Yeni mezun işçiler ile cezaevi emekçilerinin ekonomik konumlarındaki benzerlikler, 21. yüzyıl sermayesinin mantığına meydan okuyacak radikal bir ittifak için bir olasılık sunuyor
2017 yılının Ağustos ayında, İngiliz Dili bölümünde bir okutman ve doktora öğrencisi olarak üniversite sistemine girmemin hemen öncesinde, Rust Belt Abolition Radyosu’nun o dönemki en son programlarına bir göz atmaya karar vermiştim. Valelik kariyerimi bırakmış olma düşüncesinin yarattığı kaygıyla boğuşurken, enteresan bir radyo programının ve bir sigaranın sinirlerimi yatıştıracağına karar verdim.
Mesele de buradan çıkacaktı fakat o sırada, kölelik-karşıtları[*] için Kuzey Michigan’daki Kinross Cezaevi’nde 2016’da yaşanan olayları hem belirli bir kuramsal çerçeveye oturtması hem de olayların içinde olmasıyla bilinen o zamanlar tutuklu olan entelektüel Harold HH Gonzales’in sözlerinin giderek hem bir yeni mezun işçi örgütçüsü hem de bir kölelik-karşıtı olarak düşüncemin temellerini oluşturacağını bilmiyordum.
Gonzales, Amerikan cezaevi sistemi ile eğitim sisteminin ortak bir mantığa sahip olduğunu ve birbiriyle sürekli olarak iç içe geçtiğini söylemektedir. Bir açıdan, okulu, yoksul çocukların ve renkli derili çocukların onları aslında cezaevine sürükleyen biçimde sertleştirilmiş disiplin önlemlerine ve vasat eğitim sonuçlarına maruz bırakıldığı bir cezaevine-giden-kısa-yol olarak görebiliriz.
Diğer yandan, anaokulundan yüksek öğrenime kadar eğitim sisteminin, çocukları mahkumlar, büro çalışanları, şirket yöneticileri, siyasetçiler vs. şeklinde toplumdaki rollerine nasıl hazırladığını görebiliyoruz. Gonzales’e, bana ve daha pek çok kişiye göre, insan sermayesini geliştirmekle birlikte artan sömürücü emek uygulamalarından artık değer çıkaramaya dönük ikili bir amaca hizmet eden şeyler, işte bu iki disipliner sistem, yani cezaevi ile üniversitedir.
Hem cezaevlerinin kapatılması hem de özgürleştirici eğitim ile meşgul bir insan olarak benim bakış açıma göre, bu iki sistem arasındaki içe içe geçmiş karmaşık bağlantılar, paradoksal olduğu kadar gözler önündedir de. Kölelik-karşıtları ve radikal eğitimciler açısından, iki grubun [mahkumlar ve üniversite öğrencileri] henüz birbiriyle bağlantılı olmamasına ilişkin olarak, 21. yüzyıl sermayesinin mantığına anlamlı bir meydan okuma gerçekleştirmek adına, üniversite içindeki ve ona karşı mücadeleler ile cezaevi içindeki ve ona karşı mücadeleler ile bir araya getirilmesinin bir zorunluluk olduğunu kabul etmek kritik önemdedir.
Üniversite ile cezaevi arasındaki bağlantıları, hem bir siyasi sorunsal hem de özellikle yeni mezun öğrenci işçiler ile hapsedilmiş emekçiler arasında bir dayanışma biçiminde neoliberal kapitalizme karşı direniş açısından stratejik bir açılım olarak görmeliyiz.
Cezaevleri de üniversiteler de, özellikle emekçi olduklarını ve böylece emekçi statüsünü ve unvanını kabul etmeyerek kendi çalışma koşullarını belirsizleştiren ve üstü örtük hale getirmeyi başardığı kadarıyla ekonomik açıdan fazlasıyla üretkendirler. Bunun anlamı, hem cezaevi emeğinin hem de akademik emeğin bol bol artık değer ürettiği ve bunu büyük ölçüde kendi ekonomik üretimlerine güç sağlayan sömürüyü fark edilmez hale getirerek yaptıklarıdır.
