25 Kasım’ların İstanbul’daki bu örgütlenme tarzı dev kızıl bayraklarla bir arada durarak grup görünürlüğünü öne çıkaran ve günün politik bağlamıyla tümüyle alakasız bir dövizle devlete değil feministlere/kadın hareketine karşı eylem yapmaya gelenlere eleştiri yapmayı haklı kılıyor
25 Kasım geçti, binlerce kadın ülkenin her yerinde erkek şiddetine karşı sokaklara döküldü. Geçen yıl Tünel’de polisin kurduğu barikata ve uyguladığı şiddete rağmen yürüme kararlılığı gösteren 25 Kasım Kadın Platformu’nun çağrısına bu yıl iktidarın verdiği cevap, 24 Kasım’daki yasaklama duyurusu ile geldi. Ancak platformun kararlı çağrıları ve geçen yıl 25 Kasım’da ve son 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’nde gösterilen direniş AKP iktidarına geri adım attırdı. İktidar Tünel’deki 25 Kasım eylemine izin vermek zorunda kaldı.
Binlerce kadın İstanbul’da “Bir kişi daha eksilmeye tahammülümüz yok” diyerek yürüdü. Erkeklerden ve erkek sosyalistlerden (altını çizeyim sosyalist hareketten demiyorum erkek sosyalistlerden diyorum zira 25 Kasım platformlarının içinde daima sosyalist gruplardan kadın arkadaşlarımız da yer alıyorlar) bağımsız bir kadın mücadelesinin AKP’ye geri adım attırmasının yarattığı muhtemel bir içerleme duygusuyla kimi solcular feminist mücadele üzerinden kadın hareketine sosyal medyada saldırmaya başladı. Sosyal medyadır tartışma olur, bazen de keyifli olur, her zaman çok ciddiye almak da gerekmez kuşkusuz. O yüzden sosyal medyadaki tartışmalar üzerine bir yazı yazmak gerekli değildi. Ancak kadın mücadelesinde yan yana gelmemizin maalesef pek mümkün olmadığı ama demokrasi ve sınıf mücadelesi içinde kimi zaman ortak zeminleri de paylaştığım ve mücadelesine değer verdiğim Sibel Özbudun’un mevzu hakkındaki yazısı[1], tartışmalara becerebildiğimce derli toplu bir cevap vermek gerektiği duygusu yarattı. Bu cevap kuşkusuz ne 25 Kasım Kadın Platformu’ndaki tüm kadınları ve grupları hatta ne de tüm feminist hareketi bağlar. Tartışma mor-kızıl ikiliği üzerinden bir feminizm-sosyalizm tartışması olarak aktığı için ben de hem 25 Kasım eylemlerinin hem de 8 Mart’lardaki feminist gece yürüyüşlerinin örgütlenmesinde uzun yıllardır görev almış bir feminist olarak görüşlerimi Sibel’in çizdiği çerçeve üzerinden anlatmaya çalışacağım.
Öncelikle Sibel’in birtakım tarihsel bilgi eksiklerini/yanlışlarını düzeltme ihtiyacı duyuyorum. Birincisi ve en önemlisi Clara Zetkin’in 1910 Konferansı’ndaki önergesinde de alınan kararda da “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” diye bir kavramlaştırma söz konusu değil. Sibel benden daha iyi bilir, siyasal bir kavram olarak “dünya” lafı sosyalistlere ait değildir, olamaz. Dönemin sosyalistleri de hele ki Clara Zetkin böyle bir kavram kullanmış olamaz. Clara Zetkin döneminin bütün sosyalistleri gibi “enternasyonal” kavramını kullanıyordu. Ki bu “enternasyonal” kavramını basitçe Türkçeye çevirip “uluslararası” demek de mümkün değil. Clara Zetkin önerisinde “… kadınlar gününün enternasyonal nitelikte olması gerektiği”ni söyler[2]. Kuşkusuz bu “enternasyonal nitelik” kavramıyla işçi sınıfının/işçi sınıfından kadınların uluslararası dayanışmasına ve mücadele birliğine işaret eder ama adını doğrudan “emekçi kadınlar günü” diye de koymaz. Peki, Clara Zetkin’e ve konferanstaki diğer sosyalist kadınlara ya da 1917’de Şubat Devrimi’ni başlatan işçi Rus kadınlara bir mart gününde eylem yapma fikrini veren neydi? 