Bu yazıda ele aldığımız “Yüreğim Sol’madan” Erzincan, Malatya, Elazığ, Dersim bölgesinde 1970-82 dönemindeki devrimci mücadeleye ve daha özelinde de Devrimci Yol’un çalışmalarına odaklanmaktadır. Bu kitapta anlatılan bölge Devrimci Yol’un 12 Eylül sonrası kır faaliyetlerinin en uzun süreli olduğu bölgedir
Artık “tarih” olmuş bir döneme ilişkin anılar neden okunur ve neden üzerinde yazma gereği duyulur? Bu konuda Yaşathak Aslan’ın aşağıda aktardığım görüşlerine katılıyorum (Aslan, 2005, s. 13-14)[1]:
Ne yazık ki, hareketimizde arşiv tutma geleneği oluşmamıştır. Hâlbuki; arşiv bir hareketin tarihsel ‘hazinesi’dir. Geçmişi, isteyenin istediği gibi yorumlamasına da engel olur. … Bu nedenle, bu tür çalışmalar, 1980-85 arasında yaşananlara ışık tutulması, toplumdaki bellek kaybının giderilmesi ve geçmiş/gelecek bağlantısının kurulması açısından tarihî bir önem taşımaktadır.
Bu yazıda ele aldığımız “Yüreğim Sol’madan” Erzincan, Malatya, Elazığ, Dersim bölgesinde 1970-82 dönemindeki devrimci mücadeleye ve daha özelinde de Devrimci Yol’un çalışmalarına odaklanmaktadır. Kitap esas olarak Erzincan ve Malatya’da faaliyet yürütmüş olan Erdinç Obuz tarafından yazılmış olmakla birlikte kitapta Ankara Yüksek Teknik Öğretmen Okulu (YTÖO), Erzincan, Malatya, Elazığ, Dersim, Diyarbakır’da mücadelede yer almış kişilerin yazı ve anlatımları da bulunmaktadır. Bu nedenle farklı bakış açılarını da yansıtmaktadır.
Bu kitapta anlatılan bölge Devrimci Yol’un 12 Eylül sonrası kır faaliyetlerinin en uzun süreli olduğu bölge olması nedeniyle birçok söyleşiye ve yazıya konu olmanın yanında daha önce bazı kitaplarda da anlatılmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir:
Kitap, politikanın araçları, kadrolaşma, merkez-yerel ilişkileri, yerel sorunların çözülme/çözülememe biçimleri, Alevi-Sünni ayrışması hakkında tutum, Kürt sorunu, CHP’ye bakış gibi konularda birçok tartışma malzemesi sunmakla birlikte bu yazıda bunların bir kısmı üzerinde durulacaktır.
Ankara’daki bu okul sanat okulu (şimdiki meslek liseleri) mezunlarını kabul eden bir okuldur. Genellikle yoksul ailelerin bir an önce çalışmaya başlayarak ailesine destek olması beklenen çocukları sanat okullarına ve oradan da bu okullara gelir. Faşistlerin etkili olduğu Beşevler bölgesinde bulunan bu okulda 1973 sonrasının önemli direngen örgütlerinden birisi olan Tek-Der kurulmuş ve faşist saldırılara karşı dişe diş bir kavga verilmiştir. Okuldan yüzlerce devrimci kadro çıkmıştır. Kitabın yazarı Erdinç Obuz da bir dönem Tek-Der başkanlığı yaptıktan sonra Hareket tarafından Erzincan’da faaliyete gönderilen bir devrimcidir. Necdet Erdoğan Bozkurt, Soner İlhan, Veli Eskili de Tek-Der’lidir.
1974’te üniversiteye başlayan Obuz, Salihli’deki lise döneminde soldan etkilenmiştir. YTÖO’da Tek-Der’li olur. Obuz, Erzincan’a önce 5 Haziran 1977 seçimleri için 1 aylığına gönderilir. Seçimden sonra ise yeniden Erzincan’a, bu sefer kalıcı olarak, gönderilir. Üniversiteye başladıktan 2,5 yıl sonra, 21 yaşında, profesyonel kadro olarak bir anlamda il sorumlusu olur. Solun kitle tabanını Kürt ve Alevilerin oluşturduğu, hareketin henüz kitle tabanının olmadığı bir bölgeye Egeli, Türk ve Sünni kökenli bir kadronun gönderilmesinin bilinçli bir tercih olup olmadığı kitaptan anlaşılmıyor. Ancak dönemin gelişen toplumsal muhalefet hareketi içinde bu tercih önemli bir handikap yaratmıyor.
Obuz’un Erzincan’a gönderildiği günler DY dergisinin ilk sayısının yeni çıktığı günlerdir. Devrimci Gençlik dergisi ve Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu (Dev-Genç) özellikle üniversitelerin bulunduğu bazı şehirlerde ve THKP-C’den etkilenmiş insanların bulunduğu bazı bölgelerde var olmakla birlikte henüz örgütlü yapısı oldukça cılız bir konumdadır. Malatya, Elazığ ve Dersim’de THKP-C’liler ile ilişkisi olmuş veya onlardan etkilenmiş kişi ve çalışmalar, daha DG ve DY oluşmadan önce, bulunmakta ve örgütlenmektedir. Erzincan ise, anlaşıldığı kadarıyla, oldukça cılız olunan yerlerdendir. Obuz, Erzincan’a ilk gönderildiğinde kendisine ilişki olarak iki öğretmenin ismi verilir. Öğretmenler kendilerinin Devrimci Öğretmen’den olmadıklarını yalnızca Töb-Der seçimlerinde birlikte davrandıklarını ve yardımcı olamayacaklarını belirtirler. Ancak Dev-Genç taraftarı bir kişiyi bulmasını sağlarlar. Obuz bu kişiyle ve hareket tarafından şehre gönderilen bir başka kişiyle birlikte Dev-Genç sempatizanlarını bularak bir çalışma yapmaya başlar ve giderek kitleselleşirler. Diğer illerdeki çalışmalar ise eski THKP-C kadrolarının çevresinde oluşan gruplaşmalar (Halkın Yolu, Kurtuluş) ve bölünmelerle (DS ayrılığı) birkaç kez zayıflar ve yeniden oluşturulur.
Devrimci Yol’un kitleselleşmesine ilişkin olarak yapılan bir yoruma cevabı da yine Yaşathak Aslan’a havale edelim (Aslan, 2005, s. 18-19):
Devrimci Yol’un 2-3 yıl gibi kısa bir sürede kitlesel bir etkinliğe sahip olması bazı gruplarca yanlış yorumlanıyor, hızla gelişmemizin sırrı, halka karşı sorumlu mücadelemizde, taktiklerimizde, teorik açılımlarımızda değil, Mahirleri, THKP-C’yi ‘savunuyor gözükmemizde’ aranıyordu. Hâlbuki o yıllarda, ortalık keskin Mahir savunucularından geçilmiyordu!
Kitabın editörü Yalçın Bürkev, Devrimci Yol’un gelişimini iki ana dönemde ele alan bir değerlendirme yapıyor (Bürkev, s. 13):
Devrimci Yol, ilk oluşum (gençlik) evresi sayılabilecek 1974-78 dönemindeki adeta iç savaş koşullarında, THKP-C çizgisini o koşullara uyarlamada büyük bir beceri gösterdi. Bu artık genel kabul gören tarihsel bir gerçeklik. Ancak hareketin bunu takip eden olgunlaşma evresinde, 1978-1980 arasında yeni bir sıçrama yapma ihtiyacını karşılayamayarak benzer bir beceriyi gösteremediği de yine tarihsel bir gerçeklik.
Bu kitapta anlatılan bölge 12 Eylül darbesi öncesinde Devrimci Yol’un, kır gerillasına gidecek bir süreç için merkezi müdahale ile en bilinçli çabayı gösterdiği bölge olarak görünüyor. Aslında darbe yapıldığında çok yeni ve çok cılız bir çaba olmasına, henüz kırda yerleşmemiş olmasına karşın, bu bölge sonraki 4 yılın DY açısından en örgütlü ve diri alanı olarak kalıyor. Üstelik bölge sorumlusu yakalandığında çok sayıda insanı ve ilişkiyi yakalatmış olmasına rağmen, 1985 yılında ikinci bir itirafçının itiraflarına kadar ayakta durabilmiş bir bölge oluyor.
1980 yılı Mayıs ayı civarında Malatya, Dersim civarına yeni kadrolar gönderilerek askeri yapı güçlendirilir. Bu kadrolardan M. Memduh Uyan politikayı şöyle aktarıyor (s. 227):
O günlerde, açık faşizmin/cuntanın her an gerçekleşme koşullarında olduğumuzu düşündüğümüz için bazı adımlar da atacaktık. Bu nedenle kırsal alanlarda önceden başlanan bazı çalışma birimlerinin hızlı bir biçimde gözden geçirilmesi ve ne durumda olduğunun değerlendirilmesi gerekiyordu. Özetle sivil faşist hareketin iç savaş politikasına göre hakimiyet kurduğu alanların önünü kesecek, giderek kır gerilla hareketine yöneleceğimiz hatlar oluşturmaya çalışacaktık. Adana, Maraş, Adıyaman, Malatya, Sivas, Tokat, Ordu kırsal hattını oluşturmayı önümüze koymuştuk. Bu, Akdeniz’den Karadeniz’e bir hattı. Hattın bazı alanlarına birimler yerleşmiş, faaliyetler devam ediyordu. Bazı yerlerde ise başarısızlığa uğramıştık. Dersim’de çalışmalarımız vardı. Dersim, Erzincan, Erzurum, Kars, Artvin üzerine de bir hat oluşturmayı düşünüyorduk. Kırsal alan yaklaşımımızı ‘Birleşik Devrimci Savaş Stratejimizin’ somut bir adımı olarak görüyorduk.
Darbe sonrasında ise merkezden M. Ali Yılmaz ile Akdeniz ve Doğu bölgelerinden yönetici düzeyindeki kadrolarla yapılan bir toplantıda bu iki bölgede kırsal kesim örgütlenmesinin geliştirilmesi hakkında konuşulur (Yılmaz, s. 221). Ancak Çukurova’daki gruplar, Ayhan Alan’ın öldürüldüğü, Mustafa Özenç’in yakalandığı operasyonlardan sonra kıra çekilirken 1981 Mart’ında Soner İlhan’ın öldürülmesi ve gruptaki diğer kişilerin yakalanmasıyla, dağılır. Malatya, Dersim, Diyarbakır bölgesindeki faaliyet ise kayıplara rağmen, diğer bazı bölgelerle birlikte, 1984’e kadar sürer.
Bu durum da “darbe öncesinde daha geniş çaplı hazırlık yapılsaydı süreç farklı şekilde gelişebilir miydi?” sorusunun tekrar tekrar sorulmasına neden olmaktadır. Ancak benzer iddialar “işçi sınıfı mücadelesine daha fazla ağrılık verilse …”, “Karadeniz’e (veya Çukurova’ya) daha fazla ağırlık verilse …”, “şehirlerde illegal yapılanmaya daha fazla önem verilse …” şeklinde çoğaltılabilir. Böyle bir durumda da her bir iddianın, geçen 40 yılı da göz önünde tutarak, daha açıklayıcı argümanlarla desteklenmesi gerekir. Nitekim, darbe olduğunda MK’nin bu bölgeyle ilişkiyi sürdüren üyesi konumunda olan M. Ali Yılmaz, kitapta yer alan değerlendirmesinde, Sünni bölgelerde hareket etmenin zorluklarından ve burada anlatılan Alevi bölgelerindeki halk desteğinden söz etmekle birlikte, farklı sorular sormaktadır (s. 396-397):
Devrimci Yol hareketi neticede halk savaşını savunan bir örgütlenme. Böyle bir örgütlenmenin kırsal kesime önem vermesi gerekir. O zaman da bende bu düşünce vardı. Fakat bunu yapabilmek kolay değildi. Acaba bu çalışmanın nüvesini Çukurova tarafında mı oluştursak diye düşündük Behçet’le birlikte. Ancak orada fazla adım atamadık. Şehir merkezlerinde örgütlenebiliyorduk. İlçelere bile kısmen girebiliyorduk. Kırsal kesimde insanlar, Akdeniz Bölgesi için konuşuyorum, şehir merkezine göre daha tutucuydu. … (Malatya, Dersim vb.- yn) Buralarda istediğimiz gibi örgütlenmeye başlasak, gerilla tarzı örgütlenme kursak, devletin tavrı nasıl olurdu bilmiyorum. Çünkü o daha ciddi bir işti. Belki tavır değişirdi. O dönemde Türkiye’de devletle çatışınca toplumun tavrı nasıl olurdu bilmiyorduk. İyi hesaplamalıydık neler olabileceğini. O dönemde ince durumlar vardı. Polise tavır almakla askere tavır almak aynı şey değildi örneğin. Tüm incelikleri hesap edecek bir örgütlenme, uzun vadeye yayılacak bir mücadele hattı izlenmesi gerekiyordu. Kitleyi sana çekecek, senden uzaklaştırmayacak bir örgütlenme.
Böyle sorular olmakla birlikte, bu bölgede ve Karadeniz’de 1984-85’e kadar süren kırsal faaliyetin sonraki dönem için oluşturduğu moral etki ve Kürt hareketinin sonraki gelişimi bu bölgede verilen mücadelenin önemini ortaya koymaktadır.
Kitapta anlatılan bölge Kürt ve Türklerin, Alevi ve Sünnilerin yaşadığı bir tür geçiş bölgesidir. Bununla birlikte kitapta Kürt sorunu oldukça tali bir şekilde geçiyor. Erdinç Obuz bölgeye kalıcı olarak gideceği zaman Melih Pekdemir, Erdinç Obuz ile görüşür. Pekdemir “Madem Kürdistan’a gidiyorsun, Kürt sorununu ve sömürgeciliği araştırmalısın” diyerek DY dergisinde çıkacak olan “Milli Mesele” yazısının el yazması nüshası ile milli mesele ve sömürgecilik üzerine kitaplar verir. 1977 sonlarında Erzincan’da Halkın Kurtuluşu ve Apocular’ın ısrarı üzerine “Kürt sorunu ve milli mesele” üzerine yapılan tartışmada Obuz bu yazı ve kitaplardan yararlanır (Obuz, s. 75, 85).
Devrimci Yol, 1990’lardan itibaren sol kamuoyunda yansıtıldığı gibi, Kürt halkına duyarsız ve Kürt sorununda sosyal-şoven bir hareket değildir. Ancak, soruna yeteri düzeyde eğildiği ve ayrıntılı politika üretmediği de ortadadır.
Darbe döneminde Malatya, Elazığ, Erzincan, Dersim bölge komitesinin 3 üyesinden birisi olan Nazım Doğan, genel stratejik belirsizliklerin yanında, Kürt sorunu konusunda da özel olarak söylenen bir sözün olmamasını eleştirmektedir (Doğan, s. 245-246). Kitabın genelinden de dönemin DY kadroları açısından Kürt sorununun öncelikli gündemlerden olmadığı anlaşılmaktadır. Memduh Uyan da Devrimci Yol’un Kürt sorunundaki düşüncelerinin daha çok ideolojik ve teorik düzeyde kaldığını, Kürt illerindeki mücadelenin ülke genelindeki antifaşist, antiemperyalist hat ekseninde olduğunu belirterek “Kürt halkı içindeki örgütlenme ve mücadeleye daha bütünlüklü ve güçlü yönelseydik ideolojik/teorik tartışmalarımızı somut pratik/politik olarak geliştirme imkânı olabilirdi” (Uyan, s. 403) değerlendirmesi yapmaktadır.
1970’lerde Türkiye devrimci hareketi ülkenin birçok bölgesinde var olmakla ve değişik bölgelerinde güçlü olmakla birlikte, önemli oranda Alevilere dayanmakta, Alevilerin bulunduğu bölgelerde daha kolay kitleselleşmekte, daha rahat hareket etmektedir. Alevilerle Sünnilerin birlikte yaşadığı bölgeler, dinsel geleneklerin gücü ve yüzyıllara dayalı mezhepsel saflaşma nedeniyle, oluşturulan provokasyonlarla sağ hareketin Sünni kesimleri kendi arkasında saflaştırması için uygun zemine sahiptir. Her kritik durumda da bu zemin kullanılmıştır. Bu kitapta anlatılan, hem Alevi hem de Sünnilerin yaşadığı bölgelerdeki Sünni halk kesimleri, faşist hareketin oluşturduğu saflaşmanın da etkisiyle çoğunlukla sağın etkisinde kalmıştır. Örneğin Malatya’da sola ve Alevilere karşı 1960’lardan itibaren birçok provokasyon ve saldırı gerçekleştirilmiştir. Bu saldırılar, bazıları püskürtülebilse ve Alevi kitlelerin örgütlenme eğilimi artsa bile, Sünnilerin çoğunluğunun sağ partiler ve faşist hareketin arkasında toplanmasına, Alevilerin bölge dışına göçünün artmasına yol açmıştır. Bu türden bir saflaşma, etkisini sadece nüfusun karma olduğu geleneksel yerleşimlerde değil büyük şehirlerde ve Alevilerin var olmadığı diğer bölgelerde de gericiliği güçlendiren etkide bulunmuştur.
1978 Nisan ayında yapılan ve DY’nin merkez ile bölge sorumlularının katıldığı 8-10 gün süren bir toplantıda şöyle bir öngörüde bulunulur:
O toplantıdaki … belki de en kritik öngörüyse, Ordu’dan Adana’ya Toroslara doğru bir hat çizilmesiydi. Faşistlerin bu hat üzerinde örgütleneceği ve özellikle Alevi-Sünni ve ayrıca Türk-Kürt gerilimi üzerinden Türkiye siyasetini kutuplaştıracakları öngörülüyordu. Devrimciler de bu hat üzerinde ve etrafında örgütlenmeliydi. … Faşistlerin buralarda örgütlenmek için bazı provokasyonlara başvuracağı düşünülüyordu. (Obuz, s. 93)
Gerçekten de toplantının bittiği günlerde Malatya’da 2. Hamido Olayları olarak bilinen provokasyon ve saldırılar başlar. Bu saldırılar çok büyük bir katliama dönüşmeden önlenebilse de Sünnilerle Aleviler arasındaki ayrışmayı artırır. Devrimciler, en kritik bölgelerden olan Malatya’da, giderek Alevi bir tabana sıkışır. İstisnai olarak Hekimhan’da Sünni işçilerle örgütlenme yapılıyor (Tekin, s. 123). Malatya’da siyaset yürüten diğer sol gruplar açısından bu durumun bir sorun olarak görülmediği belirtiliyor.
Malatya’da faşistlerle devlet Alevi ve Sünnileri kaşımaya çalışıyordu. Aleviler devletten sürekli baskı gördüğü için muhaliflerden yanaydı Türkiye genelinde. Devrimciler muhalif olduğu için, Aleviler onlara sempati duyuyordu. Devrimciler bu olayı keşfetti. Biz Malatya’da Sünni arkadaşları da örgütlemeye karar verdik. Alevi Sünni kavgasını böyle durduracaktık. Bunun için Sünni ağırlıklı bir ilçe olan Hekimhan’a gittik. Örgütlenen maden işçilerinin hepsi Sünni. Ardından tekstil işçilerinin çoğunlukta olduğu Yeşilyurt’a gittik ve oraya ağırlık verdik. Yeşilyurt’u ele geçirdik. Şehir merkezinde yoğunlaştık. Ama diğer devrimci gruplar Kürecik’e, Arguvan’a yoğunlaştı. Bizim oralarda kitlemiz var, diyorlardı. … Bizse Alevilerinkinden çok Sünni bölgelere yoğunlaştık. (M. Tekin, s. 123)
Alevi-Sünni ayrışmasının bulunduğu diğer bazı bölgelerde de Sünni işçi ve halk kesimleri (Turhal antimuan işçileri arasında Yeraltı Maden-İş, Gümüşhacıköy, Vezirköprü) arasında yapılabilmiş olan örgütlenmeler önemlidir. Ancak gösterilen çabalara rağmen sonuç olarak kimlik gerilimleri karşısında politika oluşturulmasında yetersiz kalındığı görülmektedir:
1978-79 döneminde biz giderek bütün karşı çabamıza karşın Malatya’da Alevi tabana sıkışmış olduk. Oysa o döneme kadar Malatya merkez CHP ağırlıklıydı ve Sünnilerin büyük kısmı CHP’li ve sola yakında. O tarihte Malatya’da farklı olan, Alevi tabana sıkışılmayan sadece Arapgir ve Hekimhan coğrafyası kalmıştı. Malatya merkezde hızla Alevi tabana sıkışmıştık, yerli Sünni mahallelerden kopmuştuk. Başardılar yani, Hamido olayları, diğer olaylarla, saldırılarla solun Sünni kesimler içindeki tabanıyla ilişkisini kopardılar. …
Kimlik siyaseti bildiğimiz bir şey değildi. Dolayısıyla kontrgerilla hareketini kırabilecek perspektifimiz yoktu. ‘On tane Alevi köyü örgütleyeceğine bir tane Sünni köyü örgütle’ diye konuşuyorduk ama bunun nasıl olacağını bilmiyorduk. En etkili çıkışımız bağımsız belediye başkan adayımızın Sünni kökenli olmasına dikkat etmek olmuştu. Çünkü karşısına çıkan şey dindi. … Yoğun psikolojik savaş yaşıyorduk aslında. Bunu kıracak olan bir karşı politika ise çok zor bir işti. Bugün bile beceremiyoruz. (Y. Ketenoğlu, s. 392- 393)
Türkiye dinsel bağnazlığın etkili olduğu bir ülkedir. Bu bağnazlığın dışına çıkabilen en önemli kesimler ise Aleviler ile modernist eğitim görmüş ve şehirleşmiş olan seküler kesimlerdir. Aleviler ve diğer seküler kesimlerle Türkiye devrimci hareketinin ilişkilerinin kuvvetli olması önemli ve gereklidir; ancak Türkiye devrimi için yeterli olmayacağı açıktır. Sorun, gerek bu kitapta ele alınan kritik bölgede gerekse de Türkiye genelinde, Sünni bölgelere yoğunlaşmakla da çözülecek gibi değildir. Devrimci hareketin başarısı ancak gericilerin oluşturduğu saflaşmayı aşacak çapta politikalar geliştirmesiyle mümkündür. Kimlikleri yok saymayan, ancak kimlik siyasetini aşacak ve emekçi halk kesimlerini bir üst kimlikte birleştirebilecek bir perspektifin ve politikanın oluşturulabilmesi sorunu bugün de Türkiye sol hareketinin önemli gündemlerinden birisini oluşturmalıdır.
CHP’nin 1978 Ocak ayında AP’den milletvekilleri transferi yaparak kurduğu hükümet döneminde bazı mücadeleler kazanılıyor. Örneğin, faşist saldırılar nedeniyle okula gidemeyip derslere giremediği için devamsızlıktan sınıfta kalanlar lehine Danıştay’ın verdiği yürütmeyi durdurma kararının uygulanması bu dönemde sağlanmıştır (Bkz. Obuz, s. 89). Sene kaybı olanlara hızlandırılmış eğitimle öğretmenlik olanağı bu dönemde tanınmıştır (Obuz, s. 96). Hekimhan’da Yeraltı Maden-İş tarafından sürdürülen grev, işletmenin kamulaştırılmasıyla birlikte kazanımla sonuçlanıyor (Demiralp, s. 130). ODTÜ’deki boykot da bu dönemde kazanımla sonuçlanmıştır.
Sadece bu kitapta değil diğer anılarda da 1970’li yıllara ilişkin olarak yapılan tüm anlatımlarda CHP’nin iktidar olduğu dönemlerde (1974 ve 1978-79) halk kesimlerinin ve devrimcilerin lehine olan bazı uygulamalar üstü örtük olarak geçiyor. Asıl vurgu CHP’nin basiretsizliği (faşist saldırıların çoğalması, Maraş Katliamı’nın engellenememesi ve sonrasında sıkıyönetim ilan edilmesi vb.) üzerine yapılıyor. 1970’lerdeki CHP hükümetlerinin her ikisinin de oldukça kırılgan ve kısa süreli olduğu, birincisinin bir koalisyon iken ikincisinin ise AP’den bakanlık karşılığında transfer edilen kişilerle birlikte kurulabildiği, devlet kurumlarında çok ciddi bir faşist kadrolaşmanın zaten var olduğu, sermayenin, sağın ve faşist güçlerin kontrgerillayı arkasına alan kitle katliamlarıyla bu dönemleri daha zor hale getirdiği ve CHP’nin devrimci bir parti olmaması nedeniyle bu saldırılara devrimci bir cevap veremeyeceği olgusu atlanıyor. CHP’nin etkisizliğine ve yanlışlarına yapılan vurgu dönemin atmosferinde alternatif bir iktidar adayı olmayı hedefleyen bir hareket için anlaşılır bir vurgu olmakla birlikte 40 yıl sonra yapılan değerlendirmelerde duruma daha nesnel bakmak gerekir. Ancak bir yandan Ecevit’in daha sonraki iyice milliyetçi hale gelen çizgisi ve 1997-2002 hükümetleri dönemindeki halk düşmanı uygulamaları; öbür yandan Kemalizm’i ve CHP’yi “faşist” olarak değerlendiren Kürt hareketinin ve liberallerin Türkiye solu üzerindeki artan hegemonyası günümüzde de CHP ve Kemalistler hakkında nesnel değerlendirmeleri ifade etmeyi zorlaştırmaktadır.[2]
Kitapta birkaç yerde (Ketenoğlu, Yılmaz, Obuz) 1979’da CHP’deki çözülmeden söz ediliyor. Obuz (s. 104) CHP’den kopanların bir kısmının merkeze ve daha sonra cuntaya örtük onay noktasına, bir kısmının ise sola ve esas olarak da DY’ye yöneldiğini belirtiyor. Hızla ortaya çıkan kitleselleşmeye uygun örgütlenme biçimi olarak 1980 yılında gündeme gelen yasal parti düşüncesi bu kitapta da değerlendiriliyor. Mehmet Biter, Yasin Ketenoğlu, Mehmet Ali Yılmaz o dönem var olan sorunları aşabilmek için bir yandan yeraltı hareketi güçlendirilirken, öte yandan bir yasal partinin oluşturulmasının faydalı olabileceğini ancak bunun yapılamadığını belirtiyorlar.
Kürt devrimcisi Ali Rıza Koşar, 20 Şubat 1978’de Elazığ’da öldürülmüştür. Koşar’ın eşinin yazdığı kitaptan Gün Zileli’nin aktardığına göre[3], Elazığ’da yapılan bir ortak eylemin bitiminde devrim andı içilmiş, sonrasında “sömürge” tespiti yapan gruplar “Kürtçe ant” içmek istemiş, çıkan tartışmada Ali Rıza Koşar vurulmuştur. Vuran kişinin Dev-Gençli Ali Akgün (Gavur Ali) olduğu iddiası değişik kaynaklarda yer almaktadır. Söz konusu tarih DS ayrılığının billurlaşmaya başladığı ancak henüz kesinleşip (ilişkilerin askıya alınması) kamuya açık hale gelmediği bir dönemdedir. Ali Akgün bu ayrılıkta, daha sonra DS’yi oluşturacak tarafta yer almıştır. Kitapta Ali Akgün’ün Karataş ile ilişkileri üzerinde vb. durulmaktadır. Ancak bahsi geçen olay tarihinde DY örgütlülüğünün bir kadrosudur, dolayısıyla, olay eğer anlatıldığı gibiyse, DY’nin sorumluluğu vardır. Kitabın bir yerinde (s. 184) Ali Rıza Koşar ismi geçmekle birlikte Ali Rıza Koşar’ın öldürülmesi olayı görmezden gelinmiştir. Olayla DY’nin ilişkisinin olup olmadığı, olayın anlatımı, gerekçeler, üzüntü, eğer bir hata olarak görülüyorsa, yapan kişilere karşı ne tür tavır alındığı vb. hakkında hiçbir şey yoktur. Eğer olay kamuoyunca bilindiği gibi değilse de bu durumun anlatılması gerekir. DY taraftarı öğretmen Hasan Çakmak’ın 1979 başında TİKKO’cular tarafından öldürülmesi ve bu olaya karşı alınan tutum, gerçekten de olması gerektiği gibi, ayrıntılı şekilde anlatılmış ama Ali Rıza Koşar olayı atlanmıştır. Olayın olduğu dönemdeki DY dergilerinde de bu konuda herhangi bir açıklama göremedim. Olayın üzerinden 40 yıl geçmişken yapılan bir anlatımda en azından bir üzüntü ifadesi ve özeleştiri beklemek hakkımızdır sanıyorum. Geçmişteki sorunlu davranışları yok sayarak olgunlaşmak ve ilerlemek zor olacaktır.
Türkiye devrimci hareketi uzun ve derin bir yenilgiyi yaşamaya devam ediyor. Böyle bir dönemde bir yandan bugünün tahlili, geleceğe ilişkin öngörü ve önerileri tartışırken öte yandan geçmişten ders çıkarmak önemli bir sorun olarak önümüzde duruyor. Tarih elbette bir daha aynı şekilde yaşanmayacak. Ama zaaflarımızdan ve yanlışlarımızdan öğreneceğiz, güçlü yanlarımız bize esin kaynağı olacak ve devrimcilik iddiasını canı pahasına sürdürmüş olanlar da bizi güçlendirecek. ‘Yüreğim Sol’madan’ her açıdan öğretici bir çalışma. Tarihi yapanlara ve bize aktaranlara teşekkürler.
Dipnotlar:
* Erdinç Obuz. (2019). Yüreğim Sol’madan. Malatya, Dersim, Elazığ, Erzincan’da Devrimci Mücadele. Y. Bürkev (Ed.). İstanbul: NotaBene Yayınları. Yazıda tarih belirtilmeden yapılan atıf ve alıntılar bu kitaptandır.
[1] Yaşathak Aslan. (2005). Devrimci Yol. Bir Dönem 1980-85 Yılları. Kavgamız Bitmeyen Sevdamız. Ankara: Arayış Yayınları.
[2] Söz konusu baskılanma Türkiye’deki güncel siyasette doğru ittifaklar politikası oluşturulmasını da zorlaştırmaktadır. Ancak bu tartışma ayrı bir yazı konusudur.
[3] Kaynak: http://www.gunzileli.com/2015/05/04/devrimci-mucadele-uzerine-bes-ani-kitabi-gun-zileli-melih-dalbudak-ceren-cevahir-gundogan-isil-kandolu/ (Erişim Tarihi: 23.12.2019)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.