Kendisi masum sosyalistlerin tutuklanmasına alkış tutan biriydi ama biz onun tutuklanmasına alkış tutmayacağız. Bununla birlikte, etrafına solculuktan gelme bazılarını toplayarak “kahraman demokrasi savaşçısı” maskesiyle yazıp çizmiş biri olarak kendisine söyleyeceklerimiz olacak
Hayatı boyunca faşizmin ve gericiliğin değirmenine su taşımış Nazlı Ilıcak’ın, geçen yaz bir mektupla Tayyip Erdoğan’dan özür (af) dileyip, karşılığında tahliye edilmesi kendine yakışan bir tutumdur. Miadı dolunca egemen sınıflarca buruşturulup çöp sepetine atılan Ilıcak eleştirmeye değecek biri değildir.
Ahmet Altan’a gelince tahliye edildikten birkaç gün sonra tekrar tutuklanması, ilk tutuklanmasında olduğu gibi bir hukuk garabetidir. Kendisi masum sosyalistlerin tutuklanmasına alkış tutan biriydi ama biz onun tutuklanmasına alkış tutmayacağız. Bununla birlikte, etrafına solculuktan gelme bazılarını toplayarak “kahraman demokrasi savaşçısı” maskesiyle yazıp çizmiş biri olarak kendisine söyleyeceklerimiz olacak.
Amerikan-Türk projesi
Ahmet Altan, Fethullah Gülen’in finansal desteğiyle 5 Kasım 2007 tarihinde yayın hayatına başlayan Taraf gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni olarak işe başladı. Liberal-İslamcı ittifak bozulup dikiş yerlerinden sökülünce, 15 Aralık 2012 tarihinde, yardımcısı Yasemin Çongar ve Neşe Düzel’le birlikte gazetesinden istifa etti. “Askeri vesayet”ten “siyasi vesayet” düzenine geçilince gazete ve başyazarı misyonunu tamamlamış oldu. Aynı çürük iplikten dokunmuş Oral Çalışlar, 2014 yılında CNN Türk’e yaptığı bir açıklamada, “Taraf bir projeydi. Ayda 1,5 milyon zarar ediyor. Sahibinin başka bir geliri yok ama 7 yıldır yayında…” diyerek bunu doğruladı.
Taraf, Cemaat-AKP-liberal ittifakının ortak sesiydi. Dolayısıyla Ahmet Altan’ın arkasında yüzde elliye yakın desteği olan bir hükümet ve onun emniyet ve savcılık teşkilatları vardı. Gerek Gülen’in finansal desteği gerekse Yasemin Çongar’ın apar topar Washington’dan çağrılması, işin arkasında Pentagon ve NATO’nun da olduğunu gösteriyordu. Sorun TSK’nin ABD emperyalizminin Ortadoğudaki yeni stratejisine göre yeniden yapılandırılması ve bunun önünde engel olarak işaretlenen Kemalist komutanların ayıklanmasıydı.
Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonlar yürütülürken “yandaş medya” eksik kalıyordu. Polis, askerleri ve sivilleri tutuklar, mahkemelerde yargılarken, bunları meşru gösterecek, Gül/Gülen/Erdoğan’ın söyleyemediklerini söyleyecek bir maşaya ihtiyaç vardı. Devleti elinde tutanlar ne zaman yasaları hiçe sayan bir yargılama yapsalar böyle enstrümanlar kullanırlardı. Şafak vakti operasyonlarında ve yargı sürecinde kamuoyunu yönlendirmek, algı oluşturmak, kaynağı bildirilmeyen haberler sızdırmak, can derdine düşmüş generaller bir bir içeri tıkılırken naralar patlatıp geride kalanlara korku salmak Taraf’ın işiydi. Savcılara taşınan bavullar, Alper Görmüş türü borazan gazeteciler, valiz içinde CD ve darbe planı taşıdığı iddiasıyla görüntü verip dava açılmasını sağlayan Mehmet Baransu vs…
“Sıkı sosyalistler!”