1908’de işçi kadınların “ekmek istiyoruz ama gül de” diyerek yaptıkları yürüyüş, 1911 Triangle yangını ve kadın işçilerin direnişi keza 1912’deki yine ekmek ve gül talebiyle yapılan yürüyüşler. Ancak bu sayılan üç işçi kadın eylemlerinin hiç biri “sosyalizm” talebiyle yapılmamıştı. Hatta Şubat Devrimi’ni başlatan grev çağrısı da “ekmek ve barış” talebiyle yapılmıştı. Sözün özü, işçi kadınların hem emeklerinin karşılığını (ekmek) hem de erkeklerin onlara daha eşit ve güzel davranmasını (gül) isteyerek yaptıkları yürüyüşlerin önünü açtığı mücadeleyi, Sibel’in kavramıyla ifade edersek, niye sosyalist hareket “temellük etme gayretkeşliğine girer” anlamak mümkün değil. İşçi kadınların mücadelesi, elbette sınıf mücadelesinin bir parçası ama aynı zamanda, sermayenin yanı sıra onları görmeyen erkek işçi sendikalarına ve kadınlara oy hakkını bir türlü gündemine almayan erkek sosyalist harekete karşı da bir mücadele olması sebebiyle her daim feminist mücadele tarihinin de parçası olageldi.[3] Kaldı ki 8 Mart’ın işçi sınıfından kadınların eylemleri nedeniyle ortaya çıkmış bir gün olarak kabul edilip kızıl kalmasında ısrar edilecekse 1 Mayıs’ı da Haymarket eyleminin örgütleyicilerinin ve sonrasında idam edilen işçilerin anarşist hareketten gelmesi sebebiyle anarşistlerin günü olarak mı kutlayacağız…
Sibel, 25 Kasım söz konusu olduğunda bir istihza ile BM’nin kabulünden sonra feministlerin gündemine girdiğini söylerken, yaşadığımız topraklarda, son 25 yıldır, genellikle ağır devlet şiddetine maruz kalarak kutladığımız 1 Eylül Dünya Barış Günü’nün de BM tarafından kabul edildiğini unutmuşa benziyor. Kaldı ki Sibel, 25 Kasım’ın tarihini de eksik biliyor. Mirabel kardeşler sadece dövülerek öldürülmediler, tecavüze de uğradılar. Kuşkusuz pek çok sosyalist erkek Türkiye’de de dünyada da kaçırılıp, işkence görüp infaz edildi. Ama kaçırılıp infaz edilme söz konusu olduğunda tecavüz ve cinsel şiddet esas olarak kadınlara uygulanan bir erkek-devlet şiddeti biçimidir. Gücünü de sadece kapitalizmden falan değil bizzat erkeklikten de alır. Ki bu topraklar da kadın savaşçıların ölü ya da yaralı olarak yakalandıklarında soyularak aşağılanmaya çalışılmasına hiç yabancı değildir. İşte tam da bu yüzden 25 Kasım feminist hareketin erkek (-devlet) şiddetine karşı mücadelesi açısından simgesel öneme sahip bir gündür.
Sibel, feminizmin “tarih ötesi ve üzerinde anlaşmaya varılmamış muğlâk bir patriyarka tahliline dayandığını” söylüyor. Buna karşın sosyalistlerin kadın kurtuluş perspektifinin ise emek eksenli bir başkaldırıyla her türlü sömürüye ve baskıya karşı mücadele etmek olduğunu ifade ediyor. Emek eksenli başkaldırının Marksizm’e göre ne anlama geldiği tartışmasını sosyalistlere bırakıp feminizmin tarih ötesi ve muallâk bulunan patriyarka tahliline ilişkin birkaç şey söylemek istiyorum. Patriyarka tahlillerini tarih ötesi ya da tarih dışı bulmak demek söz konusu tahlillerin, sınıflar mücadelesi tarihiyle ya da üretim ilişkilerinde yaşanan dönüşümlerle ilişkilendirilmeden yapıldığını öne sürmektir. Oysa Sibel’in yazıda iki kez vurgulama ihtiyacı duyduğu farklı feminizm akımları için bunu söylemek maalesef biraz gerçeklikten uzak olmuş. Örneğin patriyarkayı iç dinamikleri olan bağımsız bir sistem olarak tanımlayan radikal feminist Delphy, yaptığı patriyarka analizinin tam da modern kapitalist toplumlara ait bir patriyarka analizi olduğunu altını çizerek söyler ve Marx’ın üretim tarzı analizini, ev içinde erkeklerin kadınların emeğini sömürmesine neden olan patriyarkal üretim tarzı analizine uyarladığını söyler. Mesela Heidi Hartmann, sosyalist feminizm çerçevesinde yaptığı patriyarka analizinde, kapitalist üretim sürecine eşlik eden ev içindeki yeniden üretim sürecinin erkeklerin kadınların ev içindeki emeğine karşılıksız el koymasıyla gerçekleştiğini öne sürer. Evde erkeklerin kadınların ev içindeki emeklerine karşılıksız el koymalarının, kadınların ev dışında ücretli emek gücüne katılım koşullarını belirlediğini ve kadınların sermaye tarafından daha ağır bir sömürüye maruz bırakıldığını belirtir. Iris Young ise patriyarkanın temelini cinsiyete dayalı iş bölümünün oluşturduğunu ve bu cinsiyete dayalı iş bölümünün aslında sadece patriyarkanın kendini yeniden üretmesi için değil kapitalizmin kendini yeniden üretmesi için de vazgeçilmez olduğunu söyler.
