Savunucuları tarafından neoliberalizme geçişin sermaye artışına sebep olacağı, bu sayede dünyada refahın artacağı, işsizliğin azalacağı iddia ediliyordu. Gerçekten de küresel kapitalist kuralların yerleşmesiyle birlikte, karlılık ve sermaye birikimi arttı fakat bu varlıklar eşit şekilde dağıtılmadı
İnsanca yaşayabilmek için her yıl milyonlarca kişi hayatını riske atarak göç yollarına düşüyor. Göç etmenin motivasyonu ekonomik olabildiği gibi, insanlar, savaş veya doğal afet gibi sebeplerle de evlerinden ayrılmak zorunda kalabiliyor. Yönetenler, göçün artmasının nedenlerine yoğunlaşmaktansa göç edenler üzerinde durmayı tercih ediyor. Bu sebeple 2015 senesinde karşılaştığımız gibi, göçün sebepleri değil de (zorla) göç etme hali kriz olarak tanımlanıyor; mülteci krizi gibi. Kronikleşen “göç(men)/mülteci krizini” anlamak ancak konuya tarihsel bakış açısıyla yaklaşarak ve yüzeysel gerçeklerin ardına bakıp asıl sebepleri bulup çıkararak olur. Çünkü sorunun kaynağını anlamazsak sorun bir şekilde bize değene kadar tepki vermemiz gerektiğini bile anlayamayız. O an geldiğinde de genelde tepkimizi yanlış yere yöneltiriz.
Bu yazıda hem yerinden edilen hem önüne sınırlar çizilen, duvarlar örülen ve böylelikle güvencesizleşen – prekaryalaşan göçmen/mülteci işçi üzerinde duracak ve bu amaçla şu soruların cevabını arayacağım: Dünya genelinde 70’li yılların başından itibaren sermaye kendine nasıl bir yol çizdi, devlet bunun neresinde yer aldı, bu atmosferde, 60’ların sonunda tuttuğunu koparan sendikalar nasıl bir dönüşüm geçirdi, işçiler nasıl yalnızlaştı, güçsüzleşti, güvencesizleşti ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde gittikçe “göçmenleşti”?
Bu yazı dizisi 3 bölümden oluşuyor, birinci bölüm 80’ sonrası neoliberalleşen dünya ve bunun sendikalar ve işçi sınıfı üzerindeki etkisi üzerine yoğunlaşıyor. İkinci bölüm globalleşmenin sonucunda yaşanan mekansal dönüşümler, ortaya çıkan yeni uluslararası iş bölümü ve artan göç üzerine odaklanacak, ve son bölüm ise günümüzde gittikçe kötüleşen güvencesiz çalışma koşulları ve göçmen özellikle kadın işçilerin mücadele etmek zorunda kaldığı alanlar üzerine olacak.
“Ezilenler, gömün ayrılıklarınızı!”
Bertolt Brecht’in bu çağrısı güncel olduğu kadar gerçekleştirmesi oldukça zor bir çağrı. Fakat günümüzde ayrılıkların terk edilmesine her zamankinden daha çok ihtiyaç var, çünkü özellikle neoliberal politikalar ile birlikte dayanışmanın gittikçe azalması ve akabinde şiddetlenen rekabet işçiyi daha da yalnızlaştırdı, göçmeni daha da ötekileştirdi. Neoliberalizm kapitalizmi ısıtıp genleştirdi. Böylelikle hem daha ince her an kopması mümkün bir ip üzerinde yürür oldu işçi sınıfı, hem de hep o ip üzerinde tek başına ve en hızlı olmak zorunda bırakıldı. Neoliberal politikalar, kapitalist sistemde de aranan niteliklerin önüne “daha” ekledi. Daha hızlı, daha verimli, daha ucuz, daha güvencesiz, daha yalnız, daha esnek iş gücü.
On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu adlı kitabında David Harvey krizlerin kapitalizmin yeniden üretimi için gerekli olduğundan bahseder. “Kriz süreçlerinde kapitalizmin istikrarsızlıkları yaşanır, yeniden biçimlendirilir ve yeniden planlanır, böylece sonunda kapitalizmin yeni bir versiyonu sahnede yerini alır”[1]. Global krizler sayesinde uluslararası kuruluşlar, özel şirketler ve devletler arasında anlaşmalar yapılır. Bu anlaşmalar krizin sona ermesi için gerekli, zorunlu, alternatifsiz adımlar olarak nitelendirilir ve bu sayede uygulamaya geçirilir. Krizlerin sözümona çözümleri gelecek krizlerin sebebi olacaktır. Yüzeysel ve çelişkili çözümler sonucunda, bu krizleri asıl yaratan sebepler derinleşir ve iyice yerleşir. Krizlerin isimleri ise, hangi değişim hedefleniyorsa ona göre belirlenir; ekonomik kriz, petrol krizi, mülteci krizi gibi. Kriz yaratmak, onu kontrol ve manipüle etmek dünya kaynaklarının -adaletsiz bir şekilde- yeniden dağıtımına ortam hazırlar.