Mahkumların çalışması, söylem düzeyinde, aldıkları cezaların ya da ıslah edilmelerinin bir parçası ve zorunluluğu olarak kurgulanmaktadır. Yeni mezunların üniversite için çalışması ise, bizatihi eğitimin ayrılmaz bir parçası olarak kurgulanır ve üniversitede çalışma fırsatının kendisi de bir eğitim biçimi olarak sunulur. Her iki durumda da, kurumların, aslında işçi çalıştırmakta olduklarını örtülü hale getirmeyi becerdikçe ekonomik olarak üretken olduğunu ve içerideki emek mücadelesinin işçinin adına işçi dememekle yetinerek fark edilmez hale getirildiğini görüyoruz.
Bu uygulamanın sonucu ise, Marx’ın bütün öğrencileri tarafından bilindiği üzere, yani, akademik işçilerin ve mahkumların aşırı söm��rüsünün aslında onlara gizil bir üretken güç atfedildiği bir durumdur – ki bu da radikal teorileştirmeye ve doğrudan eyleme bir alan açmaktadır.
Kapatılmacı Kapitalizm [Carceral Capitalism] kitabında, kölelik-karşıtı aktivist ve yazar Jackie Wang, cezaevi emeğinin Amerika Birleşik Devletler ekonomisinin giderek önem kazanan bir unsuru haline geldiğini ve cezaevi sistemini zamanla Amerikan refah devletini gölgede bırakarak onun yerini almış olduğunu söylemektedir. Burada Wang’dan özellikle söz ettim çünkü Wang’in iddiası, sadece benim cezaevi sistemine dönük kavrayışım açısından değil, bir kölelik-karşıtı siyaset kurmanın ne anlama geldiğine dönük anlayışım açısından da kurucu bir iddia haline geldi.
Wang’ın izinden giderek, “kapatılmacı devlet”in, Atlantik köleciliği kurumsallığının bir devamı, ırksallaştırılmış –özellikle de Siyah- nüfusların emeğinden zor yoluyla değer elde etmenin bir aracı olduğunu anlıyoruz. Daha da iç karartıcı bir not düşersek, aynı zamanda, cezaevi sistemini, “artık nüfuslar” olarak adlandırılan nüfusları imha etmenin bir yolu, ekonomik açıdan ayakta kalamayacak kişiler olarak görülen insanların kendi topluluklarından uzak düşürülerek zamanla öldürüldüğü bir sosyal eşitsizliği yönetme sistemi olarak gören teoriler söz konusudur.
Wang ve başka düşünürler, bu olgunun, bizzat devletin insan yaşamına ve insan-dışı yaşama dönük şiddetli sonuçlar doğuran biçimde değerin elde edilmesine ve ekonomik kazançların azamileştirilmesine yönelik bir mekanizma olarak işlediği devasa asalakça yönetişim sisteminin bir parçasıdır. Burada not düşülmesi gereken en önemli şey, cezaevi sisteminin, özellikle de çok büyük bir oranda Siyah ve Esmer toplulukları etkileyen şekilde uyuşturucu suçlarına giderek daha sert ve uzun cezalar verilmesi yoluyla, boyut olarak sürekli genişlemekte ve son kırk yılda boyut ve kapsam olarak yüzde 500 oranında büyümekte olduğudur.
Kölelik, aslında, kişinin zorla kapatılması anlamında ABD’nin 50 eyaletinin tamamında yasaldır ve Küreselleşme Araştırmaları Merkezi, kitlesel kapatılmanın ve cezaevi emeğinin, ABD’yi, aksi takdirde ucuz emek için gelişmekte olan ülkelere bakınmaya başlayacak olan işverenler açısından çekici bir yatırım alanı haline getirdiğini ortaya koymaktadır.