Ezcümle Sibel’in tarih ötesi bulduğu patriyarka analizlerinden örneklerini saymaya çalıştıklarımızın her biri kendini maddeci/materyalist feminizm çerçevesine yerleştirir. Bugün için ve tarihsel olarak patriyarkada yaşanan dönüşümleri feminist mücadelenin yaklaşık yüz elli yıllık etkisinden azade değerlendiremeyeceğimiz gibi patriyarkanın kapitalizm öncesi dönemlerden kapitalist üretim ilişkilerin egemen olduğu döneme hangi koşullarda devrolduğu da daha uzun ve aslında farklı bir tartışmanın konusu.
Kuşkusuz feminizmin patriyarka tahlilleri bir ekonomik indirgemecilikle malul değil. Erkek şiddeti, beden politikası, cinsellik, heteroseksizm, kültür vb. bir dizi alanda patriyarkanın kendini yeniden üretmesinin sacayakları mevcut. Ancak bu yazı bir kuramsal patriyarka tahlilleri tartışmasına ilişkin olmadığı için buradaki örnekleri erkek şiddeti bağlamıyla sınırlı tutmaya çalışacağım. Türkiye’de feminist hareket “kadın cinayetleri politiktir” diyerek ailenin korunmasıyla kadın cinayetleri arasındaki bağı teşhire yöneldiğinde ilk veriler kadınları öldüren erkeklere yargıda uygulanan haksız tahrik/erkeklik indirimleri oldu. Yemeğin tuzunu az bulduğu için haksız tahrike maruz kaldığı düşünülen bir kocanın karısını öldürmesi neticesinde aldığı cezada indirim yapılması aslında bütün kitabi patriyarka tahlillerinden fazlasını anlatıyor bize. Kadınlar evde kocalarının yemeklerini hazırlamakla yükümlüdür. Bu öyle bir yükümlülüktür ki yemeğin tuzu erkeğin istediği kadar olmadığında erkek kadına istediği oranda şiddet uygulama hakkına sahiptir. Erkek yargı bu koşulda katil olan bir erkeğe cezada indirim yapmakta beis görmez. Bir başka davada kadına gelen meçhul telefon mesajlarını erkeğin aldatıldığı yönünde bir emare kabul eden yargı yine karısını öldüren erkeğe haksız tahrik indirimi uygular. Çünkü evlendikleri andan itibaren kadınların hayatının her anının denetleme hakkı erkeklere teslim edilir, baba denetiminden koca denetimine devrolunur. Bir penis ile dünyaya geldiği için erkek olarak hayatına devam etmek istemeyen [trans kadın] Hande Kader tıpkı ortaçağ karanlığında erkek egemenliğine biat etmeyi kabul etmeyen cadılar gibi yakılır ama polis ve yargı onu yakanları bulmak için kılını bile kıpırdatmaz. Çünkü Hande Kader erkek sistemin/patriyarkanın kendini yeniden üretmesine sistemin merkezinden itiraz etmiştir. Bu üç kadın cinayetinin ortak noktası olan erkek şiddetinin, patriyarkanın bir sistem olarak kendini korumasının ve yeniden üretmesinin aracı ve sonucu olmasıdır. Sibel ise bize, kadınları aslında kadınları ezmekten hiçbir çıkarı olmayan hep kapitalizmin oyununa gelen erkeklerin kapitalizm adına öldürdüğünü onun için “emek eksenli bir başkaldırıyla” sosyalizm mücadelesinin kadınları kurtaracağını söyler.
