yaşı en çok 30’undaki İşçi, “Aslında örgütlenmeye çok açık bir alan ama iş geçici olunca mücadele kalıcı olmuyor” diyor; “8 sendika içinde de yapı işçilerinin meselesini kendine dert edinen, gerçek anlamda mücadele eden 3 sendika var: İnşaat-İş, Dev Yapı-İş, İYİ-SEN”. Üçü de birbiriyle dirsek temasında. Dev Yapı-İş DİSK’e bağlı, diğer ikisi bağımsız. Aynı işkolunda ayrı sendikalar olsalar da düşleri ortak.
Peki ya Yol-İş? “Yol-İş, 3. Havalimanı inşaatının ortak girişimcileri Limak-Kolin-Cengiz-Mapa-Kalyon firmalarına bağlı çalışan işçilerin Türk-İş’e bağlı zorunlu sendikası” diyor İşçi. Hani asgari ücret belirlendiğinde başkanı mikrofonun azizliğine uğrayan Türk-İş’in sendikası…
Can Şafak’ın Morrison’un Yapı İşçileri kitabını okuduğunu söyleyen İşçi, “Kitapta anlatıyor. ‘60’larda ‘70’lerde aracılar var. Sizi işe sokuyorlar, maaşınızdan komisyon alıyorlar. Şimdi bu çok fazla yok. Tek tük duyuyoruz. Adam akrabasını köyünden şantiyeye getiriyor, seni bu şantiyeye işe sokarım ama maaşından bana 50 lira, 100 lira, 200 lira… İyi bir maaşa sokuyor. Halbuki o olmasa da o maaşı alacak. Çünkü o maaşı veren kişi o değil” diyor.
Şimdi işe girmek için tanıdıklar, dostlar, akrabalar aracı. Kim kimin hemşerisi, birbirini kolluyor, hemen haber uçuruyor memleketlisine.
Eskiden bir uçtan bir uca yorganını döşeğini sırtlayıp iş aramaya gelen işçi artık işini ayarlayıp geliyor. Ya amcaoğlu, dayıoğlu memleketi arayıp “İş var, kalk gel!” diyor. Ya da o arayıp “Ben memleketteyim, iş olursa bana haber ver” diye tembihliyor şantiyedeki akrabasını. Ya da Whatsapp’tan yazışarak anında haberdar ediyorlar birbirlerini. İşçi, “Gelip buralarda sefil, rezil olmaktansa, parasını harcamaktansa evinde zamanını geçirip iş bulduğu zaman, sadece sırt çantasıyla geliyor. Çünkü gittiği o büyük şantiyeler ondan kazandıklarıyla ona bir yatak bir döşek bir battaniye verdiği için artık onları getirmesine gerek yok. Mesela pazartesi işbaşı yapacak, pazar akşamı yola çıkıyor, bir akrabası tanıdığı dostu yoksa, iniyor, direkt şantiyeye gidiyor, giriş işlemlerini yapıyor ve şantiyede kalmaya başlıyor. Bittiği zaman da aynı şekilde çıkışını aldığı gibi otogara gidip otobüse binip evine gidiyor” diyor.
2011 Van depreminden sonra bütün şantiyelerde artık en çok Vanlılar var. Okullarını bırakmak zorunda kalan, bir daha okula gidemeyen Vanlı öğrenciler, evlerini, işlerini kaybeden Vanlılar, bugün İstanbul’da yapı işkolunun işçileri. Sonrası eskisiyle aynı: Dersim, Diyarbakır, Kahramanmaraş, Bingöl, Kars, Samsun, Ordu, Afşin, Elbistan, Adana, Osmaniye’den kalkıp geliyor işçiler… İstanbul’daysa işçi yoğun semtler, Anadolu yakasında Sancaktepe, Sarıgazi, Avrupa yakasında Esenyurt, Şirinevler.
Torunlar’da asansörün düşmesiyle yaşanan iş cinayeti sonrası eylem yapan 31 işçinin 30’unun da Dersimli olduğunu öğreniyorum.
