Kavga, Türkiye’nin en iddialı muhalefet figürünün de siyaset dışı bir kent mücadelesinin de boyunu aşıyor. Kavga merkezi iktidar ile yerel iktidar arasında, kavga yağmacılarla kent halkı arasında, kavga sermaye ile emek arasında
2011 seçimleri öncesinde İstanbul’un pek çok sorununu çözecek bir “çılgın proje” olarak ilan edilmişti ama hala kazma vurulmadığı halde 9 yıldır çıldırıp da “Nerede kaldı bu Kanal İstanbul?” diye isyan eden olmadı. Tayyip Erdoğan’la yakın mesai içindeki birileri kapalı kapılar ardında isyan etmiş olabilir, orası ayrı.
İşin doğrusu Kanal İstanbul’un İstanbul halkının herhangi bir sorununu çözdüğü yok. Gemi trafiğini kanala yönlendirerek hem Boğaz’ı rahatlatacaklarını hem de gelir elde edeceklerini savunuyorlardı ancak bu gerekçenin bir geçerliliği yok. Çünkü petrolün bir süredir gemiler yerine boru hatları ile taşınması nedeniyle Boğaz’daki gemi trafiği gittikçe azalıyor ve Boğaz’dan herhangi bir para ödemeden geçme hakkı olan ticari gemilerin bunun yerine paralı bir kanalı tercih edeceği iddiasının gerçek hayatta bir karşılığı yok.
Ancak İstanbul Boğazı’nı kullanması mümkün olmayan bazı gemiler Karadeniz’i dünyanın geri kalanına bağlayan bu yeni su yolunu tercih edebilir ki böyle bir kategori var. Montrö Boğazlar Sözleşmesi, büyük savaş gemilerinin Karadeniz’e girişini engelliyor. Soğuk Savaş döneminde bölgeye girmek isteyen ABD uçak gemilerinin, Montrö Sözleşmesi gerekçe gösterilerek engellendiği ve Rusya’nın hala bu sözleşmenin korunmasından yana olduğu biliniyor. Yani Kanal İstanbul, ABD savaş gemilerinin geçiş ihtiyacına yanıt verebilir. ABD Başkanı Donald Trump tarafından imzalanan yaptırım kararı ile kıskaca alınan Erdoğan iktidarı, kapalı kapılar ardında böylesi bir taahhütte bulunmaya mı zorlanmıştır? Kesin bir şey bilinmiyor ama bu senaryo “mümkündür” denilerek tartışılıyor.
Bunun dışında ülke ekonomisinin kaynak sorunu yaşadığı ve özel sektörün de ancak kamu kaynaklarıyla desteklenerek ayakta kaldığı koşullarda projenin kamuya en az 75 milyar TL’lik bir maliyeti olacağı hesaplanıyor. Halkın işsizlik ve geçim sorunu giderek derinleşirken, kamu kasasından çıkacak bu para, bir avuç inşaat şirketinin ve bölgede arsa toplayan rant sevdalılarının cebine girecek.
Peki ne pahasına?
“Ya Kanal ya İstanbul”
Bilim insanları, mühendisler, şehir plancıları, kent ve yaşam savunucuları tek ses halinde Kanal’ın inşasının İstanbul’un katli anlamına geleceğini belirterek “Ya Kanal ya İstanbul!” diyorlar.
Daha önceki AKP’li yönetimlerin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile imzaladığı “Kanal İstanbul Protokolü”nden çekilen İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) CHP’li yönetimi de toplumsal muhalefetin yükselttiği bu sloganı benimsemiş durumda.
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, 25 Aralık günü düzenlediği basın toplantısında, projenin kenti susuzlukla, ekolojik yıkımla ve olası bir deprem anında insani felaketle karşı karşıya bırakacağını söyleyerek, “Kanal İstanbul bir cinayet projesidir, bir felaket projesidir. Kimlere ne söz verilmiş olursa olsun derhal vazgeçilmelidir” dedi ve karşı karşıya olunan riskleri sıraladı.
