Özellikle son dönemde yaşanan gerginliğe rağmen İran şehirleriyle, kültürüyle, sanatıyla, insanlarıyla ve yemekleriyle gerçekten çok güzel bir ülke. Yollarımız bir daha kesişir mi, kesişirse ne zaman kesişir bilmiyorum ama şimdiden birçok açıdan unutamadığım seyahatler arasında yerini aldı bile
Birkaç ay önce rejim karşıtı protestolar başladığında “Nasıl olsa ben gidene kadar ortalık durulur” diye düşünmüş ve iptal etmemiştim İran seyahatimi. Biletler alınmış, gidilecek yerler araştırılmış, kalınacak hostellerde rezervasyonlar yapılmıştı. Nitekim öyle de oldu. Protestolar “duruldu”.
Ermenistan’ın başkenti Erivan’dan Tebriz’e giden otobüsümüz yolda iki defa arızalandığında gezideki tek gerginlik bu olacak diye düşünmüştük. Arkadaşımla hostele varıp interneti açtığımızda ise Kasım Süleymani’nin öldürüldüğü haberiyle karşılaştık. “İntikam alınacak” açıklaması yapılmıştı bile. Herkes “dönün” diyordu ama sokağa çıktığımızda “Nerede bu gerginlik hali” diye soruyorduk kendimize. Gündelik hayat olağan akışındaydı. Sokaklarda tezgâhlar kurulmuştu, insanlar gezmeye çıkmıştı ve Tebriz pazarı her zamanki gibi kalabalıktı. Türkiye’den geldiğimizi duyan insanlar sokakta yürürken yanımıza gelip bizimle fotoğraf çektirmek istiyor ve Türkiye’de de çok izlenen “aşçılık yarışması” hakkında bizimle muhabbet etmek istiyorlardı.
Hostelde tanıştığımız, anaokulunu Kastamonu’da okuduğu için Türkçe de konuşabilen İranlı arkadaşımız, ülkeyi değerlendirebilmemiz için kilit olan cümleyi söyledi: “Burada her olayın iki boyutu vardır.” Bir yandan aslında lâik bir yapıya sahip olan ama kurallara uymak zorunda kalan halk, öte yandan siyasal İslam’ın devlet görevlileri. Bir kesim için önemli olan şey diğeri için önem taşımıyor ama bir şey rejim için önem taşıyorsa halk da bu “şey” kendileri için önemliymiş gibi davranmak zorunda kalıyor. Konuştuğunuz taksici bile “Devrim Muhafızı” ya da muhbir olabilir. Bu yüzden aynı düşünseniz bile birçok konuda yorum yapmanız tehlikeli. İran’da kadınlar, saçlarının yüzde 20’sini kapatacak bir eşarp kullanıyorlar yalnızca. Ahlak polisi görmese o bile olmayacak. Zorunluluktan taktıkları ve aslında kendi hayatlarında bunun bir karşılığının olmadığı o kadar belli ki. Belediye binasının önünde toplanan 50-60 kişilik grup haricinde Kasım Süleymani’nin suikasta uğramış olduğunu anlamak mümkün değildi ki Tebriz’in ortalamanın üzerinde muhafazakâr hassasiyetlere sahip olan bir şehir olduğunu eklememiz lazım.
İlan edilen üç günlük yastan dolayı asılan siyah bayraklar göze çarpsa da Tebriz halkı bu durumdan çok etkilenmişe benzemiyordu. İki Türkiyeli, bir İranlı ve bir Çinliden oluşan hostel ekibimizle gezmeye başladık. Sokakta bekleyen ve para bozdurmamız için bıktırana kadar ısrar eden bir grup insanla konuşup para bozdurduk. Burada fark ettiğim iki şey, seyahat boyunca birçok problem yaşamamıza sebep olacaktı. Birincisi, para birimleri gerçekten çok karışıktı. Paraların üzerinde yazan birim riyal, 10 riyale karşılık gelen ve fiyat söylendiğinde anlamanız gereken para birimi olan tümen ve en önemlisi ülkedeki siyasi duruma bağlı olarak saatler içerisinde rekor düzeyde değişiklik gösterebilen kur. İkincisi ise İran seyahatimiz boyunca Türkçe bildiğini iddia eden insanların birçoğunun söylediklerimizi anlıyormuş gibi yapıp aslında hiçbir şey anlamaması. “Otobüs burada duruyor mu” diye soruyorsanız alacağınız cevap “evet” anlamına da gelebilir, olumsuz da olabilir. Sorduğunuz kişi sizi anlamış da olabilir anlamamış da olabilir. Ve otobüsten konu açılmışken söylemem gerekir ki belirli bir kalkış saati yok. Otobüsler genelde dolana kadar bekliyor ve size evraklarda eksik olduğu ve o yüzden beklemeniz gerektiği söyleniyor. Otobüsteki insanların çaresizliğini sorguladığınızda alacağınız tek cevap da şu: “Burası İran.” Gezginler için cazip bir durak olan İran’ın Türkler haricinde pek de tercih edilmeyen durağı Tebriz’deki en güzel saatlerimizi eski ismiyle Şah, yeni ismiyle El-Gölü’nde geçirdik. Büyük bir havuzun ortasında şu anda kafe olarak kullanılan tarihi bir yapı, havuzun çevresinde yürüyüşe çıkmış insanlar, yemek yiyen çocuklar, limon aromalı alkolsüz bira içip muhabbet eden gençler. Herkes “geri dönün” diye ısrar ederken ortam Türkiye’nin birçok yerinden daha sakin görünüyordu. Ertesi gün yolculuk başkent Tahran’aydı.