Lafın kısası, sanayisizleşme ve otomasyon geniş emekçi kitlelerini giderek ekonomik açıdan gereksiz hale getirmesiyle, cezaevi sistemi de bu –çok büyük oranda Siyah ve Esmer- insanların ekonomik açıdan tekrar üretken kılındığı mekanizma haline gelmiştir.
Neoliberal ırksal kapitalizmde cezaevi sisteminin rolü basittir. Bu sistem, otomasyon, sanayisizleşme ve benzeri gelişmeler yoluyla ekonomik açıdan gereksiz duruma getirilmiş olan nüfusların toplumun dışına atıldığı ve ya serbest emek olmalarından dolayı ekonomik açıdan üretken kılındıkları ya da kapatıldığı ve öldürüldüğü bir sistemdir.
Neoliberalizmin mantığında, bazı yaşamların, emeklerinin piyasa değerinin asgari ücretin altında ya da aldıkları sosyal yardımların toplam maliyetinin üstünde görülmesiyle, gerçekten hiçbir değeri yoktur. Bunun anlamı, gerçekten de neoliberalizmin mantığı dahilinde varılan tek mantıklı sonucun, bu türden kişileri bir kâr üretebilecekleri bir oranda çalıştırmak ya da onları öldürmektir.
Cezaevi politikalarına üstünkörü bir bakış, kulağa ne kadar korkutucu gelse de aslında bugün içinde yaşadığımız siyasal paradigmayı ortaya koymaktadır. Burada, neoliberalizmin Amerika Birleşik Devletleri ile sınırlı olmadığını ve bugün yerkürenin dört bir yanında hakim olan yönetişim paradigması olduğunu not düşmek önemlidir. Yine de, diğer uluslar cezaevi nüfusu konusunda Amerika Birleşik Devletleri kadar yüksek bir oranı yakalamış değildir.
Bu olguyu açıklamak için, Amerikan ceza sisteminin ilk örneği olan Atlantik köleciliğinin aynı zamanda Amerikan yönetişimi ve siyasetinin temeli işlevi görmüş olduğunu hatırlayalım. Bu açıdan bakıldığında, Amerika Birleşik Devletleri’nin giderek köle emeğini kendi ekonomisini desteklemek üzere kullanmaya başladığını çünkü ABD’nin her zaman kölelik üzerine kurulmuş bir toplum olageldiğini görüyoruz.
Kölelik-karşıtı teorisyenler ve yeni mezun işçiler, bu durumla iki şekilde baş etmek zorundadırlar. Birincisi, cezaevi sistemi ile üniversite sisteminin sömürücü uygulamaları sayesinde sistemin ekonomik ve siyasal motorları olduğunun farkına vararak ve ikincisi, aynı zamanda, demokratik bir üniversite mücadelesinin kapatılmacı devleti ortadan kaldırmaksızın imkansızdır.
Bu bağlantıyı daha ayrıntılı biçimde anlatmak için, cezaevlerinin ve üniversitelerin her ikisinin de aksi durumda ekonomik açıdan gereksiz hale gelmiş bedenlerden –birinde ırksallaştırılmış azınlıklar ve yoksullar ve diğerinde henüz mezun olmayan ve mezun öğrenciler olmak üzere- artık değer elde etme amacına hizmet ettiği yönündeki daha önceki iddiama yeniden dönelim. Siyaset teorisyeni Wendy Brown, Demos’un Çözülüşü kitabında, neoliberalizmin öncelikli işlevinin, “siyaset” ile “demokrasi”yi, bütün insan ilişkilerini bireysel çıkarların rekabetine indirgeyerek anlaşılmaz hale getirmek olduğunu ileri sürmektedir.