Diyor ki işçiler, bugün sendikaları destekleyecek güçlü bir parti olsaydı, her şey başka olurdu. “60’larda TİP’in o devrimci dinamiği, kitlesel bir varoluşu, 15 milletvekilini Meclis’e sokması, yürütülen devrimci bir siyaset, o zamanın devrimci dinamiğinin lokomotif görevini görüyor. Bugün evet HDP var, ama o genel olarak ele alıyor. İşçiler özelinde değil. Kısmi olarak ele alıyor, evet emek çalışması var, bir şeyler yapıyor ama, TİP sadece işçilere yönelik sınıf mücadelesi veriyordu” diyor içlerinden bir İşçi. Hem parti olmadığı hem üniversite gençliğiyle dayanışma yaşanmadığından sendikal mücadelenin güdük kaldığını vurguluyor. O zamanlar Denizlerin, Mahirlerin verdiği desteği bugün verecek gençlerin çoğunlukla geride durduklarını aktarıyor. İşçi, “Bu da bir bakıma doğal!” diyor; “Çünkü, bu arkadaşlar mesela öğretmenlik okuyor, bitirince kamuda iş bulmak istiyor. Güvenlik soruşturması diye bir şey var, 6 ay süren. Orada bütün şeceresi çıkıyor. Şimdi bu arkadaş bir eyleme destek vermeyi bırakın bir yere imza atmaya bile çekiniyor haklı olarak. Evet, Kolektifler var, Dev-Lisliler var, HDP Gençlik var, gelip direnişlere destek veriyorlar, bu arkadaşları kayırmak gerek, ama o kadar.”
Bu durumda, sendikaların siyasete yaklaşımı nasıl oluyor? “Bunu sendika belirlemez. Bunu belirleyecek olan siyasettir, yani partilerdir” diyor İşçi. Ve sürdürüyor: “Bugün bütün sendikaları içine katarak konuşacak olursak, sendikaların içerisindeki devrimci arkadaşlar ellerinden geldiğince devrimci bir mücadele tarzı ortaya koysalardı Dev Yapı-İş de dâhil, başka olurdu. DİSK hâlâ aynı DİSK. Başına kocaman bir D’yi koyuyor; Devrimci… Ama işte kitapta da yazıyor; Hikmet Kıvılcımlı’nın öğretileri hâkim diye ‘Biz aramızda komünist sendika istemeyiz!’ diyor. O ‘Devrimci’ kelimesinin kriterleri nedir ben bilmiyorum. Mesela bir komünisttir devrimci olan. Onlara göre devrimci ne? Sosyal demokratlar devrimci oluyorsa onlara göre…”
Diğer İşçi, o dönemin siyasetini belirleyenin devrimciler, devrimci partiler olduğunu söylüyor… Asıl kitleye sahip olanın onlar olduğunu… “Bugün öyle değil…” diyor. “Niye? Çünkü, siyasi partilerde öyle kitle yok. Yani binlerce insanı sokağa dökecek kitleye sahip değiller.”
Can Şafak “Mesela senin öğrenim durumun nedir?” diye soruyor bir işçiye. “Üniversite mezunuyum” diyor işçi. “Çalıştığım şantiyede biz otuz kadar işçi dış cepheyi yapıyoruz. Aramızda atanamayan üç öğretmen var. Atanamadığı, iş bulamadığı, KHK’li olduğu için yapı işçisi olan üniversite mezunları var. Mimarlık okumuş, hukuk, gazetecilik bitirmiş işçiler… Ama en çok atanamayan öğretmenler… Ben de işletme mezunuyum. Ayrıca üniversite öğrencileri de var aramızda. Tıp okuyan bile var” diyor.