60’lı yılların sonunda yaşanan kriz, bir aşırı birikim kriziydi. Harvey aşırı birikim krizini emek fazlası (artan işsizlik) ve sermaye fazlası (piyasada kayıp yaratmadan üretken kapasite olarak kullanılması mümkün olmayan meta fazlası ve/veya karlı bir yatırım için mekan bulamayan para sermaye fazlası) olarak tanımlar ve bu fazlalıklar da azalan kar anlamına gelir. Ne var ki aşırı birikim krizine yönetim krizi denmesi tercih edildi. Durumun adına yönetim krizi denmesi, Keynesyen ekonomiyi terk etmek ve yerine neoliberalizmi getirmek için uygun ortam yaratılmasını sağladı. Amaç, önü tıkanan sermayenin yolunu açmaktı.
Hayek ve Friedman öncülüğünde, krize çözüm olarak serbest pazar ve serbest ticaret fikri gündeme getirildi. Serbest ticaretin tekel oluşumunun önüne geçtiği, rekabet sayesinde fiyatların doğal oranlarda kalacağı, işsizliği bitireceği savunuldu. Neoliberallere göre, sermayenin serbest akışı zorunluydu. Piyasaların iyiliği ve ulusların refahı için ekonominin devlet bürokrasisinden ayrılması kaçınılmazdı. Siyaset ve ekonomi iki farklı alandı ve siyaset ve siyasiler ekonomiyi yönlendirmemeliydi. Bu tartışmalara bakınca amaç devletin ekonomik faaliyetlerden olabildiğince uzaklaştırılması gibi görünebilir ancak asıl amaç, uluslararası pazarları daha ulaşılabilir hale getirmek, ticari faaliyetleri kolaylaştırmak, vergileri azaltmak için devletin rolünü değiştirmekti. Bu dönemde devlet ekonomik faaliyetlerden uzaklaşmanın aksine piyasanın kolaylaştırıcısı olarak merkezi bir role sahip oldu. Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü (WTO), ve Birleşmiş Milletler (UN) gibi uluslararası kurumlar devlet-sermaye ilişkisini güçlendirmeye, karlılığı ve sermaye birikimini teşvik etmeye, uluslararası sermaye hareketinin serbestleştirilmesi, kaynaklara kolay erişim ve genişleme hedefine hizmet etti.
Bu dönemde küreselleşme, özelleştirme, rekabet küresel pazarda büyük önem kazandı. Küreselleşme çağı, üretim sürecini dış kaynak kullanımı ile düşük ücretli ülkelere taşıyarak daha fazla ve daha ucuz üretim fırsatı getirdi. Hem şirketlerin hem de taşeronların birbiriyle rekabet halinde olması, daha ucuz üretim için olmazsa olmazdı.
1973 petrol kriziyle birlikte petrol fiyatlarının artması ve üretiminin düşmesi finansal aktiviteleri daha karlı hale getirdi. Finansal olmayan şirketler kaynak kullanımlarını üretimden finansal işlemlere kaydırdı. Gittikçe artan finansallaşma mali politikalardan finansal politikalara geçişi hızlandırdı. Finansal sistemin serbestleştirilmesi, piyasadaki borsaları ve manipülasyonları kolaylaştırdı, bu da endüstriyel üretim ve istihdamda düşüşe neden oldu, zengin ve fakir ülkeler arasındaki eşitsizliği derinleştirdi. Günümüzde finansal faaliyetler gelişmiş ülkelerde yaşamın her alanında mevcuttur ve gelişmekte olan ülkelerde varlığını gittikçe arttırmaktadır. İşçilerin bireysel gelirleri barınma, eğitim, sağlık ve sigorta için finanse edilmektedir.