Tartıştığımız konudan uzakmış gibi görünse de Brown’un üniversitenin bu süreç dahilindeki rolü üzerine yaptığı yorum, bu konuya ilişkin bizim teorileştirme çabamız açısından gereklidir. Brown’a göre, bir üniversite her şeyden önce bir öğrenci bireyin zamanla emek gücünün arttığı ve kendi değerini yükselttiği bir yerdir. Bir üniversitenin sıralaması, bugün, öğrencilerinin işe yerleşmelerine ve kariyerlerine bağlıdır ki bunun anlamı, üniversite başvurularının, öğrencilerin okulu bitirip bitiremeyeceklerine ve mezuniyetin ardından başarılı olup olamayacaklarına göre başvuru yapacağı şekilde, giderek daha fazla neoliberalizmin riske karşılık ödüllendirme modeline dayanan hale geldiğidir.
Wang’ın kapatılmacı devletin genişlemesinin refah devletinin daralması pahasına gerçekleştiği önermesine yeniden döndüğümüzde, yüksek öğrenime dönük devlet yatırımının azalmasının, üniversiteleri, fon almak zorunda kaldıkları ölçüde giderek daha fazla özel bağışçıların iradesine mahkum ettiğini gözlemliyoruz.
Bu olgu, öğrenci yardımlarındaki azalma ve bunun sonucunda öğrenci kredilerinde patlama yaşanması ile birlikte, öncelikle yeni bilgi teknolojisi için kalifiye ve boğazına kadar kredi borçlusu işçiler üretme amacına hizmet eden bir üniversite ortaya çıkarmıştır. Bunun anlamı, üniversitelerin de, cezaevlerine çok benzer şekilde, bir aşırı emek sömürüsü sistemi yoluyla ortaya çıkan kapasite ile işleyebilir hale gelmeleridir. Son birkaç on yılda, yeni mezun işçiler ve asistan öğretim görevlileri, araştırma, ders verme, alt düzey idari işler ve kurumsal hizmet de dahil üniversitedeki işlerin giderecek daha büyük bir kısmını üstlenmek durumunda kalmışlardır.
Böylece bir üniversite, paradoksal olarak, bilgi üretimi açısından özel sektörden çok daha ucuz bir araçtır çünkü akademik işçiler yüksek değerde bilgiyi ve yüksek değerde insan sermayesini genellikle asgari ücret civarında ya da altında maaşlar karşılığında üretmektedirler. Bir kamu üniversitesinde teknik iletişim dersleri veren bir yeni mezun işçiyi ele alalım. Bu üniversitenin okul harçlarını karşılamak için on binlerce dolarlık krediler kullanmış olan öğrencileri, şirketler dünyasına aşırı düşük ücretlerle ve bu şirketlerin aradığı teknik olmayan becerilerle gireceklerdir.
Bu açıdan bakıldığında, yeni mezun öğrenci işçinin ekonomik konumu ile mahkum işçinin ekonomik konumu çarpıcı bir biçimde benzerdir. Her iki örnekte de, işçiler, neoliberal kapitalizmin çelişkilerini çözmek üzere çalışan bir kurumda, kendi rolünü işçilerin emek koşullarını belirsizleştirerek ve üstü örtük hale getirerek yerine getirebilen ve bünyesindeki emekçileri onları sonradan çalışma hakları ya da güvenceleri olan emekçiler olmaktan çıkarmak üzere işleyen bir kurumda çalışmaktadırlar.
İlk bakışta tuhaf görülebilecek olan şey, benim gibi iki üniversite mezuniyeti derecesi olan bir kişinin iki silahlı soygundan hüküm giymiş bir kişi ile benzer bir ekonomik rol üstlenir hale gelmiş olmamdır. Bir mahkumun yaşam ve çalışma koşullarının bir yeni mezun öğrencininkiyle karşılaştırmak korkunç bir şey olacaktır; fakat benim buradaki meselem, özellikle, yapısal ve ekonomik açılardan bir yeni mezun işçi ile bir mahkumun pek çok ortak noktaya sahip olduğudur.