Gün, Fukara Tahir’in kahvehanesini dolduran kasketli poturlu, ayakları lastikli, okuma yazma bilmeyen ya da ilkokul diplomalı işçilerden üniversite diplomalı yapı işçilerine varmış. En azından %10’luk bir oranda tahminen… Varın, düşünün işsizliğin, geleceksizliğin vardığı yeri ve o kritik noktayı. İşçi diyor ki, “Üniversite mezunu ama usta değil! Eskiden bir usta dediğiniz zaman kendi bölümünde birçok şeye hâkim bir ustadan bahsederdik. Ve bu insanlar eğitimsiz, çekirdekten, inşaattan yetişme, babadan ya da akrabasından inşaatçı olan insanlardı. O zaman bir öğretmen ya da bir mühendis kolay kolay ben ustayım diye çalışamazdı. Ama şimdi… Mesela siz boya ustasısınız. Artık diyorlar ki: ‘Sen sadece şu köşe işini yapacaksın, kesmeleri yapacaksın!’ Ya da: ‘Sen sadece alçı vuracaksın. Gerisine karışmayacaksın!’ İşi kendi içinde de parçalayarak daha yapılabilir, herkesin yapabileceği bir iş haline getirdiler. O atanamayan öğretmen de gelip buralarda çalışıyor, üniversite öğrencisi de KHK’li emekçi de… Ben inşaata ilk girdiğim zamanlarda böyle bir durumla karşılaşmıyordum. O zaman nitelikli ustalar vardı; okumamış, öğrenimi ilkokul, en fazla ortaokul mezunu insanlar, işlerinde her şeye hâkim insanlar… Usta gerçek anlamda işini nasıl yapacak, neresi tehlikeli, nasıl işi yürütmesini bilirken, işte hiç işten anlamayan bir adam geliyor, usta olarak işe başlıyor. İsterse üniversite mezunu olsun… İşi bilmiyor… Biz babadan inşaatçıyız. Çocukluğumuzdan beri bu sektördeyiz. O öyle mi? İş, iş cinayetlerine varıyor. ‘İşe bir hafta önce başlamıştı, ya da işte inşaatta ilk günüydü, iş kazasında hayatını kaybetti.’ diye haberler çıkıyor ya. İş cinayetlerinin özü budur.”
Eskinin iş kazaları bugün artık iş cinayetleri… Bir kader değil işçi ölümleri. Krizde havasını, suyunu, yeşilini, toprağını alıp her yeri betonlaştırarak yükselen inşaat sektörü, işkolunu herkesin yapabileceği, herkesin girebileceği, herkesin hayatını kazanabileceği bir işkolu olarak sunulunca, iş ve can güvenliği sağlanmadan işe bodoslama daldırılan İşçi’nin yaşamak için girdiği iş, yaşamının sonu, mezarı oluyor. Hayatını kazanmak mı? Hayatını kaybediyor işçi. İşçi, “Bu ülkede yapı işçilerinin yoğun geldiği yerlerde neredeyse her ailede iş cinayetine kurban gitmiş bir evlat vardır” diyor.
Öbür İşçi vurucu bir hesap yapıyor: “Her yıl iş cinayetlerinde 2000 işçi ölüyor. Bunun %30’u ortalama inşaat işkolunda. Genelde de birinci sırada. Diğer İşçi ekliyor: “Türkiye’de 2 yıl önce 2,5 milyon yapı işçisi çalışıyor. Yılda 2000 işçi ölüyor; 1800-2000… O civarlarda. Şu an yaklaşık 1 milyon 200-300 bin yapı işçisi çalışıyor ve rakam aynı rakam yine. Orana vurduğunuzda krizde iki katına çıkmış oluyor işçi cinayetleri. 2,5 milyon işçi çalışırken de 2000 işçi ölüyor, onun yarısı kadar işçi çalıştığında da aynı rakam; 2000 işçi ölüyor. İş güvenliği uzmanı da patronun ücretli işçisi gibi çalışıyor. Bağımsız değiller. Böyle de bir durum var.”