Sosyalist geçmişe sahip Alev Er’i yanına süs olarak alan Ahmet Altan, Taraf’la şöyle övünüyordu:
“Bizim gazetenin çok ilginç ve övündüğümüz bir yazar kadrosu var. Nabi Yağcı, Roni Margulies, Oya Baydar gibi sıkı sosyalistler de yazıyor burada. Her ne kadar Roni’yle Oya’da ‘liberallerin’ arasına ‘düşmekten’ dolayı zaman zaman hafifçe Türkan Şoray filmlerini andıran ‘pavyondaki namuslu kadın’ huzursuzlukları tezahür etse de burada sağlam bir ‘solculuk’ tartışması yaşayacağımızı ümit ediyorum.”
Sıkı liberal Altan’ın, “sıkı sosyalistler”in, liberal solcu Belge’nin, Amerikan ajanı Emrah Uslu ve Önder Aytaç gibi Cemaatçi polislerin, hep bir arada hoş bir topluluk oluşturduklarına şüphe yok. “Sıkı sosyalist”lerin bir görevinin de anti-komünizm propagandası yapmak olduğunu söylersek tablo tamamlanmış olur. Sabah akşam beş vakit sola küfreden dönek H. Berktay, polis ve savcı bültenlerini aratmayan Taraf gazetesini, “Türkiye’nin gerçek solu” olarak takdim edebiliyordu. Ergenekon operasyonunu iktidarın ağzıyla “Temiz Eller Operasyonu” olarak göstermişti.
60’ların burjuva sosyalisti Çetin Altan’ın sapına kadar liberal oğlu Ahmet Altan, etrafındakilerle birlikte sosyalist olduğu izlenimi veriyordu. Ne ki iki faşist darbe (12 Mart, 12 Eylül) yaşamalarına rağmen Altan biraderlere kimse dokunmamıştı. “Sıkı demokrat” Ahmet Altan o yıllarda darbeye, faşizme, işkenceci polis ve subaylara sesini çıkarmamıştı, ama faşizme karşı savaşan, darağacında, işkence tezgâhında, zindanda can veren, zulme boyun eğmeyen devrimcileri aşağılayıp onlara küfür eden bir roman yazmayı ihmal etmemişti. 1986 yılında Metris Cezaevinde okuduğum “Sudaki İz” adlı romanının devrimci mahpusların canını sırtlarında kırılan sopalardan daha çok acıttığının yakından tanığıyım. Her birimizin küfür etmeden okuyamadığımız bir “küfür romanı”ydı (Yalçın Küçük’ün deyişiyle). O günlerde generallerin fiziksel ve psikolojik saldırılarını sanat cephesinden yürüten biriyken, her şey tersine dönünce bu kez de Cemaat-AKP iktidarının zafer kervanına katıldı.
Ahmet Altan’ın kahramanlığı
Buna rağmen, bir Amerikan-Türk yapımında başrol oynamış Ahmet Altan, Taraf’tan ayrıldıktan sonra liberal medyada “yeri doldurulamaz gazeteci”, “kimsenin yapamadığını yapan adam”, “demokrasi ve özgürlük savaşçısı” diye alkışlandı. Kemalist subaylara ve muhalefet odaklarına karşı o güne kadar AKP-Cemaat iktidarının sopası rolünü oynaması, “Ak Parti’nin ilk zamanlarında demokratikleşme hareketlerini desteklemiş, askeri vesayetin, darbe planlayıcılarının üzerine şiddetle gitmiş, Tayyip Erdoğan ‘tek adam’ rolünü üstlenip despotlaşmaya başladığında da yerden yere vurmuştur” diye aklanmıştır.