Dahası, bir yeni mezun emekçi olarak benim yapısal olarak aşırı belirlenmiş olan dünyam, iki yönden Harold Gonzales’in işaret ettiği şeyi ortaya koymaktadır: Birincisi, bütün mahkumlar tarafından hayal edilen özgürlüklerden ve ayrıcalıklardan yararlanmakta olduğumu, ve ikincisi, neoliberal kapitalizmin ürettiği politikalar ve altta yatan yapısının beni üniversiteye yönlendirmesiyle aynı şekilde kapatılmış meslektaşlarımı da cezaevine yönlendirdiğini. Konumlarımız arasındaki farklar, benim bir yeni mezun öğrenci olarak işten ayrılmayı seçtiğimde ardından hemen öğrenci kredisi borcumla uğraşmak zorunda kalacak olmam anlamında –Amerikan yeni mezun öğrenciler bir işe girdiklerinde öğrenci kredisi borcundan muaf tutulmaktadırlar- benzerlikler de göstermektedir. Bu anlamda, ben bir mahkumun olmadığı anlamda özgür iken, kavrama dair alışılagelmiş anlayışımız açısından özgür değilim.
Sonuç olarak, yeni mezun öğrencilerin pek çoğu, kendi emek güçlerini geliştirmek ve sözüm ona gelecekte bir mevkide kadrolu memurluk ya da tam zamanlı bir iş sahibi olabilmek için bu sömürücü senaryoya dahil olmaktadır. Konuyu çok uzatmadan son bir şey olarak; gelecekte bir ihtimal bir orta sınıf kariyerine sahip olma umuduyla yıllık 19.000 $ maaşlı altı yıllık bir iş sözleşmesine imza atması, insanların gerçekliğini şekillendirebilecek ekonomik güçler düşünüldüğünde, saçma görünmektedir.
Benim kendi durumunda ise, akademik işlere girişimin, kaçınılmazlığı konusunda neredeyse mekanik bir biçimde işliyormuş gibi görünen bir senaryo olarak, şu anda ya da daha öncesinde cezaevinde olan meslektaşlarımla tamamen aynı şekilde toplumsal ve ekonomik güçler tarafından koşullanmış ve şekillendirilmiş olduğum ortadadır. Bir dayanışma olasılığının koşullarını işte tam da bu sorunsal ile birlikte düşünüyorum.
Hem cezaevi emekçilerinin hem de akademik işçilerin üretken gücünü göstermek açısından, her bir sistemin içinde söz konusu olan bir direniş akımını –cezaevi grevleri ve Amerikan üniversitelerinde yeni mezun öğrencilerin artan emek örgütlenmesi faaliyeti- ve ilgili sistemlerin her birinin bu iç direniş örneklerinin ortaya koyduğu tehdide karşı gösterdiği hızlı ve acımasız yanıtları incelemek bize yardımcı olacaktır.
Önceden değindiğimiz bir noktayı tekrarlamak gerekirse, her iki sistem de bünyesindeki emekçileri o sistemin çıkarlarına yönelik disipliner bir kurum dahilinde çalışan “mahkumlar” ya da “öğrenciler” olarak resmederek işlemektedir. Bu noktaya dönük daha fazla kanıt olarak, her iki direniş hareketinde de, direnişe katılanların temel talebinin kendilerinin işçi olarak tanınması olduğunu gözlemliyoruz. Bunun anlamı, her iki hareketin taleplerinin de ilgili iki sistem dahilinde çalışma koşullarının açığa vurulmasının bir yolu olarak ve bunu takiben hem çeşitli sömürü biçimlerine hem de istismara bir son vermek anlamında ikili bir talep olmasıdır.
Attica isyanının 45. yıldönümü olan 9 Eylül 2016 tarihinde, ülkenin dört bir yanındaki mahkumlar, zamanla 24 eyalette 24 bin mahkûmun katıldığı bir grevler zinciri başlattılar. Kısmen IWW’nin [Dünya Sanayi İşçileri Konfederasyonu] Cezaevindeki İşçiler Örgütlenme Komitesi ve Özgür Alabama Hareketi tarafından örgütlenen grevlerin yaygın gerekçesi, cezaevi koşulları, aşırı düşük ücretler ve bazı eyaletlerde, mahkumların, ülkenin en fazla mahkûm nüfusuna sahip Teksas ve Florida gibi pek çok eyaletinde yasal olarak mahkumların bedavaya çalışmaya zorlandıkları bir uygulama olan “cezaevi köleliği” kurumunun varlığı idi.
