Halk savaş değil insanca yaşam istiyor

Toplumda AKP’ye oy verenleri de içine alarak giderek büyüyen bir hoşnutsuzluğun, AKP ve ondan beslenenlerle halk arasında giderek belirginleşen bir çelişkinin büyüdüğünü sadece biz değil Saray iktidarı da görüyor. Gündem değiştirme operasyonları, savaşlar, çılgın projeler eskisi gibi iş görmüyor

Halk savaş değil insanca yaşam istiyor

2020 yılı bölgemiz açısından savaş hamleleriyle başladı. 2 Ocak’ta AKP-MHP ittifakı Libya’ya asker gönderme tezkeresini TBMM’den geçirdi. 3 Ocak’ta İran Devrim Muhafızları’nın dış operasyonlar birimi olan Kudüs Gücü’nün komutanı Kasım Süleymani ile Haşd el-Şaabi (Gönüllü Halk Güçleri) Başkan Yardımcısı Ebu Mehdi el-Mühendis, Irak’ın başkenti Bağdat’ta ABD’nin düzenlediği hava saldırısında öldürüldü. Pentagon saldırıyı üstlendi. Ardından İran, 8 Ocak’ta Süleymani suikastıyla aynı saatte Irak’ta ABD askerlerinin konuşlu olduğu iki üsse balistik füze saldırıları düzenledi. Saldırının ardından İran’ın dini lideri Ali Hamaney ABD’yi kastederek, “Gece bunlara bir tokat atıldı ama bu yeterli değildir. ABD’nin bu bölgedeki varlığı son bulmalıdır” dedi. Irak Başbakanı füze saldırısıyla ilgili İran tarafından bilgilendirildiklerini söyledi. Füze saldırısından saatler sonra Trump kameraların karşısına geçti ve saldırılarda Amerikan askerlerinin ölmediğini, İran’a daha ağır yaptırımlar uygulanacağını, NATO’nun Ortadoğu’ya daha çok müdahil olmasını, IŞİD’e karşı İran’ın ABD’yle birlikte çalışması gerektiğini söyleyen bir konuşma yaptı. İlk bakışta karşılıklı roller oynandı, iki taraf açısından da iç siyasette yaşadıkları sorunları bir süre erteleyecek pozisyonlar oluştu ve her şey eskisi gibi devam ediyor görüntüsü olsa da hem ABD-İran gerilimi hem de bölgede yaşanan çatışmalar açısından artık yeni bir dönemin başladığını söylemek gerekir.

2000’li yıllar ABD’de ikiz kulelere yapılan El-Kaide saldırısıyla başladı. ABD’nin savaş ve işgal planları için aranan zemin bulunmuştu. O günden bu yana Afganistan, Irak, Suriye başta olmak üzere bölgedeki birçok ülke doğrudan savaş alanına döndü. ABD bu ülkelere asker ihraç ettiği kadar bağımlı yeni rejimler de kurmaya de çalıştı. Ancak aynı dönem emperyalist-kapitalist sistem eski kuralların, güç dengelerinin, kurumların çoğu zaman işlemediği bir kriz dönemi olarak da yaşanıyordu. Bu dönem içerisinde İran; Filistin’den Lübnan’a, Suriye’den Irak’a ve Yemen’e kadarki emperyalist müdahalenin yarattığı kriz ortamında, büyük ölçüde mezhepsel gerilimlerden beslenerek bölgesel nüfuzunu pekiştiren bir rol kazandı. Rusya bu süreçte var olan krizi, kendi etkisini Suudi Arabistan’a kadar yayabileceği bir şekilde değerlendirdi ve Suriye dışında çatışmalara doğrudan taraf olmasa da bölge çapında etkili bir asker güç haline geldi. Tüm bu süreçte devletler doğrudan karşı karşıya gelmiyor ve birbirleri arasındaki çatışmaları vekil güçleri kullanarak sürdürüyordu.