Altan, Taraf gazetesinde, “Sıra Askerdeki Ergenekon’da”, “Darbeci Paşalar Gözaltında”, “Yoldaş General”, “Saklanamazsın Genel Kurmay”, “Tehdidi bırak hesap ver”, “İslamda Gülen reformu” gibi iri puntolu manşetleri ve teatral başyazıları ile nam ve korku salmıştı. Beş yıl boyunca köşesinden suçlu suçsuz demeden generalleri, rektörleri, savcıları, yargıçları suçlamış, Ahmet Şık gibi sosyalistlerin içeri atılmasına katkıda bulunmuş, yazarlığını konuşturarak yergiler kaleme almıştı. Üst perdeden, başsavcı üslubuyla yaptığı suçlamalar pısırık ve mıymıntı gazetecilerin dudaklarını uçurtacak cinstendi. Dalkavuk basının “ağam paşam” yağcılığının yanında gök gürültüsü etkisi yaratıyordu. Çoğu kişi, hatta sosyalist veya sosyalist geçmişi olanlar bile, arkasında ABD destekli tam yetkili savcıların bulunduğunu akıllarına getirmeksizin, bunu A. Altan’ın yürekliliğine yordular.
Devrimci ve karşıdevrimci “kahramanlık”
Suç ortağı “yetmez ama evet”çi Roni Margulies şöyle demekteydi: “Ahmet Altan tanıdığım en düzgün, en ilkeli liberallerden biri. Böyle olabilmek için, inatçı, dik kafalı, kendine güvenli, bedel ödemeye hazır, sözünün eri olmak gerekir. Ahmet’i tanımlayan sıfatlardan beş tanesi de bunlar zaten.” Diğer suç ortağı Alper Görmüş ise “Ahmet Altan nefretini” AKP-Cemaat ittifakına yaptığı kıyakçılıkla değil, “Liberalin ‘kahramanlığından’ duyulan rahatsızlık”la açıklayacaktı. (Marksist.org)
Kuşkusuz her düzenin, her sınıfın kendi kahramanları vardır. Ahmet Altan da kontrgerilla merkezi tarafından “kahraman” diye etiketlendiklerine kuşku duymadığımız Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Yeşil (Mahmut Yıldırım) gibi bir müesses nizam kahramanıdır. Onlardan farkı tabanca yerine kalem kullanmasıdır. Yalnız bu tür kişilerin “Kahraman”lıkları, bireysel yiğitliklerinden ve cesaretlerinden değil, sırtlarını devlete ve düzenin efendilerine dayamalarından gelir. İşlerini devletin tedarik ettiği imkanlar (para, pasaport, silah, istihbarat vs.) yardımıyla yaparlar. Sonuç itibarıyla Çatlı ve Yeşil gibiler ne kadar kahramansa, Ahmet Altan ve Alper Görmüş gibi kişiler de o kadar kahramandır.
Ama bizim tarafta kahramanlık diye buna denmez. Kahraman diye, en ağır koşullarda, en güçsüz düştükleri sırada, tek başlarına, elleri kolları kelepçeliyken işkenceci polislere, cezaevi komutanlarına boyun eğmeyenlere denir. İdam sehpalarında, ölüm oruçlarında slogan atarak ölüme koşanlara denir. Devlete sırtını dayayarak değil, tanklarla, askerlerce kuşatılmış ve elleri arkadan kelepçelenmişken, karınlarına tekmeler, sırtlarına kalaslar inip kalkarken haykırmaktan geri durmayanlara denir. Böyle devrimciler 12 Eylül döneminde o kadar çoktu ki, kahramandan sayılmıyorlardı bile.
12 Eylül yıllarında cuntacı subaylar da tıpkı Ahmet Altan gibi sırtlarını devlete, orduya dayayarak “kahramanlık” taslarlardı. Elleri arkadan kelepçeli devrimcileri cezaevi avlularında, mahkeme salonlarında nara atarak döverlerdi. Evlerini kuşattıklarını teslim alamadıklarında, idam sehpasına çıkardıklarına diz çöktüremediklerinde, işkence yaptıklarının ağzından tek laf alamadıklarında yenildiklerinin ve itibarlarını kaybettiklerinin farkında değillerdi. Cesaretlerinin sırtlarını dayadıkları ABD ve NATO’dan, ordudan ileri geldiğini bilmezlerdi. Bu desteği arkalarında hissetmediklerinde kahramanlıkları uçup gitti. Darbe yapacak mecalleri bile kalmadı. Tek kurşun atmadan, manşetlerle hizaya sokulmalarının arkasında biraz da bu hikâye vardır.