Proje, Avrupa yakasındaki en büyük su deposu Terkos Gölü’nü, Sazlıdere Barajı’nı ve yeraltı su kaynaklarını tehdit ediyor. Proje gerçekleşirse Sazlıdere yok olacak, Terkos’a tuzlu su karışacak, zemindeki çatlak ve kırıklar yoluyla yeraltı suları kirlenecek.
Birinci, ikinci, üçüncü derecede deprem bölgelerinden geçen projenin inşaatı ile ortaya çıkacak yeni riskler, olası bir depremin yıkıcılığını artırabilecek.
23 kilometrekarelik orman alanı, 136 kilometrekarelik tarım alanı, onlarca köy yok ve Küçükçekmece Lagün’ü yok edilecek.
İnşaat sırasında 2 milyar metreküp hafriyat çıkacak ve bunlar denize doldurularak kıyıları yok edecek. Karadeniz ve Marmara arasındaki akıntı dengesi bozularak Marmara adım adım çürük yumurta kokan ölü bir denize dönüşecek.
CHP’li belediyeler, meslek odaları, kent ve yaşam savunucuları askıya çıkarılan ÇED raporuna karşı itirazlarıyla bir seferberlik başlattı. Toplumsal muhalefet geniş kapsamlı bir mücadele için kolları sıvadı.
İkinci İstanbul kuşatması
İşin doğrusu, hangi amaçla yapılıyorsa yapılsın, Erdoğan’ın Kanal İstanbul’u aniden gündeme getirerek yaptığı bu çıkış 31 Mart yerel seçim yenilgisinin ardından AKP iktidarının İstanbul’a karşı başlattığı ikinci bir kuşatma hamlesi gibi görünüyor.
31 Mart sonrası değerlendirmelerimizi hatırlayalım: “Merkezi iktidar, olağanüstü yetkiler kuşanan Erdoğan’ın elinde ancak kapitalist işleyişin en kritik aşaması olarak değerin gerçekleşme sürecinin en önemli unsuru kentleri elinde tutan belediyeler Erdoğan’ın karşısında… Merkezi iktidarla yerel iktidarlar arasındaki bu gerilim, her ikisi de sermaye politikalarının farklı versiyonlarını izleme iddiasındaki politik aktörler arasında yaşansa bile, sermaye yanlısı politikalara karşı çıkan sol güçlerin istifade edebileceği bir çelişkiler alanı da yaratacaktır. Rejim krizi burada yaşanacaktır. Merkezi iktidar ve yeni kurulmak istenen rejimin kentlerin yönetiminin muhalefette olmasına tahammülü yoktur. Bu tahammülsüzlük ya merkezi iktidarın da değişimine ya da yerel iktidarların merkezi iktidar tarafından gaspına uzanan bir çatışma sürecini de tetikleyebilir.”[1]
Erdoğan ilk hamlesini, 6 Mayıs’ta YSK eliyle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimini iptal ederek yaptı. Bu saldırı, Millet İttifakı’ndan Kürt hareketine, sosyalistlerden asgari demokrasi duyarlılığı olan bütün kesimlere geniş bir toplamın itirazıyla püskürtüldü.
Kanal İstanbul tartışması da Erdoğan’ın İstanbul’u kuşatmaya yönelik ikinci hamlesidir ancak kavga Türkiye’nin en iddialı muhalefet figürünün de siyaset dışı bir kent mücadelesinin de boyunu aşmaktadır. Kavga, merkezi iktidar ile yerel iktidar arasında, kavga yağmacılarla kent halkı arasında, kavga sermaye ile emek arasında. 23 Haziran’daki ilk kuşatmayı püskürten İstanbul, sandık oyunlarının sınırlarına hapsolmayan bu ikinci kuşatmada daha esaslı bir direniş sergileyebilir.
Dipnot:
[1] Yerel seçim sonrası toplumsal muhalefet için notlar href=”/2019/04/yerel-secim-sonrasi-toplumsal-muhalefet-icin-notlar-543483/