Ne var ki İran’ın bölgedeki eli olarak bilinen Kasım Süleymani’nin ABD tarafından öldürülmesi, artık devletlerin birbirini hedef alarak doğrudan çatışmaya davet ettiği yeni bir boyuta ulaştı. Her iki taraf da karşılıklı hamlelerinin ardından şu aşamada bunu iki devlet arası bir çatışma olarak sürdürme ısrarında değildir ancak ABD, NATO’nun İran’a karşı daha aktif tutum alması gerektiğini söylemekte, İran ise ABD’nin bölgedeki ayaklarını kesmekten söz etmektedir. ABD, İran çevresindeki askeri üslere konuşlanmış onbinlerce askeriyle, yeni ekonomik yaptırımlarla ve NATO ilişkileriyle İran’ı tehdit ederek, İran ise askeri etkinliğinin olduğu birçok ülkede ABD üslerini ve İsrail’i hedef alarak bu süreci yürütecektir. Bu durum elbette ülkemizi de etkileyecektir. Türkiye AKP ile geçen 18 yılda, özellikle de Suriye savaşı sonrası bölgede yayılmacı hatta işgalci politikalar geliştirmeye başladı. Çeşitli çatışma bölgelerinde insani ya da askeri yardım kisvesi altında üsler kurdu. Bu politikalar sonucunda askeri kayıpların dışında, yoğun bir sığınmacı göçü ve halkın parasıyla cihatçı çetelerin beslendiği bir döneme girildi.

Bugün Ortadoğu’daki savaş, büyük ölçüde emperyalist ve gerici güçlerin inisiyatifinde ilerlemektedir. ABD-İran çatışması da böyledir; bölge halklarının çıkarına değil zararına, gerici bir çatışmadır. İlerici güçlerin bu iki devletten herhangi birine taraftar olması söz konusu olamaz. On yıllardır en büyük boşluk buradadır. Ortadoğu halkları ve ilerici güçleri, yaşadıkları cehenneme karşı sürekli isyan ediyor olsalar da mevcut gerici iktidar odaklarının dışında alternatif olan, bölge çapında emperyalizme karşı ortak hareket eden ve kalıcı barışın sağlanması için direnen bir varlık gösteremedi. Türkiye dahil olmak üzere kendi topraklarının dışında diğer ulusların egemenlik haklarını ihlal edecek şekilde asker bulunduran bütün ülkelerin askerlerini geri çekmesi, emperyalistlere tahsis edilmiş üslerinin kapatılması, silah harcamalarına ayrılan kaynağın bölge halklarının savaştan gördüğü zararı telafi etmek üzere kullanılması barışı savunan herkesin yüksek sesle söylemesi gereken talepler olmalıdır.

Bu durum Libya için de geçerli. Doğu Akdeniz’deki muhtemel doğalgaz rezervlerinin paylaşımı konusunda masada kendine yer bulamayan AKP, Libya’daki iç savaşın İhvancı tarafına asker ve silah desteği göndererek kendine pozisyon yaratmaya çalışıyor. Ancak Putin’in önce Şam’da Esad’la görüşüp ardından Erdoğan’la TürkAkım açılışı için İstanbul’a gelmesiyle Suriye’den sonra Libya konusunda da yeni bir pazarlık süreci başlamış gibi görünüyor. Erdoğan’ın savaş siyaseti, emperyalizmin krizlerinin yarattığı hareket alanı içinde ancak yine emperyalist güçlerin müsaade ettiği sınırlar içinde ilerliyor.

Büyük projeler yapınca büyük güç mü olunuyor?

Muhalefetin itirazına rağmen Meclis’ten geçirilen Libya tezkeresi, AKP’liler tarafından Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’den bağımsız, denizaşırı ilk askeri harekâtı olarak kutlandı. AKP propagandacılarına sorarsanız; Türkiye büyük oynuyor ve Erdoğan’ın “dünya lideri” olmasını çekemeyenler, ülkenin gelişmesini istemeyenler karşısında tutum alıyor. Sadece Libya’ya ve Suriye’ye asker göndermek değil, yerli otomobil üretmeyi hedeflemek, “Kanal İstanbul’u yapacağım” demek, TürkAkım projesini topraklarından geçirmek… Peki, büyük projeler kimin için? Üretimi yapılsa bile 250 bin liralık otomobili kim alacak? Rus doğalgazını Avrupa’ya taşırken ikiye bölünen Trakya ekosistemi nasıl onarılacak? Kanal İstanbul’la ihya olacak yerli yabancı şirketler İstanbullunun yaşayacağı ekolojik, insani yıkımı umursayacak mı?