Grevler, iddiaya göre Özgür Alabama kurucusu Melvin Ray’in önderliğinde Alabama’nın Holman Cezaevi’nde başladı. Yine grevler, bir gardiyanın bıçaklandığı ve ateş açma vakalarının yaşandığı bir cezaevi isyanından sonra başladı ve mahkumların yaşadığı sıkıntıları şiddet içermeyen yollardan çözmeyi amaç ediniyordu.
2016 ve sonrasındaki 2018 cezaevi grevlerinin bizzat mahkumlar tarafından planlandığını, tasarlandığını ve koordine edilmiş ve de bu grevlere rehberlik eden entelektüel çalışmaların ve teorilerin yine kapatılma sisteminin içinde yaşayan ve çalışan mahkumların deneyimleriyle şekillendirilmiş olduğunu not etmek önemlidir. Bunun anlamı, sadece cezaevi sisteminin ve direnişin teorileştirilmesinin içeriden ve bizzat mahkumlar tarafından yapılmış olması değil, aynı zamanda, mahkumların bizlerin kapatılma devletinin amacını ve işleyişini nasıl yorumlayacağımız konusunda otoritenin kendileri olması gerektiğini göstermiş olmasıdır. Greve katılan mahkumlar tarafından dolaşıma sokulan bir mesajı alıntılarsak: “Bundan böyle ekonominin insanlığımızın üstüne yerleştirildiği bu kölelik sistemine katılmayacağız. Sanayiye çalışanların, mutfak işçilerinin ve meydancıların yapması gereken şey, ellerindeki işleri bırakmaktır.”
Kötü çalışma koşulları, şiddet, tıbbi kaynak yoksunluğu ve benzeri şeyler, cezaevi sisteminde her zaman olan şeylerdir. Bu sorunlara yanıt olarak ortaya çıkan isyanlar diğer anlaşmazlıklar da yeni bir durum değildir. Ancak yeni olan durum, cezaevi emeğinin ve yeni cezaevlerinin yapılmasının ekonominin giderek daha önemli bir parçası haline geldiği daha önce de bahsettiğimiz türden bir ekonomik kaymanın yaşanıyor olmasıdır.
Bunun anlamı, cezaevi emeği be cezaevi köleliği ekonomik açıdan daha üretken ve önemli hale geldikçe, kapatılmış emekçilerin emek gücünün –ve böylece, grev gücünün- artmasıdır. Cezaevi grevleri, dolayısıyla, kapatılmış emekçilerin yapması gereken şeyin kendi yapısal konumlarının farkına varmak ve ellerindeki işleri bırakmak olduğunu fiilen göstermektedir. Grevler sonunda bastırılmış da olsa, ceza sistemi içindeki emek aktivizmi boyut, kapsam ve teorik gelişkinlik açısından bugüne kadar güçlenmeye devam etmiştir.
Üniversite sistemi içinde de benzer bir hikâye söz konusudur. Yeni mezun öğrencilerin işçi olarak statüleri pek çok durumda belirsiz ve üstü örtük iken, hem kamu hem de özel kurumlardan mezun olmuş öğrenciler arasında giderek güçlenen emek hareketi, üniversite içinde yaşanan emek sömürüsüne ve istismara dönük ikna edici bir anlatı ortaya koymaya başlamıştır.