İşçi, üniversite öğrencilerinin işçi olmak istemediklerini anlatıyor. “Çünkü memleketimizde ne yazık ki işçi olmak, ‘Ben ameleyim’ demek ayıp bir şey. Düşük maaşlı çalışmak demek. Emir kulu demek. Sanki mimar olunca emir kulu olmuyormuş gibi. Böyle bir sıkıntı var. Hepsinde değil, çoğunluğunda ben bunu görüyorum. İşçi dediğin zaman onlara küfretmiş, hakaret etmiş gibi oluyorsun. Üniversite mezunu olan mühendisler, mimarlar ise kendilerini işçi diye tanımlamıyorlar bile. Böyle bir sıkıntıları var onların. Tamam, beyaz yakalı olabilir ama o da işçi. O da bir ay çalışmazsa ikinci ay kirasını ödeyemeyecek. Hepsi değil ama çoğu kendisini işçi olarak tanımlamaya çekiniyor.” Onlarla konuştuklarında hele bir senli benli konuşsunlar, hemen hadlerini bildiriyor onlara mühendisler mimarlar. İşçi anlatıyor: “Bir mimarla, bir mühendisle tartışırken, ‘Yahu sen de işçisin!’ dediğin zaman ‘Ben mühendisim’ diyor adam. E sen de işçisin yani. Sen de maaşlı çalışıyorsun. O baret farkıdır senin görevini belirleyen. Ne mezunu olursan ol, işçisin.” Bilmiyorlar mı ki; “Ve elbette ki, sevgilim, elbet,/dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,/ dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla/bu güzelim memlekette hürriyet…”[2]
Dün de öyle değil miydi? İşçinin acı tebessümü yüzünde: “İşçiler için, güvenlik güçlerinin işçi sınıfının yanında yer alacağı düşüncesi 15-16 Haziran direnişinde işçiler öldükten sonra öldü. Bugün bütün işçiler biliyor; karşı karşıya geldiklerinde asker ve polisin patronun yanında yer alacağını… Bu korku var. Aslında o dönemde, o büyük eylemlerde bu düşüncenin çok etkili olduğunu düşünüyorum. Polis ile askerin yanında olduğunu düşünerek, onu hayal ederek, daha cesur, daha gözü kara giriyorlar eylemlere.” Cesaret bulaşıcı olsa da bugün bulaşıcı olan korku. Ama unutulmamalı… Yılmaz Güney’in Salpa’da dediği gibi korku birike birike cesaret olur.
Şimdi nerede ‘60’lardaki ‘70’lerdeki o devrimci yükseliş? Nerede o sendikal mücadele? Bir irtifa kaybı yaşanıyor; umuttan suskunluğa, büyük bir çabadan yılgınlığa düşüş…. Bugün, dünden geri. Can Şafak, ‘83’te, ‘84’te 12 Eylül’den çıkmış sendikaların üstünde müthiş bir baskı olduğunu, toplu sözleşmelerin o baskılarla yapıldığını, başarılı olamadığını, ücretlerde müthiş bir erime olduğunu, ‘89’da bıçak kemiğe dayanınca işçilerin meşhur Bahar Eylemleri’ni yaptıklarını, kamudan başlayarak birçok yerde direnişe geçtiklerini ve’ 89’da birçok işkolunda birbiri ardına grevler yapıldığını anlatıyor. Ve bu işçi hareketinin, ücretlerde hemen yükselişi getirdiğini… ‘91’de Zonguldak’tan Ankara’ya büyük madenci yürüyüşünü… Ve ‘94 krizinden sonra sendikaların yavaş yavaş güç kaybetmeye başladıklarını… Bir çözülme dönemi yaşandığını… Şafak, “Şu anda sendika hareketinin içinde bulunduğu koşullar, sendikaların ilk kurulduğu zamanlardan daha kötü… 1946-1947 sendikacılığı döneminde ne grev hakkı vardı ne toplu sözleşme hakkı doğru dürüst vardı… Ama, o zamanlar umut vardı, bir hareket vardı, sendikacılar gerçekten bir şeyler yapmak istiyorlardı. Büyük bir çaba vardı. Talepler ortaya koyuyorlardı. Toplu sözleşme hakkı istiyorlardı. Grev hakkı istiyorlardı. Tartışıyorlardı. Şehirlerde işçi birlikleri kuruldu. Konfederasyon kurdular. ‘52’de Türk-İş’i… beğen ya da beğenme; ama önemli bir birlikti. Gelişmeye doğru bir hareket vardı. Bu, 1960’larla birlikte, doruğa kadar çıktı. 80’e kadar devam etti bu hareket. Bugün tam tersine suskunluk var, bir çekingenlik var! Sendika hareketi var olanı koruma kaygısına düşmüş, onu da koruyamıyor. Sendikalara baktığımız zaman %8-%9 sendikalaşma oranı var. Çalışanların büyük kesimi taşeronla çalışıyor sizler gibi. Ve buralara sendikalar giremiyorlar. Umut kesmemek gerek ama…” diyor.
Bugün sendikalar işçi haklarını yükseltmek, yeni haklar elde etmek bir kenara, var olan hakları korumaya çalışıyorlar. Dev Yapı-İş Sendikası’nın Genel Başkanı Özgür Karabulut’un dediği gibi, “Az taviz vermek çok kaybetmektir” aslında. “Ne zaman ki savunma pozisyonundan çıkarız o zaman gelişiriz. Savunmada kaldıkça uzlaşma zemini arıyorsun, sen uzlaştıkça güçsüzleşiyorsun, güçsüzleştikçe de sermaye sana o oranda saldırıyor” diyor Özgür Başkan. İşçi, “Uzlaşma üzerinden sendikacılık yapılıyor” diye hayıflanıyor.