Gelişmekte olan ülkelerin 70’lerden bu yana süren “borç krizi” de diğer krizler gibi, ABD-Wall Street ve Dünya Bankası (IMF) öncülüğünde yaratıldı, yönetildi ve manipüle edildi. Özellikle Latin Amerika ülkeleri neoliberal politikaların mutfağı olarak kullanıldı. Yaratılan borç tuzağı, servetin IMF’nin şok terapisi yöntemleriyle ülkeler arasında yeniden, adaletsizce dağıtılması sistemini meşrulaştırmak için kullanıldı. Bu esnada, gelişmekte olan ülkelerin neoliberalleşmekte olan hükümetleri, ABD-Wall Street ve IMF organları tarafından sunulan ve sadece istikrarsızlık getiren “istikrar” programlarını kabul etti. Kabul edilen programların sonucunda yükselen faiz oranları, bu ülkeleri döviz kuruna bağımlı hale getirdi. Borç tuzağının sonucu yüksek işsizlik oranları, varlıkların değerini yitirmesi ve daha fazla borç oldu.
Öte yandan devletler, IMF programlarının devamını sağlamak için baskı organlarını insanlar üzerinde kullandılar ve toplumsal hareketlerin önünü kesmek için ellerinden geleni yaptılar. Örneğin Türkiye’nin deneyimlediği 12 Eylül darbesi ve uygulanan askeri rejim, tepkiyle karşılaşılmadan neoliberal politikaların faaliyete geçirildiği, işçi haklarının ve sendikaların zayıflatıldığı bir dönem oldu.
Neoliberal proje, devlete sosyal sınıfları yeniden inşa etmesi ve derinleştirmesi amacıyla hegemonik bir rol vererek, sınıf temelli eşitsizliğin daha yüksek seviyelere ulaşmasına ve emeğin sermaye karsısında güçsüzleşmesine sebep oldu. Savunucuları tarafından neoliberalizme geçişin sermaye artışına sebep olacağı, bu sayede dünyada refahın artacağı, işsizliğin azalacağı iddia ediliyordu. Gerçekten de küresel kapitalist kuralların yerleşmesiyle birlikte, karlılık ve sermaye birikimi arttı fakat bu varlıklar eşit şekilde dağıtılmadı.
Neoliberalizm emeğe hem yerel hem de küresel ölçekte saldırdı. Neoliberal devletler işçi sendikalarının gücünü kırdı, esnek çalışma türleri oluşturdu (yarı zamanlı, kısa dönemli vb.), sosyal yardımları kesti. İngiltere’de Margaret Thatcher, ABD’de Ronald Reagan döneminde, işçi sendikalarını zayıflatmak ve emeği yabancılaştırmak amacıyla, sendikalar, üretim ve birikimi engelledikleri söylenerek düşman olarak gösterildi. Sistemi sürdürülebilir bir şekilde işletebilmek, üretim ve pazarın tüm alanlarında istikrarı korumak çok önemliydi ve sendikalar bu neoliberal kapitalizmin sürdürülebilirliğine karşı bir tehdit teşkil ediyordu.
Hem Thatcher hem de Reagan hükümetleri üzerinde büyük bir etkisi olan Hayek, sendikaların baskıcı güçleri yok olmadıkça ülkelerin uluslararası ticaretteki konumlarını ve aynı zamanda halklarının yaşam standartlarını sürdürmeleri için hiçbir umut olmadığını savunuyordu[2]. Bunun ve diğer birçok propagandanın bir sonucu olarak, devlet, özel şirketlerin destekçisi olarak, yasaları emek için örgütlenmeyi zorlaştıracak şekilde şirketler lehine değiştirdi. Sendika, dayanışma, kazanım sözleri zorla bıraktırıldı ve refah devletinin adı (welfare state) çalışma devleti olarak değişti (workfare state).
1987’de bir dergide yayımlanan röportajında Thatcher, çok fazla insanın, karşılaştıkları problemlerle devletin başa çıkması gerektiğine inandıkları bir dönemde olduklarından dert yanmıştır. Bunlara örnek olarak da evsizlerin devletin kendilerini barındırmasını, problemi olanların devlet yardımını talep etmelerini örnek göstermiştir. Thatcher bu insanların, sorunlarını toplum algısı üzerinde çözmeye çalıştıklarını, fakat aslında toplum diye bir şey olmadığını vurgular. Sadece bireysel erkekler, kadınlar ve bir de aileler olduğunu belirtir. Hiçbir hükümetin insanlar için bir şey yapamayacağını önce insanların kendilerine bakması gerektiğini vurgular. Bu yönlendirmelerin sonucunda neoliberal dünyada savunulan, her bireyin kendi hayatından sorumlu olduğu ve daha fazla kazanmak isteniyorsa daha fazla çalışılması gerektiği oldu. Daha iyi yaşamak, daha iyi kazanmak ve sonunda iyi bir yaşamı hak etmek için rekabetin bir parçası olmak zorunda oldu insanlar.
Nihayetinde işçi sınıfı, kabul edilmek, işlerini sürdürmek ve kovulmamak için uyumlu, uysal, kendi kendini geliştiren bir hale dönüşmek zorunda kaldı. Apolitikleşen, sendikasızlaşan ve yalnızlaşan işçi sınıfı, işçi sınıfını destekleyen yasal hakların azalmasının bir sonucu olarak, daha düşük ücretlere, daha az haklara ve daha esnek çalışma saatlerine mahkum edildi. Bu gelişmeler sonucunda neoliberalizm, sosyo-ekonomik yeniden yapılanma ve krizden kaynaklanan yıkımlardan korunmayı sağlayan yasal hakların aksine iş bulmanın bir görev olduğu temeline dayanan programlar yoluyla sosyo-ekonomik eşitsizliği önemli ölçüde arttırmıştır.
Sürekli daha fazla birikim amacıyla oluşan sermaye açlığının bir sonucu olarak, yalnızlaştırılan işçi sınırlı (veya hiç) haklarla ve daha düşük ücretlere özel şirketlerin rekabetçi taşeronları için çalışmaya zorlandı. Taşeronlar arasındaki aşırı rekabet düşük ücretlere, daha kötü çalışma ve istihdam koşullarına neden oldu ve taşeronların varlığı uluslararası şirketlerin işçinin çalışma koşullarına dair sorumluluktan kaçmasını kolaylaştırdı.
Harvey, Marx’ın kapitalizmin oluşumuna sebep olduğunu belirttiği, “ilksel birikim” pratiklerinin günümüzde neoliberal politikalarla yeniden üretilmesi ve dağıtılmasını mülksüzleştirme yoluyla birikim olarak tanımlar.
Harvey’e göre mülksüzleştirme yoluyla birikimin 4 ana özelliği vardır: Metalaştırma ve özelleştirme, finansallaşma, kriz yönetimi ve manipülasyonu, devlet eliyle yeniden dağıtım. Bu özelliklerin hiçbiri neoliberalizm ile ortaya çıkmış değildir. Fakat neoliberalizm bu özelliklerin yöntemlerini, kapsamlarını ve (yıkıcı) etkilerini çeşitlendirmiş, arttırmış, hızlandırmıştır. Bunların hiçbiri tıkır tıkır işlemez, fakat kendi problemlerinden kar üretir, hem ülke içinde hem de ülkeler arasında adaletsizliği derinleştirir. Özgür uluslararası sermaye sınır tanımaksızın ülkeler arasında gezip ucuz işçi kovalar, bu sermayelerin sebep olduğu doğa katliamları, özelleştirmeler, kötüleşen şartlar sonucunda ucuz işçi bile olamayanlar insanca yaşayabilmek adına göç yollarına düşerler. Fakat yerinden edilen bu insanlar (Marx’ın deyimiyle – peculiar commodity), sermaye kadar özgür hareket edemezler. Göçü artıran sebepler bir yandan sınırları da belirginleştirir.
Düşük ücretlerin, yüksek işsizlik oranlarının, temel hizmetlerin özelleştirilmesinin ve kullanıcı ücretlerinin getirilmesinin, krediye bağımlılığın, borçluluğun hayatın her alanına sirayet etmesiyle gündelik hayat neoliberalleşmiştir. İşçilerin işverene, gelişmekte olan ülkelerin borca ve gönderdiği göçmenin dövizine bağımlı olduğu tartışılmayan ve normal kabul edilen durumlar haline gelmiştir. Devlet desteğinin sıfırlandığı, neoliberal politikaların yerleştiği, dönemde bireysellik, bencillik, her koyun kendi bacağından asılırcılık norm haline gelmiş, bu da hak arayışlarını azaltmış ve sömürünün derinleşmesine ortam hazırlamıştır.
Finansallaşma ve globalleşme ile birlikte sermayenin ucuz emek ve ucuz kaynak arayışının taşeronlara, gelişmekte olan ülkelere yönelmesiyle, bu ülkelerdeki işçiler sweatshop gibi oluşumlarda sömürülür. İşçiler kotu, güvencesiz, tehlikeli şartlarına rağmen diğer iş alternatiflerine kıyasla sweatshopları tercih eder. Bu işler için bekleme listesi arttıkça sömürü de artar. Bir sonraki yazıda globalleşmenin sonucunda yaşanan mekansal dönüşümler, uluslararası şirketlerin dış kaynaklara yönelimi, ortaya çıkan yeni uluslararası iş bölümü ve artan göç tartışılacak.
Dipnotlar:
[1] On Yedi Çelişki Ve Kapitalizmin Sonu, David Harvey, 2014, s. 9
[2] Hayek (Margaret Thatcher foundation, 1980)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.