Sonuçta biz bütün bu analizleri, tartışmaları niye yapıyoruz? On beş kişi ellerinde dev kızıl bayraklar ve “Ya sosyalizm ya ölüm” yazan dövizle 25 Kasım kadın eylemine geldikleri için. Sosyal medyada da Sibel’in yazısında da “Ya sosyalizm ya ölüm” lafına yapılan eleştirilere cevap verilmiş. Sibel de belirtmiş Rosa’nın “Ya sosyalizm ya barbarlık” sözüne ve Fidel Castro’nun “Ya sosyalizm ya ölüm” sözüne gönderme olduğunu. Bunu o dövizi eleştiren kimsenin bilmediği fikrine nereden kapıldıkları ayrı bir tartışma konusu ama esas olan Rosa’ya ya da Castro’ya yapılan göndermelerin hangi bağlamda kullanıldığının eleştirilemeyeceğinin nereden çıktığı. Rosa, Engels’e gönderme yaparak emperyalist paylaşım savaşı koşullarında Alman Sosyal Demokratları’nın savaşı desteklemesine karşı yazdığı yazıda, çıkan savaşın tüm insanlığı tehdit ettiğini ve bundan çıkışın ancak işçi sınıfının enternasyonal devrimci eylemiyle mümkün olacağını söyler. Yani bağlam emperyalist savaş karşısında proletarya enternasyonalizminin sınıf savaşını yükseltmesi gerektiğidir. Castro ise emperyalist saldırganlığın sosyalizmin kalelerini salladığı bir dünyada Küba’nın sosyalizmdeki kararlılığını ifade etmek için kullanmıştır o lafı. Peki, 25 Kasım’da kocaman kızıl bayraklarla alana gelen sosyalist arkadaşlar sosyalist hareketin tarihi açısından öneme sahip bu lafı hangi bağlamda kullandılar acaba? Şu öngördükleri “Anadolu Devrimi”nin şafağında olduklarına karar verdiler de bizi de o devrimlerine katılmaya mı çağırıyorlar mesela? Hani diyelim ki 25 Kasım sadece kadınlara yönelik devlet şiddeti ile ilintili bir gün olsun yine de “ya sosyalizm ya ölüm” demekte bir politik bağlam sorunu yok mu? Mesela 10 Aralık İnsan Hakları Günü’ne de arkadaşlar bu dövizle gidiyorlar mı? Sibel de mesela, “insan hakları” kavramı burjuva demokrasisine ilişkin bir kavramdır onun için sosyalistler 10 Aralık’ta “Ya sosyalizm ya ölüm” diyerek işkencenin vd. ancak sosyalizmde son bulacağını söyleme hakkına sahiptirler, der mi?
Tüm bu soruların aslında basit bir cevabı var; o döviz 25 Kasım bağlamıyla açılmadı, tıpkı o dev kızıl bayrakların da devlet şiddetine karşı sosyalistlerin kendini ifade etmesi için açılmadığı gibi. Kızıl bayrakların da “Ya sosyalizm ya ölüm” dövizinin de orada önümüzde dikilen polis barikatlarında cisimleşen devlet şiddetine bir sözü yok aslında. Arkadaşlar maalesef 25 Kasım’da devlete değil feministlerin şahsında orada mor renkle ve gökkuşağı renkleriyle erkek şiddetine -hetero patriyarkanın şiddetine ve devlet şiddetine karşı direnen kadınlara karşı konuşmak için oraya gelmişlerdi. Ki bizim eleştirimiz de buna. Orada yıllar içinde inşa edilen bir kadın dayanışmasına karşı konuşulmasına yönelik bir eleştiri söz konusu. Yoksa kimsenin sosyalizmiyle de kızılıyla da sorunumuz yok. 25 Kasım yürüyüşleri on beş yıldan fazladır grup imzası olmayan döviz ve pankartlarla örgütlenir. Örgütlü gruplardan kadınlar birbirine karşı konuşan kortejlerle değil farklı siyasi yönelimleriyle yan yana, karışık durarak erkek (-devlet) şiddetine karşı dayanışmayı örgütlerler. Tam da bu yüzden ayrı kortejlerinin oluştuğu kadın mitingine katılım sayısı neredeyse üç bine gerilemişken, farklı ezilmişliklerimize ve farklı siyasi varoluşlarımıza rağmen dayanışmayla örgütlediğimiz 25 Kasım eylemine, tüm polis tehditlerine rağmen on bin kadın geliyor. 25 Kasım eylemleri grupların birbirine mesafeli duran kortejlerle örgütlenmemesi nedeniyle örgütleyicilerinin doğrudan temas ettiği kadınlardan kat kat fazlasına alan açabiliyor.[4] İşte 25 Kasım’ların İstanbul’daki bu örgütlenme tarzı dev kızıl bayraklarla bir arada durarak grup görünürlüğünü öne çıkaran ve günün politik bağlamıyla tümüyle alakasız bir dövizle devlete değil feministlere/kadın hareketine karşı eylem yapmaya gelenlere eleştiri yapmayı haklı kılıyor. Bunu isteyen istediği kadar sosyalizme tepki, kızıl bayrağa tepki diye çarpıtsın oradaki binlerce kadın ve 25 Kasım’da ülkenin dört bir yanında sokaklara dökülen kadınlar bu haklı eleştiriyi sahipleniyor. Çünkü 25 Kasımlarda sokağa çıkan kadınlar biliyoruz ki bizi ölümden kurtarıp kurtarmayacağından emin olmadığımız sosyalizmi beklememiz mümkün değil. Hayatlarımızı savunuyoruz ve eğer “ölüm” kavramıyla bir ikilem içinde kendimizi ifade etmemiz gerekirse bu ancak “Ya 6284 ya ölüm” veya “Ya İstanbul sözleşmesi ya ölüm” gibi bir şey olabilir.