Dün Necmettin’in okuduğu Demir Ökçe, 3. Havalimanı’ndan Şehir Hastaneleri şantiyelerine geçen işçilerin kurduğu komitede ilk okudukları kitap. Jack London’ın 1906’da yazmaya başladığı 1908’de yayımlanan Demir Ökçe…
14 Eylül 2018. Yağmurun altında servis bekliyor yapı işçileri. Mesai 8’de başlıyor ama servis araçlarına binebilmek için 6’da sıraya girmek gerekiyor. Kayıtlı 31 bin işçi çalışıyor bu şantiyede. 20 bini gurbetçi, 10 bini İstanbul’dan. Mesai 8’de mi başlıyor dedik? İşçi 5.30’da kalkıp 6.00’da kuyruğa girip yağmur altında, kuş uçmaz kervan geçmez, dışarıya tamamen kapalı, çırılçıplak bırakılmış arazinin ortasında, bir buçuk iki saat upuzuuuun kuyrukta bekliyorsa, mesai 6.00’da başlıyor demektir. Yeni servis araçları şefler için, makasları kırık yan yan giden eski araçlar işçiler içindir. Her biri 26-50 kişilik. Sabahın erken saatleri. İstanbul uyurken, dünyanın en büyüklerinden olacak havalimanının duyurulan tarihte açılabilmesi için uyumayan işçiler sırada bekliyor. Vücutlarında tahta kurusu ısırıkları. Öyle böyle değil. 3. Havalimanı inşaatı için göletler kurur, kesilen ağaçların kökleri dozerlerle kazınır, ormanlar yok edilir, yok edilen ormanlarla birlikte sincaplar, kaplumbağalar, mandalar, geyikler, karacalar, domuzlar, kuşlar yurtlarından olurken, tahtakuruları yurt belliyor işçilerin bakımsız barakalarını. İşçiler bir yandan gerçek anlamda kaşınmaktan uyuyamıyor, bir yandan bazısı pazar dâhil haftada 66 saat çalıştığı için uyuyamıyor. “Haydi acele et!” diyor başlarındaki taşeron firma. İçlerinde günde kesintisiz 24 saat çalışan var. Sonrasında 6-7 saat uyuyup (daha doğrusu sızıp) yeniden işinin başına geçen; servis kuyruğunda, ağzına bir şey atmadan, sırasını bekleyerek… Düşünün ki önünüzde üç yüz kişi var. Sıra size ne zaman gelecek belli değil. Bindin bindin, binemedin 8’i 2 geçe işbaşı yaptın; yarım yevmiyen kesilecek. Bir tek servis beklerken değil yemekhanede de kuyruk alıp başını gidiyor. Sıra sana gelirse ne âlâ. Taşeronlar acımasız. Ücretlerini alamadıkları için hak talep eden işçiyi saate bakmaksızın işten çıkartılabiliyorlar. Kuralsızlık kural olmuş. Araç yok. Ulaşım yok. İşten atılan işçiler Arnavutköy’e yürüseler (Boğaz’daki Arnavutköy değil tabii…) en az 5-6 saat yürümeleri gerekir. Sabahın köründe bunları düşünüp sırada beklerken biri diyor ki, “Yeter artık!”
Ses servis kuyruğu boyunca yankılanıyor. “Nedir bu eziyet! İnsan mıyız köle miyiz biz?” Tabandan geliyor, işte böyle kendiliğinden kopuyor fırtına. Aynı Ali Öztutan’ın dediği gibi: “19. yüzyıl çalışma koşullarında, örgütlü bir öncü yoksa, işçi sınıfının yapacağı kendiliğinden eylemlerdir.” Orada, daha sendika nedir bilmeyen, “Köle değil işçiyiz!” diye slogan atan, ilk gün birinci kampın işçilerini ancak topladıkları, onu almaya vakit kalmadığı için ertesi günkü operasyonda alınıp cezaevine götürülen Batmanlı İşçi, diyor ki, “O sabah servis kuyruğunda biri konuştu, sonra o binlere yayıldı, öyle görkemli bir şey oluştu.”