Öncesinde başka bir yerde yazdığım üzere, Pittsburgh Üniversitesi, uzun ve çekişmeli bir mücadeledeki en son gelişme olarak, Pennsylvania Çalışma İlişkileri Kurulu tarafından öncesinde karar bağlanmış olan bir sendika yetkilendirme oylamasını engellemeye çalışmıştır. Chicago Üniversitesi’nde, yeni mezun işçiler geçtiğimiz yaz ayında, üniversite yönetimini kendileriyle doğrudan pazarlığa oturmaya ikna etmeye dönük bir girişim olarak örgütlenmiş ve greve gitmiştir. Yine, Harvard’daki yeni mezun işçiler, bu satırları yazdığım sırada, uzun ve zorlu toplu sözleşme müzakere süreci boyunca yaşanan hayal kırıklığına yanıt olarak bir grev yetkisi oylamasına gidiyorlar. Yeni mezun işçilere yönelik artan sömürü, aynı zamanda bizlerin emek gücünü de arttırmış ve radikal teorileştirme ve örgütlenme için stratejik bir açılım ortaya çıkarmıştır.
Yeni mezun öğrenciler, kamuoyuna dönük açıklamalarında ve eylemlerinde, yaygın cinsel taciz ve güç istismarının yanı sıra üniversitenin günlük faaliyetlerinin giderek daha fazla yeni mezun öğrencilerin üzerine yıkıldığını söylemektedirler. Ceza sisteminin kendisini sürdürmek ve genel ekonomiye üretken bir katkı sunmak adına giderek daha fazla mahkûm emeğine dayanmasına çok benzeyen bir biçimde, üniversite de yapılması gereken işleri asgari ücret düzeyinde ya da altında maaş alan yeni mezun öğrencilerin ve asistan emeğinin üzerine giderek daha fazla yıkmaktadır.
Özellikle cezaevindeki meslektaşlarımızın kendi yaşam ve çalışma koşullarına yanıt olarak ortaya koydukları pratiklerinden ve radikal teorileştirme uğraşlarından öğrenme yoluyla, kendi radikal bilincimizi geliştirerek üniversite sistemi içindeki stratejik açılımları ve çatlakları görmeye başlayabiliriz.
Mahkumların örgütlenmesiyle ve greve gitmesiyle aynı zamanda, üniversite öğrencileri de seçkin özel üniversitelerde artan biçimde aynısını gerçekleştirebilir. Üniversitelerdeki yeni mezun işçiler, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki çalışma yasalarının ve toplu sözleşme süreçlerinin yapısına bağlı olarak, Ulusal Çalışma İlişkileri Kurulu (NLRB) tarafından, mezun işçilerin çalışan statüsünde olmadığını ve dolayısıyla sendikalaşma ya da toplu sözleşme hakkına sahip olmadığını hükme bağlayan yasa maddesinin 2016 yılında değiştirilmesiyle, bugün sadece “çalışan” statüsüne sahip görünmektedir. Federal yasalar huzurunda, Chicago Üniversitesi mezunu bir öğrencinin ve bir mahkûmun her ikisi de herhangi bir çalışma güvencesinden yoksun durumdadır.
Chicago Üniversitesi’ndeki yeni mezun işçilerin gerçekleştirdikleri en son grev, yeni mezun işçilerin en son örgütlenme ve grev dalgasının önemli olgularından birinin, görünüşte yüksek düzeyde eğitim almış kişilerden oluşan bir grup açısından bile, kendi direnişlerine rehberlik eden teorileştirmenin, boşlukta asılı duran soyut bir alıştırma olarak değil, kendi çalışma koşullarına ve üniversite sistemine ilişkin kendi deneyimlerine bir yanıt olarak geliştirilmiş olmasıdır.
Özetlersek, cezaevi sisteminin emek paradigması ile üniversite sisteminin emek paradigması arasındaki en önemli bağlantıları şunlar olarak görüyorum:
1) Cezaevleri ve üniversiteler, neoliberal kapitalizmin çelişkilerini çözüme kavuşturmak adına aşırı emek sömürüsü kullanmaktadır.
