İrili ufaklı eylemlerin, haksızlığa uğrayanın yanında olmanın, ısrarla sokak sokak dolaşmanın, pazar yerlerinde gerçekleri yüksek sesle söylemenin boşa kürek çekmek olmadığını tarih onlarca defa gösterdi. Yine gösterecek. Yeter ki örgütlülüğümüz güçlü, eylemimiz umut verici, programımız geleceği kurucu olsun
Ülkemizin en yakıcı gündemlerinden biri kadın cinayetleri/kadına yönelik erkek şiddeti. Her gün şiddete maruz bırakılan ya da öldürülen bir kadının haberlerde gündem olmasından çok daha öte bir konudan bahsediyoruz. Yeni rejimin üzerine inşa edildiği temellerden biri, aynı zamanda ailenin ve erkekliğin krizi olarak yeni rejimin de krizi. İktidar içi bir kapışma konusu, hukukun nasıl işlediğine dair bir gösterge. Kadınların giderek yönetilebilir olmaktan çıktığı bir mücadele alanı, toplumsal muhalefet açısından da kadınlar açısında da umut verici bir hareket alanı…
Kadınların bedenleri, hayatları ve hakları “fıtratları gereği” iktidarın ve erkeklerin “tepinme” alanı olabilirdi. Öyle olsun diye iktidar cephesinin siyasetçileri az konuşmadı, diyanet az fetva vermedi, mahkemeler az cezasızlıkla sonuçlanmadı. Ancak kadınların üzerindeki baskı ve tehdit arttıkça kadınlar sistemle uzlaşma aralıklarının olmadığını daha çok görmeye başladı. İtaatsizlik farklı şekillerde yaşamsal bir eyleme dönüştü. Çoğu zaman can pahası bedeller ödendi. Ve tüm bu sürecin içerisinde, eksikleri çok olsa da kadınlar için kurtuluş yolunu gösteren; bunu hem yasaları zorlayarak hem daha köklü bir değişim isteyerek hem eylemle hem de dayanışmayla inşa etmeye çalışan bir kadın hareketi oluştu. Bu yıl iktidar cephesi 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü’nde eylem planları açıkladı, kadınların yıllardır mücadeleyle kazandığı ve şimdi de gerici saldırganlık karşısında korumak için uğraştığı yasalarla övündü, devletin tutmadığı kadın örgütlerinin ve basının tuttuğu istatistikleri, kadınlar ölmüyormuş gibi, rakamlardaki ufak artışlar olarak yorumladı. Hatta Akitçiler Emine Erdoğan’ın konuşması üzerine “Cumhurbaşkanı’nın eşi”ne ayar veren bir yazı bile yazdı. İktidar cephesinin kadına yönelik şiddetle ilgili politikalarına dair söylenecek çok söz var. Bunu bir kenarda tutarak bu kadar izahat vermelerinin ve içerden tepkilerin görünür olmasının belirli gün ve haftalardaki gösterişin dışında bir anlamı olduğunu söylemekte yarar var: Kadın hareketinin ve tek tek kadınların itirazını yönetemiyorlar. Bu yıl 25 Kasım eylemleri emniyetin verilerine göre bile %30 arttı. Kadınların duygusunun söze gelmiş hali Taksim’de “Bir kişi daha eksilmeye tahammülümüz yok” pankartı olarak taşındı. Ve daha önemlisi bütün Türkiye’de yapılan kadın eylemlerinde öne çıkan bir diğer vurgu: “Daha örgütlü olmalıyız.” Bu iddia Türkiye toplumunun tamamının kulağına küpe olmalı.
“Daha örgütlü olmalıyız” sadece bir iddia değil, aynı zamanda bir zorunluluk. Bu konuya tekrar geri dönmek üzere örgütlü olma zorunluluğunu yaratan koşullara biraz bakalım. Erdoğan, oluşturduğu yeni rejimi işletmekte, kendini oluşturan koalisyonu ve karşısındaki muhalefeti yönetmekte zorlanıyor. Krizden çıkış yolu ise iktidar olmanın avantajlarını sonuna kadar kullanmak, kendi krizini karşısındakinin krizine dönüştürmek.
Bu iktidar ülkeyi savaş olmadan yönetemiyor. Suriye savaşında Rusya ve ABD ile varılan mutabakatın kısıtlayıcı yönü Erdoğan’ın işine gelmiyor. Bu nedenle sürekli “Barış Pınarı Harekâtı’na devam edeceğiz” deniyor. Peki koşullar buna uygun mu? Suriye’de ABD ve Rusya’ya rağmen var olmak mümkün mü? Son olarak TSK’nin kontrolündeki bölgede petrol tankerleri vuruldu. Suriye ordusunun üstlendiği saldırıyı yerel kaynaklara göre Rusya gerçekleştirdi. Ancak AKP iktidarı Rusya’ya itiraz edecek halde değil. Aksine Türkiye bir kolunu Rusya’ya kaptırmış durumda. Öyle ki Amerikan F16’larıyla S-400’leri test ediyor. Ama ABD’ye de göbekten bağlı. O nedenle en ağır hakaretleri ve yaptırım tehditlerini sessizce kabullenmek zorunda kalıyor. Uluslararası dengelere oynuyormuş gibi yapan iktidar, gerçekte emperyalistlerin askeri saldırganlığı ve ekonomik yaptırımları arasında hayatta kalma mücadelesi veriyor. Bunun bedelini de bütün ülkeye ödetiyor.
Savaşın ülke gündeminden düşmesiyle AKP’nin sıkıntıları gün yüzüne çıkmaya başladı. Üye sayısındaki erime devam ediyor. Yargıtay’ın 22 Kasım 2019 tarihli güncel verilerine göre AKP’nin üye sayısında son iki ayda 57 bin 856 azalma oldu. Daha önce 2019 sonuna hazır olacağız diyen Babacan sahneye çıktı. Babacan ve ekibi belli ki uzun süredir ayrıntılı bir çalışma içinde. Özellikle de toplumsal hoşnutsuzluğun en kritik kaynağı ekonomiye odaklanmış vaziyetteler. Sistemi bugünkü haline getiren ekonomi politikalarının mimarının ekonomik iyileşme vaadi işin ironik yanı. Ayrıca daha önce AKP’den bekledikleri gibi Babacan’dan da demokrasi bekleyecek olanlara Babacan’ın çıktığı canlı yayında başkanlık rejimini savunmadığı halde düzeni bozmamak için kenarda beklediği itirafını unutmamalarını söyleyelim. Daha sonra aldandık demesin kimse.
Erdoğan’ın muhalefete yönelik geleneksel hamleleri daha çok Kürt hareketine saldırarak muhalefeti bölme stratejisine dayanıyor. Buradan bir sapma yok. Yasal demokratik alanda da HDP’ye yönelik adeta bir “siyasi soykırım” halini alan operasyonlar devam ediyor.
Ancak yetmiyor. Bu nedenle AKP, gerek parlamenter düzlemde gerek sokak muhalefeti düzleminde etkili olabilecek bütün aktörleri zayıflatmaya çalışıyor. Yerel seçimlerde AKP’yi alt eden CHP, iç tartışmalara sürüklenerek bir yandan moral üstünlüğü ortadan kaldırılıyor, bir yandan da müttefikleri ve kitleler gözündeki güvenilirliği sarsılıyor. Emekçilerin iktidar karşısında öfkesi tırmanırken birden bu öfkeyi örgütleme potansiyeli en yüksek olan örgüt DİSK ipe sapa gelmez gerekçelerle bir itibarsızlaştırma operasyonuna hedef olabiliyor. Üstelik bu operasyonlar Sözcü ve Fox gibi sözüm ona muhalif medya kanalları aracılığıyla yapılıyor.
Saraya görüşmeye giden bir CHP’linin olduğu ve Erdoğan’dan destek sözü aldığı haberi kurultay sürecinde CHP’yi yeni bir iç tartışmaya sürükledi. Bütün taraflardan yalanlama gelmesi, haberin kaynağının belirsizliği ve konunun kontrolden çıkmasıyla hem Muharrem İnce hem de Kılıçdaroğlu durumu toparlamaya çalışan pozisyonlara geçti. CHP gerçekleri bir yana bu olay medyanın ülke siyasetinde ne kadar etkili bir güç olduğunu bir kez daha gösterdi. Operasyon Sözcü gazetesi eliyle yürütüldü. Konunun ülke gündeminden düşmemesi için AKP medyası elinden geleni yaptı.
İktidarın elindeki zor ve manipülasyon araçları, bütün fırsatlardan istifade edebilme yeteneği küçümsenmemeli. Öte yandan bu araçları işe yarar kılanın da muhalefet saflarında iktidar lehine çalışan “ulusalcılık” gibi eğilimler olduğu unutulmamalı.
İktidarın yönetmekte zorlandığı ve zorlanacağı kadınlar gibi daha çok kesim var. Son günlerde en çok konuşulan konulardan biri işçi sınıfının bir dönem eğitimleri sayesinde iyi ücret alabilen ancak son yıllarda ekonomik krizin etkisiyle gelir dağılımdaki payı en çok düşen kesimleri. Bu kesimlerin sisteme reaksiyonunu şimdilik farklı şekillerde görüyoruz. Örneğin zorunlu harcamalar dışında tüketimin azaldığı verileri bu kesimden geliyor. AKP ile palazlanan İslamcı çevrelerin lüks merakına karşı oluşan sosyal medya hezeyanlarında toplumsal kutuplaşmanın bir tarafı olarak görünür oluyor. Yurtdışına çıkış istatistiklerinde kendini belli ediyor. Çarpıcı bir örnek; TTB’den yurt dışında çalışmak için sicil isteyen hekim sayısının 2012 yılında 59 iken 2019 yılında 906’ya çıkmış olması. Sadece sınıfın eğitimli kesimleri değil. Dibe doğru daha zorlaşan hayat koşulları, beklentileri giderek düşen geniş işçi ve işsiz yığınları var. İşsizlik gençlerde ve kadınlarda çarpıcı boyutlara ulaştı. Ne eğitimde ne de istihdamda olan gençlerin oranı %34. Bu istatistik diyor ki ülkemizdeki gençlerin üçte biri tamamen sistemin dışına itilmiş durumda. Artan intiharların ekonomik, siyasal, toplumsal nedenlerinin olduğunu çokça konuşur olduk.
Erdoğan’a sorarsan ekonomik kriz yok, ekonomik saldırı var. Gelin görün ki AKP’li bakanın havayolu şirketi bile batıyor. Erdoğan’a sorarsan; işsizliğin nedeni vatandaşın iş araması, emeklilikte yaşa takılanlar sorunu hükümete kurulan bir komplo, istihdam artıyor, devlet ihtiyacı olan kaynağı vergiler yoluyla vatandaştan toplamak için düzenlemeler yapmıyor… Görünen o ki kürsülerden bağırmak, medyayı kullanıp krizi görünmezleştirmek, sesini çıkaranı polisle, güvenlik soruşturmasıyla tehdit etmek her zaman işe yaramıyor. Bir ucu direnişteki inşaat işçilerinin üzerine arabasını süren patron diğer ucu maddi manevi sıkıntılara “alınyazısı” diyen Diyanet. Ülke öyle bir noktaya geldi ki Cuma hutbesinde “Acılarımızı isyana ve zulme dönüştürmeyelim” çağrısı yapılıyor. “Kedidir kedi” deseler de Lübnan’dan, Irak’tan, İran’dan isyancıların sesi duyuluyor.
Bugün toplumda işini kaybetme, iş bulamama, güvenlik soruşturmalarına takılma korkusu ve gelecek kaygısı giderek büyüyor. Gelecek kaygısı kaçıp kendini kurtarmadan intihar etmeye birçok sonuca yol açabilir. Ama en önemlisi bu durum bir mücadele konusudur. Ve yıkıcı bir hareketin temelidir. Bu düzenle, bu rejim ve iktidarla bir gelecek yok. Bunu sezgisel ya da gündelik yaşamda hissedenlere bir çıkış yolu göstermek solun, devrimcilerin bugün en birincil görevi.
“Daha örgütlü olmalıyız” çağrısı henüz toplumun farklı kesimlerine ulaşmadı. Ancak ana akımda hatta çoğu zaman solun gündeminde de görünmezleşen ciddi bir hareketlilikten söz edebiliriz. İşçi sınıfı eylemleri raporuna göre devlet baskısının giderek arttığı 2018 yılında 429 işyeri temelli eylem olmuş. Eğitim-Sen’in Ankara’da düzenlediği miting organize edenlerin bile beklentisinin üzerinde bir katılımla gerçekleşti. Hakları gasp edilen, sistemin düşman ilan ettiği, biat ettirilemeyen kesimler uygun yan yana geliş zeminlerini değerlendiriyor. 8 Aralık’ta İstanbul’da yapılacak olan “İnsanca bir yaşam” mitingi de bu açıdan önemli bir buluşma noktası olacak. İrili ufaklı eylemlerin, haksızlığa uğrayanın yanında olmanın, ısrarla sokak sokak dolaşmanın, pazar yerlerinde gerçekleri yüksek sesle söylemenin boşa kürek çekmek olmadığını tarih onlarca defa gösterdi. Yine gösterecek. Yeter ki örgütlülüğümüz güçlü, eylemimiz umut verici, programımız geleceği kurucu olsun.