Cenaze töreninin ne zaman ve nerede olacağı daha paylaşılmamıştı. Tahran’a indiğimizde havanın kirliliğini hissetmemiz uzun sürmemişti. Okulların bu yüzden tatil edildiğini duymuştuk. Maskelerimizle birlikte gelmiştik Tahran’a. Tebriz’in aksine Tahran dünyanın en fazla nüfusa sahip şehirlerinden biri olarak gerçek bir metropoldü. Taksicilerle çok güzel tecrübelerimiz olmadığından indirdiğimiz mobil uygulamayla taksi çağırdık, normalin beşte birini ödedik. Ayrıca gezilecek her yere metro ile ulaşılabiliyor olması da işimizi kolaylaştırdı. Tahran’da gözüme ilk çarpan şey, tematik caddelerdi. Star Wars veya Yüzüklerin Efendisi tarzında temalardan bahsettiğim anlaşılmasın. Bir cadde komple ayakkabıcılara, öteki kitapçılara, başka bir tanesi davetiye basan matbaalara ayrılmıştı. Fırsat olmadı ama dizi dizi kitapçıların olduğu caddede bir gezintiye çıkmak isterdim.
İran seyahatimde beni en çok etkileyen yere de Tahran’da gittik. Gülistan Sarayı. Biletler pahalı olduğu için moralimiz bir miktar bozulsa da içeri girdikten sonra fazlasıyla değdiğini çok rahat şekilde söyleyebilirdik. Bu saray Avrupa’da olsaydı giriş ücreti 50 eurodan az olmazdı. Ben gezdiğim bölümleri için yaklaşık 15 euro ödedim. Sarayın birçok bölümü var ve hepsini gezmek isterseniz değil saatler, günler ayırmanız lazım. İnce zevk, satın alınabilen bir şey değil. Yalnızca para temelinde inşa edilen Dubai gibi şehirlerle, arkasında kültür bulunan şehirler ve yapılar da ince zevk faktörüyle ayrılır birbirinden. Sadece Gülistan Sarayı’nda değil İran’ın her yerinde bunu fark etmek mümkün. Sanat anlayışları gerçekten muazzam. Halen öyle. Sanatçıların aynaları keserek ve onlara şekil vererek duvara yapıştırmalarıyla döşedikleri odalar, rengârenk işlemeli çiniler; her detayı özenle tasarlanmış, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş mükemmel bir saray. Kelimelerle değil fotoğraflarla bile anlatılamayacak bir kusursuzluk. Toplumsal altyapısına baktığınızdaysa saraydaki lüks yaşamın yükünü çekmek zorunda kalan fakir halk, polis devleti kavramının gerçeklik kazanmış hali olan şahlık rejimi ve ihtilale götüren sosyal adaletsizlik. Bunları düşününce bu görkem ve zevk anlamını yitiriyor. Az zamanımız olduğu için her ne kadar istemesek de oradan ayrıldık. Yakın geçmişi daha çok yansıtan Sadabad Saray Kompleksi’ne doğru yol aldık. Bu kompleks içerisinde Su Müzesi’nden İran’ın ilk gezginleri olan abi-kardeşi anlatan müzeye, askeri müzeden saraylara bir sürü müze var. Biz Yeşil Saray ve Mellat Sarayı’nı gezmeyi tercih ettik. Yollar hafif karla kaplıydı. Ağaçlar da Dolmabahçe-Beşiktaş yolundaki ağaçlara benzeyen güzellikteydi. Yeşil Saray; ismini, sarayın yapımında kullanılan yeşil mermerlerden almış. Yeşilin birçok tonundan farklı farklı mermerler getirilerek inşa edilmiş. Gülistan Sarayı kadar etkilemese de mutlaka gezilmesi gereken bir yer. Kompleksten çıkınca “Nerede takılıyor bu gençler” sorusunun cevabını da aldık. Metro istasyonuna yürürken kafeleri gördük. Bir tanesine oturup kahve içtik. Sürekli Aleyna Tilki dinlemek zorunda kalmamız dışında pek bir problem yoktu.
Lakabı “Dünyanın Yarısı” olan ve İran’a seyahat eden birçok insan tarafından ülkenin en güzel şehri denen İsfahan’a gitme zamanı gelmişti. 5 saat süren bir yolculuktan sonra şehre vardık. Hostelde dinlendikten sonra dışarı çıktık. Yürümeyi tercih ettik. Öncelikle meşhur Si-o-se Pol Köprüsü’nden geçtik. Nehir kurumuştu, üstüne spreyle yazılar yazılmıştı. Fotoğraflardan gördüğümüz eski günlerini arıyor gibiydi. Yine de kalabalıktı. Oturup nargile içenler, çiğdem çitleyenler, muhabbet edenler köprüyü seçmişti toplanma alanı olarak. İkinci durağımız Çehel Sütun Sarayı idi. İşlemeleri ve içeride Çaldıran Savaşı da dahil birçok savaşı anlatan minyatürleriyle beğenimizi kazandı. İnce zevk yine kendini belli ediyordu. “İsfahan’da gezilecek yerler nereler” diye sorulduğunda akla gelen ilk yer olan Nakş-ı Cihan Meydanı vardı sırada. Meydan dediysek yanlış anlaşılmasın. Almanya’daki birçok şehirden büyük olabilir. (Tabii ki o kadar da büyük değil:) Yeşillikleri ve havuzu çevreleyen dikdörtgen şeklindeki altın sarısı duvarlar, mavi işlemeli kubbeler, kilim dükkânları ve tatlıcılar. Meydanda en çok göze çarpan yapılar da güzel mimarisiyle Ali Kapı Sarayı, inanılmaz güzellikteki sarı kubbesiyle Şeyh Lütfullah Cami ve çaprazında yer alan Şah Camii. İbadethanelere ilgim olmamasına rağmen karakterli bir mimariye sahip olan, her santimetrekaresine özenilmiş ve beni çok etkileyen bu yapılar mutlaka görülmeli.
Soldan sağa sırayla: Nakşı Cihan Meydanı, Şeyh Lütfullah Camii, Qeysarie Kapısı, Şah Camii.
Hostele dönerken sokak lezzetlerine de rastladık. Kızartmanın bin bir çeşidi, pizza, waffle, aklınıza ne gelirse kilometrelerce uzunluktaki bir caddede dizilen dükkânlarda satılıyor. Birkaç tanesini denedik ve memnun kaldık. Yine de İran’ın geleneksel yemekleri olan ve deneme fırsatımızın olduğu abguş, gorme sebzi ve biryanın gölgesinde kaldılar. Ertesi gün gezeceğimiz yerler Ermeni Mahallesi’nde. Gezerken haç kolyesi takmış gençler ve Ermenice yazılar gördük.
İlk durağımız olan Beytüllahim Katedrali 400 yıldan fazla bir geçmişe sahip. Roma tasvirlerini, Fars kültürünü ve Ermeni sanatını bir potada erittiği için özgün bir yapı. Her yerde bulunabilecek nitelikte bir katedral değil o yüzden. Gezmek için gittiğimiz Zerdüşt tapınağı kapalı olunca dünyaca ünlü Vank Katedrali’ne doğru yola koyulduk. Harry Potter’daki şapka sahnesi gibi içimizden “ne olur 50 bin tümen olmasın” diye ne kadar geçirdiysek de giriş ücreti 50 bin tümen yani yaklaşık 4 euroydu. Ama bir katedral beklerken bir kompleksle karşılaştık. Ermeni Etnografya Müzesi, Sanat Müzesi ve Katedral. Katedraldeki minyatürleri tam anlamıyla yansıtabilecek bir fotoğraf makinesinin olduğunu bile düşünmüyorum. Bu kadar etkileyici bir yapıyla en son Vatikan ve Kudüs’te karşılaşmıştım. Etnografya Müzesi de İran’daki Ermeni varlığı ile ilgili bilgi sahibi olmamızı sağladı. İran ile ilgili en çok merak edilenler genelde gece hayatı ile ilgili olur. İsfahan’da şehrin yerlisi olan tanıdıklarımız “yasadışı çay evi” diye kodladıkları yerlerin olduğundan bahsetti. Akşam saatlerinde birlikte gideriz diye sözleştik. Akşamüstü gelen mesaj netti: “Benimle bu konumda buluşun.” Şehirden 15 kilometre uzakta, boş bir arazi. Oraya gittiğimizde ise arkadaşımız taksiciyle görüştü, o “çay evi”nin adresini bu şekilde alabildik ve oraya doğru yola koyulduk. Alkol alabilmek ya da dans edebilmek için bu kadar dolambaçlı yollara ihtiyaç duyulması bile çok kötü. Vardığımız yer, eve benzeyen bir yapıydı. İçeri girdiğimizde Türkiye’de sosyal medyada bir dönem çok ünlü olan “Şanzelize Cafe”nin farklı bir versiyonuyla karşılaştık. Işıklar, çalan müzik ve ortam o kadar komikti ki şaşırsak mı gülsek mi tedirgin mi olsak bilemedik. Sonra gülmeyi seçtik. Mekânın sahibi bizi zorla dansa kaldırmaya çalıştı. Ortam gerçekten çok kötü olduğu için hemen kalkmak istedik. Ekip de bir Fransız, bir Portekizli, bir Güney Koreli ve bizden oluşuyordu. Sanırım en çok eğlenen, Güney Koreli arkadaştı. Arkadaşlarımız bizim ortamı beğenmememize şaşırdılar, sebebinin ortamda çok fazla insan olmamasını zannettiler ve “Normalde çok insan olurdu, biz de şaşırdık” dediler. Hâlbuki ortama dair en normal şeydi ortamda az insanın bulunması.
Ertesi sabah uyandığımızda seyahatin seyri değişti. Daha doğrusu seyahat bizim için bitti. Daha Şiraz’a geçecektim. Persepolis’i gezecek ve Pembe Göl’e gidecektim. Aldığımız haberler hiç iyi değildi. İran’ın Irak’ta yaptığı misillemeler, ABD’nin olası karşı tepkisiyle sonuçlanabilirdi. Üstelik Ukrayna’ya giden yolcu uçağı da düşmüştü. Tabii biz o ara uçağın İran tarafından “yanlışlıkla” düşürüldüğünden habersiz şekilde sadece teknik bir problemin olduğunu ummaya çalışıyorduk. Geri dönüş yolu başlamıştı. Tahran Havalimanı’na giden bir otobüse atladık ve 5 saatin sonunda oradaydık. THY ve Pegasus uçuşlarını iptal etmişti ve açıklama yapabilecek bir görevli bulmak hayli zordu. Bu arada Isparta’ya doğrudan uçuşların aksamadan devam ettiğini gördüm. O an öğrendim ki rejim “günah” saydığından Antalya’ya doğrudan uçuşlar yasakmış ve bu nedenle uçaklar en yakın “makul” lokasyon olan Isparta’ya uçuyordu.
Herkes sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Aslında İran seyahatimde söyleyebileceğim şeylerden bir tanesi de bu. Hayatın içinde önemsiz ya da önemli birçok şey oldu: Otobüs arıza yapmasına rağmen yardım için kimse çağrılmadı, taksiciler bizden kişi başı ücret almaya çalıştı, bunlarla karşılaştırma kabul edemeyecek şekilde önemli olarak yolcu uçağı düşürüldü ve 180’e yakın insan canından oldu, Süleymani’nin cenazesinde onlarca insan ezilerek can verdi. Havalimanının yakınlarında düşen uçakta ölenler için bir çiçek bile bırakılmamıştı. Aslında hepsinin küçük ya da büyük yankıları olması gerekirken o esnada çevremizde olan insanlar hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarına devam ettiler. Uçak kalkarken “Acaba bu uçak gideceği yere varacak mı?” diye aklından geçirmiştir herkes. Uçak, bir aksilik olmadan gideceği yere vardı. Yaşadığım yere geri döndüğümde, Tahran’daki üniversitelerde başlayan protestoları gördüğümde insanların tamamen tepkisiz olmadıklarını ve ses yükseltebildiklerini görüp mutlu oldum. Özellikle son dönemde yaşanan gerginliğe rağmen İran şehirleriyle, kültürüyle, sanatıyla, insanlarıyla ve yemekleriyle gerçekten çok güzel bir ülke. Yollarımız bir daha kesişir mi, kesişirse ne zaman kesişir bilmiyorum ama şimdiden birçok açıdan unutamadığım seyahatler arasında yerini aldı bile.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.