2) Her iki kurum da, bu sömürüyü, kendilerini yakıt sağlayan çalışma koşullarını örtbas ederek ve bünyelerindeki emekçileri işçi statüsünden men ederek hayata geçirmektedir.
3) Yasalar, kültürel tutumlar ve diğer toplumsal güçler hem mahkumlar hem de yeni mezun öğrenciler örneklerinde, emekçileri bir öznelik konumu olarak “işçi” olmaktan men etme arayışındadırlar.
4) Zamanla artan emek sömürüsü, bu işçilerin grev ve diğer doğrudan eylem biçimi kapasitelerini arttırarak, onların emek gücünü de yükseltmektedir.
5) İşçilerin kurumlarının ve sistemlerinin dışından doğru yapılan entelektüel çalışmalardansa, kendi çalışma deneyimlerinden hareketle işçiler tarafından geliştirilen teorilere bel bağlanmalıdır.
Bu gözlemler ışığında, sunduğum reçete basit. Amerikan neoliberal kapitalizm sisteminin kalbi, bir kapatılmacı devlettir ve Atlantik köle ticaretinin devamıdır. Bu anlamda, benim gibi yeni mezun işçi örgütçülerinin karşısında mücadele verdiği paradigmalar, kökenlerini ve mantıksal bitiş noktalarını ceza sisteminde bulmaktadır.
Cezaevi sistemi, bir toplumsal mesele ya da kötü işleyen bir sistem olmaktan ziyade, siyasi düzenimizin temelidir. Üniversite öğrencileri olarak bizler, aynı zamanda, Amerikan üniversitesinin kölelikte olan kökleriyle ve köleleştirilmiş Afrikalılar tarafından yaratılan artık zenginliğin nasıl da bugün içinde çalışıp öğrenim gördüğümüz bilgi üretimi kurumlarının inşasının imkân koşulu olduğu gerçeğiyle başa çıkmak zorundayız.
Üniversite ve cezaevi, birkaç paralel mantığa sahip olmaları sayesinde bir araya getirilmiş uzak akrabalar olmaktan ziyade, kölelikte bulunan ortak kökleri vasıtasıyla her daim iç içe geçmiş sistemlerdir. Burada uygulamaya dair önerdiğim şey ise, yeni bir mezun işçiler emek hareketi kurarken, sadece otomasyon işçilerini, hemşireleri, madencileri ve benzerlerini kendimize örnek almak yerine, sermayenin motorlarını nasıl durdurabileceğimiz konusunda birer rehber olarak, Özgür Alabama Hareketi’ne, Cezaevindeki İşçiler Örgütlenme Komitesi’ne ve diğerlerine odaklanalım.
Son olarak, söylemeye bile gerek yok ki, cezaevlerindeki meslektaşlarımızla olan dayanışmamıza, diğer işçiler ile olan dayanışma taahhütlerimize değer verdiğimiz kadar değer vermek zorundayız.
Walter Lucken IV, Vayne Devlet Üniversitesi’nde İngiliz Dili alanında bir okutman ve doktora öğrencisi ve Mezun Çalışanlar Örgütlenme Komitesi başkan yardımcısıdır. Lucjen IV, aynı zamanda, Mezun Çalışan Sendikaları Koalisyonu’nun koordinasyon komitesinde yer almakta, Hamtramck Özgür Okulu ile birlikte dersler vermekte ve programlama yapmaktadır ve bir kölelik-karşıtı siyaseti güçlendiremeye ve yürütmeye yönelik projelere elinden gelen desteği vermektedir.
2 Kasım 2019
Dipnot:
[*] Metnin orijinalindeki “abolisyonist” sözcüğü çeviride “kölelik-karşıtlığı” olarak karşılanmıştır. Metinde bahsedilen kölelik-karşıtı siyasi yaklaşım, her türden kölece işleyişe son vermek üzere mücadele eden bir siyaset tarzına işaret etmektedir – ç.n.
[RoarMag’daki İngilizce orijinalinden Soner Torlak tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.