Kimilerine göre “Latin Amerika”, kimilerine göre ise “Abya Yala” denilen topraklarda. On yıllardır yapılan, ulus-devlet fikrini ve zikrini sorgulayan çağrıya yanıt veren bir hareketlenme yaşanıyor
Dünya halkları ayaklanmış durumda. Çatışmalar, ölüler, gözaltılar… Ana akım basının haberleri bundan ibaret. Korku yaymaya çalışıyorlar. Felaket haberleri karşısında koltuklarımıza yapışıp, olan bitenin duygusal ağırlığı altında ezilmemizi istiyorlar. Oysa, kıran kırana bir mücadele yürütüyor halklar. En ön saflarda ise kadınlar. Binlerce yıllık hafızadan kuvvet alarak direnişin umudunu, yine ve yeniden yeşertiyorlar: “Abya Yala’dan Kürdistan’a kadar!” (Bu bir slogandan; Ekim ayındaki Arjantin “ulusal” kadın buluşmasında, yerli halklardan kadınların, plurinasyonal, yani çok-uluslu, kortejinin sloganlarından biriydi.)
Öte yandan, haberler; “Şili’de kaç kişi öldü, kaç kişi gözünden yaralandı?”, “Şili isyanına kim öncülük ediyor?”, “Bolivya’da darbe oldu mu, olmadı mı?”, “Evo Morales diktatör müydü, değil miydi?”, “Fernández-Fernández formülü seçimi kazandı, Arjantin’de sağ bitti mi, sol geldi mi?”, “Ekvator’da ve Kolombiya’da göstericiler hükümetle anlaştı mı?” gibi, ana akım basın kadar, alternatif basında da çıkan yüzeysel sorulardan oluşuyor. Bu soruların ötesine geçip, derinden ve içeriden, Abya Yala topraklarında (“keşfedilen yeni kıta” diye anılan Amerika kıtasının, sömürgeci mantığa göre adlandırılmasına karşı kullanılan isim. Cuna yerlileri kıtayı böyle adlandırıyor; Abya Yala, yani “olgun topraklar”) yaşanan toplumsal altüst oluşa bakmamız gerekiyor. Böylesine bir bakış bizim bağlamımız için de ipuçları verecektir. Devir, “uluslar” ya da “devletler” arası değil, halklar arası iletişimin yollarını açmanın devri. Zira, Latin Amerika’da, sol popülist geleneğe rağmen, belki de tam da bu gelenek nedeniyle, sorgulanmadan kalan “ulus-devlet”, sorguya çekiliyor diyebiliriz.
Burada dikkate alınması gereken ve genellikle gözden kaçırılan temel bir noktaya değineyim; Latin Amerika milliyetçiliğinde; Türkiye’de, ya da çoğu Avrupa ülkesinde olduğu gibi kandaşlığa (etnik kökene) dayanan, (jus sanguinis: Latince kan hakkı) bir “tek millet” anlayışı yok. Yani, Latin “milletleri” belirli bir ırkî veya etnik referansa göre tanımlanmıyorlar. Latin Amerika milliyetçiliğinde, ulus, o bölgenin oligarşisinin (büyük toprak sahiplerinin, Kürdistan’da feodaller dediklerimiz) hüküm alanına göre tanımlanıyor. Yani, ulus devlet sınırları oligarşinin kendi arasındaki savaşlar sonucu belirlenmiş, toprak bütünlüğüne dayalı bir milliyetçilikten bahsediyoruz (jus soli: Latince toprak hakkı).
Dolayısıyla, toprak bütünlüğü savunma meselesi, iki uca salınan bir sarkaç gibi işliyor. Bir yandan yankee (ABD) kapitalizmine diş bileyerek, topraklar, anglo-sakson kültürel kolonyalizmine karşı korunuyor. Diğer yandan, ulusal sınırlar içerisinde kalan toprakların yerli halklarının, içerideki “toprak” ve “hak” taleplerine karşı toprak bütünlüğü korunuyor. Yani, dışarıdan bakıldığında, hemencecik sola referansla açıklanan Latin Amerika siyasal düşün ve eylem dünyası, esasında kökenlerini daha ziyade, milliyetçilikten alıyor. Bir de, belirtmeden geçmeyeyim; maden işçisinden tutalım, topraksız tarım işçilerine kadar, bu alt sınıfların (daha solcu dememiz gerekirse proletaryanın) muhtevası da bizzat yerliler ya da yerine göre siyahlar; altta kalan ırklar. Bu gerçekliği, buralarda gittiğiniz eylemlerde, sol partilerin ve sosyal hareketlerin tabanlarının, yani sokağa çıkardıkları kitlenin fiziksel özelliklerinden de kolayca anlayabilirsiniz.