3. Havalimanı işçileri ayaktadır. Sabahın altı buçuğunda bütün işçiler aşağıya inmeye başlarlar. Hepsi bir ağızdan haykırır: “İnşaat işçisi köle değildir!”, “Yönetim istifa!” Sonra işçilerin ıslıkları yankılanır koca alanda. Ama ne ıslık! Jandarma müdahale eder. Ama geri çekilmek zorunda kalır, dört yüz işçi gözaltına alınır. Başından beri süregiden sorunlara karşı eylemler yapsalar da seslerini duyuramamışlardır. (4 kişilik odalarda 6 kişi kalmasını protesto etmişlerdir, servis kuyruklarını da yüzde yüz önlenebilir kazaları da işçi ölümlerini de… “İş cinayetleri çözülsün” diyenler onlardır…) 14 Eylül’deki eylemle ve çekiç tutan, yapı yapan, dünya kuran elleriyle yazdıkları talep listesiyle seslerini duyururlar. Taşeron firmalar korkar. Ali Öztutan diyor ki, “Kaleleri düşerse, bütün şantiyeler onların, 3. Havalimanı’ndan sonraki en büyük şantiye Şehir Hastaneleri de onların… O şantiyeler de düşer.”
Özgür Karabulut da 3. Havalimanı şantiyesine gelip bir konuşma yaptığı için gözaltına alınır. Neden 3. Havalimanı’nda çalışmadığı halde oraya gelip de konuşma yapmıştır? Dev Yapı-İş’in Genel Başkanı, oraya; işçilerin yanına gitmeyecek de nereye gidip konuşma yapacaktır? On binlerce işçinin o gün ilk defa yüzünü gördükleri, sesini duydukları Özgür Karabulut’un sözleri hepsinin kulağındadır artık: “(…) Bugünkü direnişiniz ülkenin Orta Çağ koşullarında çalışma koşullarında yaşadığınızın göstergesidir. (…) Biz örgütlü olursak, biz direnirsek değiştiremeyecek gücümüz yok. Daha önceki inşaat şantiyelerinde de oldu burada da olacak.”
Öyle bir kendiliğinden ayaklanış olmuştur ki, sendika işçilerin gerisinde kalmıştır. Yapı işkolunun sacayağı olan Dev Yapı-İş, İYİ-SEN ve İnşaat-İş, 3. Havalimanı’ndaki direnişle örgütlülüğü güçlenlendirmek için kolları sıvar.
61 işçi yargılanır. 31’i tutuklanır, 30’u serbest bırakılır. İçlerinden sadece 4’ü sendikalıdır ama onlar da 3. Havalimanı çalışanı değildir. Dev Yapı-İş Sendikası Başkanı Özgür Karabulut’un, İnşaat-İş Sendikası yöneticilerinin ve işçilerin yargılandığı 5 Aralık 2018 tarihinde sosyal medyanın gündemini belirleyen etiket (hashtag) “ÜçüncüHavalimanıİşçileriYargılıyor” etiketidir. Yemekhaneden dönüştürülmüş duruşma salonunda “DİSK Dev Yapı-İş Genel Başkanı olarak kölece çalışma koşullarına karşı mücadele vermek benim görevimdir. Bu görev bilinciyle orada bulundum. (…) Yaptığım hiçbir şeyi reddetmiyorum. İşçilere anayasadan, uluslararası hukuktan doğan iş bırakma çağrısı yaptım ve bunun nasıl örgütlenmesi gerektiğini anlattım. Sözümüz dışında, üretimden gelen gücümüz dışında başka bir silahımız da yoktur” diyerek savunmasını yapan Özgür Karabulut ve 3. Havalimanı’nın tutuklu bütün işçileri hakkında tahliye kararı verilir.
3. Havalimanı işçilerinin talepleri önce kabul edildi denilir. Sonra sıra sözleri tutmaya gelince: Evet 3 hafta sonra barakalar ilaçlanır. Ama tahta kuraları terk etmez barakaları. Evet, servis sırası beklerken yağmura ya da güneşe karşı korunaklı yerler yapılır. Evet, servis kuyruğunda daha az beklenir… Ama servisler çoğaltıldığı için değil, işçi sayısı azaldığı için… Şimdi işçiler servis kuyruğunda beklerken tepelerinde bir drone uçar. Çalışırlarken arkalarından iş güvenliği uzmanından çok jandarma geçer. Hani neredeyse, “Bari şurdan matkabı uzatıver!” diyecektir onlara işçiler… Evet, ücretler alınır. Kimi taşeron firma, belirli bir tutar öder, kimi asgari değil; hak edişlerinin çok altında bir ücret verir. En iyi firma, işçinin mesaisini vermez, sigortasını eksik öder, AGİ’sini (asgari geçim indirimi) vermez. En iyisi bunu yapar. İYİ-SEN Genel Başkanı Ali Öztutan, “İnşaatta en iyisi budur.” diyor; “Kıdemini, ihbarını, pazarını vermezler. Aylarca maaş vermez. Sonra işçinin alacağının çok altında bir toplu para verip hesabı kapatmak isterler. İşçi zaten haftada 66 saat çalışmış, yıllık izne çıkmamış, ‘Hayır, bütün hakkımı istiyorum’ dediğinde kapının önüne koyarlar.”
2013’te ihalesi yapılan, 1 Mayıs 2015’te inşaat süreci başlayan, Limak-Kolin-Cengiz-Mapa-Kalyon Ortak Girişim Grubu tarafından İstanbul’un kuzeyinde 76 milyon metrekarelik dev bir alana; yani 3 Kadıköy büyüklüğündeki yere inşa edilen 3. Havalimanı 30 bin işçinin; o Vanlı, Dersimli, Osmaniyeli, Karadenizli çocukların, o isimsiz kahramanların alınlarının teri, bileklerinin gücü, yüreklerinin koruyla açılır. 29 Ekim 2018’de, Cumhuriyetimizin 95. yıldönümünde, görkemli bir törenle… Oysa, Ali Öztutan’ca dersek: “3. Havalimanı’nın açılışı 14 Eylül’deki direnişle gerçekleşti.”
Son değerlendirme Ali Öztutan’dan: “3. Havalimanı eylemi, kendiliğinden olmasa Türkiye’de sadece inşaat alanında değil sınıf mücadelesi bakımından çok farklı seyir izlerdi. Talepler kabul edilirdi edilmezdi onu demiyorum… Türkiye’de belki bir 15-16 Haziran, belki bir Bahar Eylemleri kadar olmasa da yeri çok farklı olurdu.”
Onlar, işçi direnişlerinin, şantiye işgallerinin en önünde saf tutanları, sendikal mücadelenin, emeğin, iyiliğin, dürüstlüğün insanları, 100 Barış Portesi[3]’nden altısı, yapıya can veren, 10 Ekim 2015’te Ankara Garı’nda canlarından edilen yapı işçileri; Serdar Ben (Maviş), Tekin Arslan, Erol Ekici, Tayfun Benol, İsmail Kızılçay, Gazi Güray… Mirasları Fukara Tahir’in, Yalınayak İsmet’in, Necmettin’in miraslarıyla eştir yapı işçilerine. Onlar sınıf sendikacılığı ilkesiyle 2014’te kurdukları bağımsız İnşaat-İş’in (İnşaat İşçileri Sendikası) altı üyesi ve yöneticisi, emektarları, direnişçileri… İşçilerin, mücadeleleri ve yaşamları önünde saygıyla eğildikleri… “Onların acısını şantiyelerde, sokaklarda direniş dilimizi güçlendirerek güçlü bir dinamiğe dönüştürmeye çalışıyoruz” diyen İnşaat-İş’in sözleri 3. Havalimanı direnişiyle vücut bulur.
3. Havalimanı’nda 14 Eylül’ü yaşamış İşçi, “Orda çalışırken doğa konusunda bilinçli değildim. Sadece işime bakıyordum. Bu benim işim diyordum. Kuzey Ormanları’nın ve orda yaşayan canlıların can çekiştiğinin ayrımında değildim. Şimdi bu eylemle birlikte başka bir bilinç daha edindim. Şimdi üzülüyorum” diyor. O artık, ormanlar ve bütün canlılar adına da direnmek gerektiğini biliyor.
İnşaat-İş işçilerinin su ve vicdan nöbetine gidip Kazdağları’nda direndikleri gibi… Onların çadırlarını unutmak ne mümkün. Üstüne “Kaz dağları sınıf mücadelesi meselesidir.” yazdıkları… Ve artık işçiler, sadece fabrikada değil hayatın her alanında yaşamı ve yaşatmayı savunuyorlar.
Yapı işçileri metal işçilerine selam gönderiyor. “Metal işçileri, işçilerin önünü açmak zorundalar. Çünkü bir fabrika örgütlenmesiyle bir şantiye örgütlenmesi aynı şeyler değil. Onlar fabrikada yıllarca birbirlerini tanıyorlar. Aile gibi olmuşlar. Sürekli birlikteler; 10 yıldır, 15 yıldır. Sıkıntıları var; buna nasıl bir çare bulmalı, yemekhanede, çay ocağında, orda burda konuşabiliyorlar, Birleşik Metal İş çatısı altında örgütleniyorlar. Bugün bizde en büyük şantiyede; 3. Havalimanı’nda çalışan işçi en fazla 2 sene çalışmıştır yani. 3. senesi yoktur. Eğer ana firmada değilse. Ana firmada çalıştıysa en fazla 5 sene. 5 senenin içerisinde de binlerce değişik yüz görmüştür. Müthiş bir sirkülasyon… Fabrikada durum böyle değil. 3. Havalimanı’na giriş çıkış yapan 200 bin işçi var. Bu müthiş bir şey; 3. Havalimanı, her inşaat işçisinin, en azından yarısının neredeyse bir kere uğradığı, çalıştığı bir yer.”
“60 Yılda Devriyapı”yı Nâzım’ın şiiriyle açtık, Bertol Brech ile kapatayazalım.
“Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar
Çin Seddi bitince?”
Bertolt Brech’in şiirinin adı: “Okumuş Bir İşçi Soruyor.” Ben diyeyim: “Üçüncü Havalimanı İşçisi Soruyor”… Siz deyin: “Torunlar İşçisi Soruyor”… Ve şiir “İşte bir sürü olay sana./ Ve bir sürü soru” diye sonlanırken biz de sonlandıralım yazımızı.
“60 Yılda Devriyapı” dedik. Fukara Tahir’den Yalınayak İsmet’e, Necmettin’den 3. Havalimanı işçilerine geldik. Emeklerinin karşılığında sadece ekmek değil, yaşanılır, insana yakışır bir yaşam istemekten vazgeçmeyen insanlara… Vazgeçmediklerimizle insan olmuyor muyuz zaten?
Fukara Tahir’in bütün işçilere, işsizlere açtığı kapıdan siz de girin. Görün sendikacının en hasını. 3 Mayıs 1962’de Ulus’tan Meclis’e siz de koşun Yalınayak İsmet’le, ki görün hak nasıl söke söke alınıyor. Sendikacı nasıl oluyor? Necmettin’le siz de gidin Ereğli’ye, Aliağa’ya. Dediği gibi; dünyanın en güzel şeyini yapın onunla. Görün, nasıl da direnir insan. Aliağa’da tutun ellerinden Necmettin’in. Evde, işyerinde, sokakta, yolda, köprüde, hastanede, okulda, otelde, yerde, gökte, nerede olursanız olun, dünyayı inşa eden yapı işçilerini unutmayın… Bir gün 3. Havalimanı’na gidecek olursanız, ordaki sese kulak vermeyi de… Derinlerden bir ıslık sesi duyacaksınız. Bu ne rüzgârın, ne fırtınanın, ne cırcır böceklerinin ıslığıdır. O, hakkını arayan işçilerin 14 Eylül sabahındaki ıslığıdır… İnsanca çalışmak ve yaşamak için direnen işçilerin ıslığı… Kimilerinin kulağında küpe, boyunlarında dövme, ama hepsinin omzunda koca bir hayat, ellerinde bütün bir dünya! Onlar ki bizim çocuklarımız… Bizim kardeşlerimiz… Bizim babamızdır…
Dipnotlar:
[1] Nâzım Hikmet Bütün Şiirleri, YKY, Yapıyla Yapıcılar şiiri, S: 1555.
[2] Nâzım Hikmet, Bütün Şiirleri, YKY, S: 635
[3] Meraklısına: http://101015ankara.org/baris-portreleri/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.