Son olarak Sibel’in başlığı dolayımıyla da bir açıklama yapmak gerekirse, Türkiye’de şu anda on binlerce kadının katıldığı tek eylem 2020’de on sekizincisi örgütlenecek olan İstiklal Caddesi’ndeki Feminist Gece Yürüyüşü. Adı üstünde bu yürüyüşü on yedi yıldır feministler örgütlüyor, bu yürüyüşe kızıl bayraklarla katılıma hayır deme hakkına sahibiz ve bu hiç de Sibel’in dediği gibi dayatma filan değil. Feministler ve feminist mücadeleyi destekleyen kadınlar olarak yürümek istiyoruz. 8 Mart’ta kızıl bayrakları ile hatta erkek yoldaşları ile yürümek isteyenler de istedikleri yere gitsinler yürüsünler. Ya da becerebiliyorlarsa İstikal Caddesi’nde bizimkinden farklı bir saatte yürüsünler. Kimseye başka yerde de kızıl bayrakla yürüyemezsiniz gibi bir dayatmamız söz konusu değil. Yani Sibel’in “Kızıl’ı Mor’a boyamak mı? Hayır, teşekkürler!” başlığına verilecek yegâne yanıt ancak “Estağfurullah Sibel, öyle bir teklif yok zaten!” olabilir.
Hani kuşkusuz 2003’te 40-50 kadınla başlayan feminist gece yürüyüşlerinin bugün 50 binden fazla kadının katılımıyla gerçekleştiğini düşününce kadınların kurtuluşu için feminist siyasetin politikalarının nasıl karşılık bulduğuna ilişkin, kızıl bayrakla 8 Mart kutlamak gerektiğini savunan arkadaşların da bir değerlendirme yapması gerekiyor olabilir. Başka mücadelelerde yol arkadaşlarımız oldukları için ben naçizane bir öneri yapmak istiyorum. Belki de 35 yıl boyunca ve bugün hala “niçin feminizm değil” diye kendilerini feminizm karşıtlığı üzerinden var etmeye çalışacaklarına kendi siyasal çizgilerini belirlemeye öncelik verebilirler…
Dipnotlar:
[1] https://www.kaldirac.org/kizili-mora-boyamak-mi-hayir-tesekkurler/
[2] Clara Zetkin Seçme Yazılar, Nota Bene Yay. Sf 147 Bu Clara Zetkin çevirisi altı feminist tarafından yapıldı. “Enternasyonal Kadınlar Günü” önergesini de ben çevirdim. Kuşkusuz bilinçli olarak tahrifat yaptığım da düşünülebilir. Ama artık internet çağındayız ve önergenin Almanca ve İngilizce versiyonları kolaylıkla internette bulunabilir ve kontrol edilebilir.
[3] Sheila Rowbotham, Kadınların Gizlenmiş Tarihi (Payel yay.) ve Yeni Bir Çağ Hayali (Sel Yay)
[4] Herhangi bir biçimde farklı kadın gruplarının ya da siyasi örgütlenmelerin ayrı ayrı kortejlerle yürünen eylemler, mitingler örgütlemesine itirazım yok. Örneğin yıllarca örgütlenmesinde görev aldığım ve her yıl katıldığım 8 Mart İstanbul mitingleri söz konusu kortejlerle dizilim yaparak örgütlenir ve biz feministler de kortejimizle mitingde yer alırız. Ancak 25 Kasım için yıllar önce imzasız ve grup kortejleri oluşmadan yapılacak eylemelerin daha anlamlı olacağına karar verdik ve bunun doğru bir karar olduğu da her yıl büyüyen katılımla yeniden ispatlanıyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.