Latin Amerika’ya bakarken, bir bütün şeklinde işleyen, ırk, etnisite, sınıf ve cins sarmalını görmemiz gerekiyor. Son dönemdeki başkaldırılar, darbeler ve ekonomik krizler bu dinamiğin bir bütün halinde işlemesinin bir sonucu. Bu konuyu açıklamak ayrı bir makalenin konusu olacaktır. Burada ise vurgulamak istediğim nokta; bu toplumsal dinamiğin yeniden gündeme getirdiği siyasal, iktisadi ve toplumsal düzlemdeki üç temel ideolojik sorunsal.
Bu konulardan ilki, iktisadi boyut: temelini adaletli bölüşüm meselesi oluşturuyor. 2000’li yıllarda iktidara gelen “Progre” (ilerici) hükümetler, bu sorunu, devlet-kapitalizmi ile çözmeye çalıştılar. Sol popülist hükümetlerin (Chavez, Morales, Correa ve Kirchner gibi) iktisadi seçimleri, özü itibariyle, yine kapitalist iktisadi mantık içerisinde kalan, Keynesci ekonomi politikalarına dayanıyordu. John Maynard Keynes’i bilmeyenler varsa hatırlatayım; 1960’larda, Türkiye’de de uygulanan kapalı-ekonomi politikalarının, yani korumacı devlet kapitalizminin fikir babası, İngiliz iktisatçı. Bahsedilen; temelde, kamu iktisadi teşebbüslerine dayalı politikalarla, döviz rezervlerinin kontrolüne dayalı para politikaları uygulamalarıdır. Dolayısıyla, bu politikaların Latin Amerika bağlamında, ne kadar iyi uygulanıp uygulamadıklarını sorgulamak, bizi gerçek soruları sormaktan alıkoyar. Tabi siyasi tercih, sadece neoliberalizmi değil, kapitalizmi de sorgulamaksa.
Latin Amerika’da, bugünlerde “Progre” diye anılan; vakti zamanında, “Bolivarcı devrimciler” olarak yere göğe sığdırılamayan popülist hükümetler (halk hükümetleri), devlet kapitalizmine, güncellenmiş bir yorum getirdiler. Özel sektör ve yabancı menşei çok uluslu şirketleri kamulaştırmak. Ancak; toprak bölüşümü meselesine ve gelir adaleti konusuna kökten çözümler getiremediler. Çözümsüz kaldıklarında ise büyük toprak sahipleri ve çok-uluslu şirketlerle işbirliğinden de kaçınmadılar. Bu durum, bizzat kendi tabanlarında rahatsızlık yarattı. Zira, uygulananlar ile “dışarı” lanse edilen iktisadi proje çelişmekteydi. Bunun, konumuz açısından önemini söyleyeyim; Latin Amerika’da çöken (ve aslında iktisadi anlamda zaten gerçekleşmemiş olan) bir devrimden bahsetmek zor. Latin Amerika’da, derin sömürge sorunsalına ve bu sömürgeci sistemin uzantısı olarak devam eden kapitalizmin yarattığı sorunlara, “devlet-kapitalizmi” ile verilen geçiştirme cevapların sonuna gelinmiş durumda. Bu cevabı yerli yerine oturttuğumuzda, yukarıda bahsettiğim “Progre” hükümetlerin neleri başarmış olduğu ve neleri dokunmadan bıraktığı daha görünür olacaktır.
İktisadi politikaların hangi çerçevede uygulandıkları sorusu ise; bizi, ikinci boyuta, yani siyasi sorunsal boyutuna getiriyor. “Progre” hükümetlerin, başa gelme yöntemi, demokratik seçimlerdi. Hatta, bizzat popülariteleri de bundan geliyordu. Yani, diğer bir deyişle, halkın sandıkta verdiği destekten güçlerini alıyorlardı. Birinci iktisadi sorunsalla bağlantılı olarak, siyasal anlamda da “devlet” ve devletin “demokratik” mekanizmaları sorgulanmadan kaldı. Hatta; Brezilya, Arjantin ve Şili’de olduğu gibi sağcı hükümetlerin önünü açacak biçimde, Venezuela ve Bolivya’da olduğu gibi, otokratikleşme pahasına iktidar bırakmayarak, bizzat demokrasi, “demokratik halk hükümetlerince” ayaklar altına alındı. Sol popülist hükümetlere önceki dönemlerde oy vermiş olan orta-sınıflar, sağa kaptırıldı. Diğer yandan, kapitalizmi kökten sorgulayan toplumsal taban hareketlerinin ise desteği kaybedildi.
Yine, bugünlerde Latin Amerika sokaklarındaki “hareketliliğe” neden olan, bu, rahatsız tabanlar etrafındaki tartışmaya geleyim. Yani, “devrimci öncüler ve özneler” kim olduğu sorunsalına. İçimizi, bir çırpıda rahat ettirecek bir cevap, ne yazık ki yok. Yeni bir, özne-eklemlenme sürecinden bahsedebiliriz; devlete, kurumlarına ve iktisadi politikalarına güvenmeyen bir halk kitlesi bahsettiğimiz. Yalnızca bir sınıfa, bir siyasi partiye ya da bir ideolojiye indirgenemeyecek bir çokluk. Esasında, tam da “ulus-devlet” tekilciliği sorgulanıyor. Aynı tekilci bakış açısıyla, “devrimci özne kim?” sorusunu “tekil” bir cevap vermeye çalışmak, bu “çoğul çokluğu” anlamanın önündeki en büyük engel.
Latin Amerika’nın, geçmişten beri gelen halk kalkışmaları repertuarına eklenen, yeni bir vurguya, “pluri”, yani çoğulluk vurgusuna dikkat çekmek isterim. Bu vurgu, ulus-devlet mantığını sorguluyor. Öncülüğünü ise temelde kadınların ve yerli halk örgütlenmeleri ve kitlelerinin yaptığını söylemek abartılı olmayacaktır. Kadınlar, sağdan ve soldan gelen “paternalist” aklı bir süredir sorguluyorlar. Buna en iyi örnek Bolsonaro karşısına çıkan, en örgütlü cevap olarak “Ele Não” (Hayır) cephesi. Bu cepheyi örenler ve örgütleyenler kadınlardı. Diğer bir örnek, “kadın gücü”nün bizzat sağ darbecilerce, Bolivya’da da farkedilmiş olması ve bir kadının (Jeanine Áñez) darbe temsilcisi olarak ortaya çıkması. Örneklerimize, Şili’de, bizzat kadın öncülerine tecavüz edilip öldürülmesi de eklenebilir. Kadınların örgütlülük ve çokluğu kaynaştıran temel güç olması, sağ tarafından da göz ardı edilmiyor artık. Hevrîn Xelef’in öldürülmesi ve hedef seçilmesi de Rojava’dan doğru, demek istediklerime eklenecek son örnek.
Son olarak, yerlilerin, öncülükteki önemini söyleyeyim. Bu öncülük, eskiden beri, eylemlerde “kafa sayısı” olması itibariyle önem arzeden yerli (ya da Kürt diye de okunabilir) varlığı değil. Yerlilerin, zaten bir süredir tartışmasını yürüttüğü, sorguladığı, denemesini yaptığı iktisadi, siyasal ve toplumsal ideolojik önermeler, direnişlerin merkezine oturmuş durumda. Mesela, Şili’de kitleselleşen talepleri ve direnişi, Mapuche halkları Şili’nin güneyindeki Aracuana’da zaten 20 yılı aşkın süredir dile getiriyorlardı.
Kısacası, buralarda, İspanyolca “movilización”lar, yani hareketlenmeler, derinlerden gelen talep ve direnişi dünya kamuoyunda görünür yaptı. Diğer yandan, yerli halklar ve mücadelelerinde ise aynı süreç “llamamiento”, yani çağrı diye adlandırılıyor. İşte; bu iki mantığın, birbirine doğru nasıl yaklaştığına tanık oluyoruz, kimilerine göre “Latin Amerika”, kimilerine göre ise “Abya Yala” denilen topraklarda. On yıllardır yapılan, ulus-devlet fikrini ve zikrini sorgulayan çağrıya yanıt veren bir hareketlenme yaşıyoruz buralarda…
* ODTÜ İktisat mezunu.
Arjantin’de, UNSAM Üniversitesi Yüksek Araştırmalar Enstitüsünde Sosyal Antropoloji Bölümünde Doktorasını yapıyor.
Kaynak: Yeni Özgür Politika
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.