Peki, bir ülkenin gelişmişliği başka ülkelerde beslediği çatışmalarla, gönderdiği asker sayısıyla mı ölçülür? Yoksa yarattığı refah ve barış ortamıyla mı? Üniversite mezunu her 4 gençten birinin işsiz olduğu, işsiz sayısının 7 milyonu geçtiği, eğitimde özelleştirmelerin sonuçlarının okul iflaslarıyla yaşandığı, açık öğretime devam edenlerin örgün eğitimde olan öğrencilerin iki katına çıktığı, 2019 yılında 474 kadının öldürüldüğü, erken yaşta zorla evlendirmenin yasaya uydurulmak üzere ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirildiği, 16 milyonluk İstanbul şehri için felaket anlamına gelen bir rant projesinin zorla yapılmak istendiği, ekonomik sıkıntının, geleceksizliğin toplumsal bir yıkıma yol açtığı, intiharların arttığı bir ülkede gelişmişliğe ve büyümeye dair hangi kriterleri öne almak gerekir?

Erdoğan bütün bu “büyük” hamleleriyle sonuç alıcı bir politika değil yeni bir yönetme şekli geliştiriyor. Devlet içinde bitmeyen operasyon, çıkardığı kararnameleri sürekli yeni kararnamelerle o anki ihtiyacı neyse ona göre düzenleme, “Kale” isimli MİT binaları, iktidarına yönelen iç ve dış tehlikelere göre önlemler… Ülke saray rejiminin keyfi hukukuyla toplumsal ve ekonomik bir çöküşe ve yeni savaşlara sürükleniyor. Oysa Türkiye halklarının kurtuluşu ne Libya’da ne de dünyaya pazarlanan çılgın rant projelerinde. Geleceğimiz herkesin haklarıyla, eşit ve özgür olduğu bir ülke ve insanca yaşam mücadelesinde.

Toplumda AKP’ye oy verenleri de içine alarak giderek büyüyen bir hoşnutsuzluğun, AKP ve ondan beslenenlerle halk arasında giderek belirginleşen bir çelişkinin büyüdüğünü sadece biz değil Saray iktidarı da görüyor. Gündem değiştirme operasyonları, savaşlar, çılgın projeler eskisi gibi iş görmüyor. Bu nedenle bazı sorun alanlarında geri adımlar, tansiyon düşürme hamleleri devam ediyor. 2020 yılına girilmesi ile birlikte Genel Sağlık Sigortası prim borcu olanların sağlık hizmetinden yararlanmasına getirilen engel, yılsonuna kadar ertelendi. Kamyoncuların eylemleri sonucu dijital takograf uygulaması da 6 ay ertelendi. İstanbul Üniversitesi’nde yemek öğünlerinin azaltılması ve fiyatların arttırılmasına karşı yapılan eylemler sonuç verdi. Rektörlük, bir üniversitelinin de intiharıyla birlikte toplumdan büyük tepki alan bu karardan geri adım attı. Direnerek, mücadele ederek kazanımlar sağlayabileceğine dair inancı uzun süredir zedelenen halk, yeniden hakkına sahip çıkmanın yollarını arıyor. Ancak rejim değişikliğiyle gelinen nokta ve hayatın her alanına yayılan gözetim denetim mekanizmaları gösteriyor ki Erdoğan bu krizli süreci yumuşayarak değil sertleşerek ve halka karşı çeşitli savaş yöntemleriyle çözmeye çalışacaktır. Sol, Erdoğan’ın şirketlerin kârını ve savaşı önceleyen politikalarına karşı toplumun özlemlerini, beklentilerini ortak bir insanca yaşam mücadelesine çevirebildiği oranda AKP iktidarını parçalayacak gücü harekete geçirecektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur