Sistem, ekonomik ve siyasal olarak bu kadar krizdeyse elbette yapısal bir sorundan bahsediyoruz demektir ve bunun toplumsal yansımaları da olacaktır. Böyle dönemler sokak hareketlerinin ve kamuoyu baskısının somut kazanımlar elde etmesinin olanaklarını da barındırıyor
Erdoğan’a bırakılsa ülkenin adını “şahsım” olarak değiştirebilir. RTE de olabilir tabi. Daha önce Türk Patent Enstitüsü’nden marka tescili yaptırmıştı. “İngiltere, Almanya, Fransa ve şahsım” dörtlü zirve gerçekleştirmiş. Tıpkı daha önce “Ben bu davanın savcısıyım”, “Emri ben verdim” cümlelerindeki birinci tekil şahıs ya da Davutoğlu’nu kastederek “Şahsım bunlara muhalefet olsaydı Tekel’in bu kadar kıymetli arazisini niçin bunlara tahsis edeyim?” cümlesindeki gibi. Ortada kadir-i mutlak bir şahıs var. Ama bu bir şahsiyet meselesi değil. Ülkeyi kurumları, hukuku ve halkı yok sayarak tek başına yöneten bir şahıs ve onun büyük egolu cümleleri söz konusu olan.
Erdoğan’ın şahsını böylesine öne çıkarmasını kolaylaştıran bir ortam var elbette. Emperyalist kapitalist sistem olağan yasalarıyla ve kurumlarıyla işlemiyor. ABD liderliğindeki emperyalist kampın en önemli mekanizmalarından biri olan NATO zirvesi Macron’un “NATO’nun beyin ölümü”nden söz etmesiyle başladı. Toplantı Türkiye’nin Baltık savunma projesindeki vetosunu kaldırması dışında yeni bir kararla değil, paktın işlevinin devam ettiğine dair vurgularla sonuçlandı. Bir diğer emperyalist düzenleyici kurum Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) temyiz organına Trump’ın engellemesi nedeniyle üye seçilemiyor. Emperyalizmin dünya çapında ticari hegemonyasını düzenleyen WTO’nun kontrol organı işlemiyor. “Ticaret savaşları” başlattığı söylenen Trump’sa başkanlıktan azil tehlikesiyle karşı karşıya. Hakkında yürütülen soruşturmada Adalet Komitesi’nde tanıklık yapan 4 hukuk profesöründen 3’ü azil sürecini onayladı. Ardından Temsilciler Meclisi ABD Başkanı’nı “görevi suiistimal ve kongreyi engellemekle” resmen suçladı… Örnekler çoğaltılabilir ama lafın kısası emperyalizmin işlevsel organları krizde. Erdoğan ise bu kriz ortamının yarattığı boşlukları değerlendirebiliyor.
Suriye’de savaş şimdilik durgun bir seyirde. Çavuşoğlu’nun “Mutabakatın gereğini yapmadılar, operasyona yeniden başlayabiliriz” sözleri Rus Dışişleri tarafından yalanlandı, Türkiye’nin bu konuda Rusya’ya güvence verdiği bilgisi basına servis edilmişti. Türkiye ve İslamcı gruplar Rusya’nın zorlamasıyla M-4 karayolundan çekiliyor. Öte yandan Kürt güçleri de Suriye hükümeti ile anlaşmaya zorlanıyor. Esad, Türkiye’nin çekip gitmesi gerektiğini söylerken Kürtlerin Suriyeli olduğunu, ayrı bir halk olmadığını savunuyor. Suriye’de Esad’la güçlü bir işbirliği içinde olan Rusya’nın dediği oluyor. Suriye savaşı ilk zamanlarının aksine iç politikada yeterli etkiyi yaratmıyor. Erdoğan’a yeni bir kriz gerek. O kriz Doğu Akdeniz’de bulunmuş görünüyor. Doğu Akdeniz’de bir süredir devam eden sondaj çalışmaları, Libya ile Akdeniz’deki yetki alanlarının sınırlanmasına ilişkin bir mutabakat muhtırası imzalanmasıyla başka bir boyuta sıçradı. Anlaşmaya Yunanistan ve Güney Kıbrıs büyük tepki gösterdi. Konu oldukça hassas çünkü Doğu Akdeniz’e sınırı olan 10 ülkeyi ve halihazırda faaliyetle olan uluslararası enerji tekellerini ilgilendiriyor. Doğu Akdeniz’de kimin ne kadar “egemenlik hakkı” var, tartışmalı bir konu. AKP, iç savaşta olan ve daha ne kadar dayanacağı belli olmayan Libya hükümeti ile anlaşma imzalayarak Doğu Akdeniz’de varlık kazanmak için hamle yapıyor. Bir yandan bölgede Güney Kıbrıs hariç herkesle anlaşma yapmaya hazırız diyor, öte yandan Libya isterse asker göndeririz diyerek pazarlık masasına oturmak için elini güçlendirmeye çalışıyor. Savaş gündeminin iç siyasette işe yaradığını da düşününce Erdoğan’ın “Libya isterse asker göndeririz” açıklaması ülkeyi yine sonu belli olmayan bir çatışmaya sokma eğiliminde olduğunu gösteriyor.
Erdoğan, şişkin bir egoyla dünyaya akıl veredursun, ülkede ve AKP içinde var olan kriz artık üstü örtülemez duruma geldi. Sık sık kamuoyu araştırmaları yaptırılıyor. Ekonomik krizle tetiklenen tabandaki çözülmeyi, parti içi kriz ve istifalar izliyor. Oy yönelimi ölçen anketlerde kararsızların oranı giderek artıyor. Bu da AKP içinden çıkacak iki yeni partiyi önemli hale getiriyor. “Boş çuval” benzetmesinden “akil insanlar”ı arabulucu yapmaya kadar farklı yollarla engellenmeye çalışılan yeni partilerde hazırlıklar artık sona yaklaştı. Bu durum ortalığı ısındırdı. Erdoğan, Davutoğlu ve Babacan’ı Şehir Üniversitesi’ne arazi tahsisi üzerinden dolandırıcılıkla suçladı. Davutoğlu’nun buna cevabı başta Cumhurbaşkanı ve bakanlar olmak üzere herkesin mal varlığını ve göreve geldiğinden bu yana mal varlığındaki değişimi araştırmak üzere bir komisyon kurulması çağrısı oldu. Görünen o ki Aralık ayı bitmeden ilan edilmesi beklenen yeni partiler Erdoğan tarafından artık gerçek bir tehdit olarak algılanıyor. Davutoğlu ve Babacan’ın alacağı küçük orandaki oy bile Cumhur İttifakı’nın yenilmesine neden olabilir. Belki de Erdoğan bu panik havasıyla yolsuzluk konusunu açacak bir hamle yaptı. Şehir Üniversitesi tartışmasında herkesin eteğindeki taşları dökeceğini, Davutoğlu’nun kara kutusunu açacağını beklememek gerekir. Daha önce 7 Haziran–1 Kasım sürecine dair yaptığı ve sonradan kıvırdığı açıklamalarda olduğu gibi. AKP bir suç ortaklığı şebekesi ve onun içinden geçen herkes bu şebekenin bir parçası.
Bu ay sonuna doğru iki önemli konu daha netleşmiş olacak. 2020 bütçesi ve asgari ücreti. Bütün ücretli çalışanların maaşlarının belirlenmesinde temel alınan asgari ücret için yapılan görüşmelerde hükümet henüz bir rakam telaffuz etmedi. Türk-İş asgari ücretin 2 bin 578 TL olması gerektiğini açıkladı. Türk-İş, DİSK ve Hak-İş, vergilerle ilgili yapılan açıklamada olduğu gibi asgari ücret konusunda da ortak tutum alıyor. Bu uzun zamandır olmayan bir durumu ancak yeterli değil. İşçi sınıfındaki hoşnutsuzluğu, hak gasplarını, günlük sorunları kavrayabilecek ve mücadelenin konusu haline getirebilecek bir emek hareketine ihtiyaç var.
2020 bütçesi ise şu ana kadar tartışılan haliyle halk açısından iyileşme vadetmiyor. %5’lik büyüme hedefleniyor hedeflenmesine ama bütçe açığı beklentisi geçen yılın neredeyse iki katı. Bütçe gelirlerinin %66’sını oluşturan ÖTV, KDV gibi vergiler büyük oranda çalışan insanlardan toplanıyor. Bunun yanında gelir vergisinin de en az üçte ikisi emekçiden alınıyor. Yani 2020 bütçesindeki büyüme yurttaşın sırtındaki yükü artırarak sağlanmaya çalışılacak. Bütçe görüşmeleri sürerken en çok konuşulan konulardan biri de Saray’a harcanan para ve şatafat oldu. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, 2018’de 1,6 milyar lira olan Saray harcamasının, 2019’da 2,8 milyara yükseldiğini açıkladı. Saray’ın harcamaları artarken bu bütçeden halka düşen borçlanma, vergiler ve gelir adaletsizliği olacak.
Kriz sadece AKP içinde ya da ekonomik göstergelerde değil. AKP faşizmiyle hayata geçirilen neoliberal politikaların çöküntüsü her gün başka bir alanda mağduriyet yaratıyor. Geçtiğimiz haftalarda “sağlık turizmi” yapacağız diye pazarlanan şehir hastanelerindeki sorunlar epey gündem olmuştu. Son günlerde ise AKP ile birlikte özelleştirilen eğitim sistemindeki sorunlar gündem oluyor. Türkiye Özel Okullar Derneği’nin verilerine göre özel okul sayısı son 4 yılda 6 bin 600’den 12 bin 500’e çıktı. Eğitim sistemindeki nitelik düşüşü ve imam hatipleşme, görece yüksek geliri olan ailelerin borçla bile olsa özel okullara yönelmesine neden olmuştu. Bu süreçte AKP özel okul açılmasını kolaylaştırdı ve kamu okullarına verilmesi gereken bütçeyi teşvik adı altında özel okullara verdi. 5 yıl önce 800 bin kontenjan ve 650 bin öğrencisi olan özel okulların bugün kontenjanı 3,8 milyon. Kayıtlı öğrenci sayısı 1,5 milyon. Şimdi dönem ortasında ekonomik kriz gerekçesiyle kapanan, öğretmenine maaş ödeyemeyen özel okullar gündemde. Veliler haklarının peşinde okul önünde eylemler yapıyor. Eğitimdeki bu öngörülebilir çöküşten kurtulmanın tek yolu özel okulların kamulaştırılması, eşit ve bilimsel bir eğitimin devlet eliyle düzenlenmesidir
***
Tüm bu yazılanlar egemen siyasetin üzerine kurulduğu ama aynı zamanda kriz yaratan alanlarının özeti. Sistem, ekonomik ve siyasal olarak bu kadar krizdeyse elbette yapısal bir sorundan bahsediyoruz demektir ve bunun toplumsal yansımaları da olacaktır. Böyle dönemler sokak hareketlerinin ve kamuoyu baskısının somut kazanımlar elde etmesinin olanaklarını da barındırıyor. Bu konuda en göze çarpan kadın hareketinin sistemli politikaları ve eylemleri sonucu oluşan meşruiyet zemini. 25 Kasım eylemlerinin kitleselliğini ve yaygınlığını bu açıdan bir kazanım olarak değerlendirmiştik. Erkek şiddeti ve cezasızlık karşısında kadınlar kararlı ve dayanışmacı bir hareket biçimi geliştirdi. Örneğin Şule Çet davası, her ne kadar iyi hal indirimi verilmiş olsa da, davanın başladığı ve geldiği yer açısından örnek oluşturacaktır. Faillerin paralarına ve güçlerine güvenerek üstünü kolayca kapatabileceklerini düşündükleri bu davanın sonucu kadın hareketinin kazanımıdır. Belli ki bundan sonra da kadın hareketi yargının peşinde olmaya, İstanbul Sözleşmesi’nin tamamen uygulanması için basınç oluşturmaya devam etmelidir.
Bir diğer kazanım termik santrallere takılması gereken filtreleri 2,5 yıl daha ertelemeyi sağlayan ve torba yasayla meclisten geçen maddenin Erdoğan tarafından veto edilmesi oldu. Termik santrallerin “kirletme hakkını” CNN ana haber bülteninde maliyet hesaplarıyla savunmaları burada da tarihe not olarak kalsın. Ülkemizde termik santral karşıtı çok güçlü mücadeleler var. Son dönem sokakta güçlü eylemler örgütlenmemiş olsa da ekoloji hareketi, başta insan sağlığının maliyet hesabına dönüştürülmesi olmak üzere, kömürlü termik santrallerin çevreye ve insana vereceği zararı anlatmak hatta Türkiye’de termik santrallere ihtiyaç olmadığını rakamlarla kanıtlamak dahil olmak üzere birçok bilgiyi hızlıca sosyal ağlardan dolaşıma soktu. Ana akım medyaya yansıyanın tersine bir kamuoyu oluşturuldu. Bu sayede bizler de kendi elleriyle meclisten geçen yasanın Erdoğan tarafından veto edilmesini yine aynı ellerle alkışlayan rezilleri gördük. Şimdi bütün o filtresiz termik santrallerin kapatılması gerektiğini söylemeye gerek yoktur herhalde.
Kadın ve ekoloji hareketinin yarattığı basınçla elde edilen bu kazanımları AKP’nin “halkla ilişkiler çalışması” olarak değerlendirmek ya da sadece AKP içi krizin yarattığı sıkışmaya bağlamak en basit anlamıyla halkı bir siyasi özne olarak görmemek, toplumsal muhalefetin kolektif birikimini yok saymaktır. Halk muhalefeti kâh içe kapanıyor kâh yükseliyor kâh durağanlaşıyor… Ama yeri geldiğinde iktidarı tökezleten bir unsur olarak kendisini hep hatırlatıyor. Ona bir kurtuluş ufku ve örgütlü bir güç kazandırmak bizim görevimiz