Benim Mümtaz Soysal’la tanışıklığım, özelleştirme saldırısının sistematik biçimde başladığı 1990’ların başındadır. Mümtaz Soysal devletin iktisadi kuruluşlarının satılmayıp mülkiyetinin devlet elinde kalmasına, kabul etmeliyim ki samimi biçimde inanıyor, özelleştirme saldırısının yağmaya dönüşeceğinden kaygı duyuyordu. Ama en büyük kaygısı devletle ilgiliydi
Mümtaz Soysal 90 yaşında öldü.
Genç kuşaklar hele genç işçi nesli hatırlar mı acaba Mümtaz Soysal’ı?
Hatırlanmasında zaruret olan biriydi Mümtaz Soysal.
Alman düşünür Walter Benjamin, “genç kuşaklar ya över veya unutur” diye yazmıştı, bir denemesinde. Bizim Türk geleneklerinde de benzer bir atasözü vardır: “Kel ölür sırma saçlı olur, kör ölür badem gözlü olur.”
Mümtaz Soysal öldükten sonra ne kadar sırma saçlı veya badem gözlü olduğu yazılsa bile ben sırma saçlı ve badem gözlü olmadığından eminim.
Mümtaz Soysal, şu kadim sınıf mücadelesinde proleterya saflarında yer almış değildi. Açık kesin ve samimi biçimde sermaye sınıfı saflarını mı tercih etmişti o halde? Hayır, açıkça kapitalizme övgü düzdüğü, kapitalist sömürüyü meşru göstermeye çalıştığını söylemek haksızlık olur. Mesafeliydi sermaye sınıfına. Hukuk bilgisini, doğrudan sermaye sınıfı, şirketler, ticari faaliyetler için kullandığına dair örnek bulmak da zor. Bir bakıma proleterya ve kapitalistler arasında tarafsız (nötr) biri izlenimi yaratmıştı.
Ama işin içine devlet karışınca, hele hele bu bizim Türk devleti ise enerjik biçimde savunucu kesilirdi. Zaten bütün meselelere devleti karıştırmaya da meraklıydı.
Devleti, güya nesnel biçimde merkeze alan siyasi düşüncesi, tarafsızlık halesinin bir görüntü olduğunu ortaya koyuyor, kaçınılmaz biçimde sermaye sınıfı saflarına savrulmuş oluyordu.
Milli çıkarların koruyucusu, sermaye sınıfını yola getirecek, adalet dağıtacak (sağlayacak) bir devlet! Bu yönüyle Tanzimat’tan beri Türk burjuva aydınında hâkim olan (başlıca öncüsü Namık Kemal) ve “vatanı” temel alan; ve bu temelin içinde kaçınılmaz biçimde muazzam bir devleti öne çıkaran geleneğin, 1970-80-90 hatta 2000’lerdeki “iyi yetişmiş” temsilcilerinden biriydi.
Vatan kavramının aslında sermaye sınıfının iç pazarı olduğunun… Ve devletin de bu pazarın koruyup kollayanı olduğunun farkında mıydı acaba Mümtaz Soysal? Mümkündür.
Marksist düşünceyi ders kitaplarında ve makalelerinde, Aydın Yalçınlar, Turhan Feyzioğulları gibi eleştirmemiştir. Hatta makul ve dikkate alınabilir olduğunu dahi ima etmiştir. Ama gerek yöntem gerekse içerik bakımından Marksizm’in çok gerisindeydi. Birçok aydınlanma filozofunun toplumsal taleplerinin rüzgârı dahi düşüncelerine hiç vurmamış gibiydi. Fikirleri işçi sınıfının yaşam koşullarını iyileştirme zeminine dayanan, pragmatik Avrupai sosyal demokrasinin bile çok uzağındaydı. Soyut, kadim, düzenleyici, belirleyici devlet düşüncesinin ana ve sarsılmaz ekseni olarak kaldı.
Devletin belirleyici rolü akademik faaliyetini var eden Anayasa Hukukçuluğu faaliyetlerinde ve eserlerinde belirgin biçimde görülür. Toplum, sınıflar, ezilenler ele aldığı meselelerde ya yok sayılmıştır veya devletin varlığı için gerekli bir kitle olarak ikinci plandadır.
Soysal’ın, Türk devletinin itibarlı bir adamı olduğunu söylemek abartı olmaz. 12 Mart 1971 Darbesi sürecinde, bir yılı aşkın bir süre hapishaneye tıkılması ve kamu haklarından mahrum edilmesi, düzene veya sisteme muhalifliğinden çok, devlet içinde farklı bir fraksiyonun mensubu olmasıyla ilgiliydi. Nitekim devlet, hatasını 12 Eylül’de telafi edecek, kılına dokunmayacak, uluslararası alanda devleti temsil etmesini mümkün kılacaktır.
O halde Sosyal’ın devletin has adamı olmaya layık olduğunu belirtmemek, kendisine haksızlık olur. Kıbrıs meselesindeki keskin milliyetçi tutumu (Rauf Denktaş’a uzun süre danışmanlık yaptı mesela) ve 1990’larda Dışişleri Bakanlığı yaparken iyice belirginleşen Kürt meselesindeki şoven yaklaşımı dikkate alınırsa, devletin has adamı olmayı fazlasıyla hak etmiş olduğu görülecektir.
Aslında devletin rolüne verdiği aşırı önem, Doğan Avcıoğlu’nun 1965’lerdeki Yön hareketinde kristalize olmuştu. Devleti merkeze alan tutumuna rağmen, Mümtaz Soysal ve arkadaşlarının sosyalist hareket içinde solcu olarak kabul edilmesi ilginçtir. Korkarım ki bu kabul, uzun süre devam etti. Solun bazı kesimleri için hale devam ediyor bile olabilir.
M. Soysal, akademik hayatının yanı sıra uzun süre Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde düzenli olarak, “devletin adamı” görevine uygun şekilde, (AKP iktidarından bir yıl öncesine kadar) düzenin işleyişinin aksaklıkları ortaya koyan, devlet için uyarıcı yazılar yazdı uzun süre.
Benim Mümtaz Soysal’la tanışıklığım, özelleştirme saldırısının sistematik biçimde başladığı 1990’ların başındadır. Mümtaz Soysal devletin iktisadi kuruluşlarının (KİT olarak adlandırılıyorlardı) satılmayıp mülkiyetinin devlet elinde kalmasına, kabul etmeliyim ki samimi biçimde inanıyor, özelleştirme saldırısının yağmaya dönüşeceğinden kaygı duyuyordu. Ama en büyük kaygısı devletle ilgiliydi.
Şöyle: kamu kuruluşlarının iyileştirilmesini, sermayelerinin artırılmasını, verimliliğinin yükseltilmesi gerektiğini ileri sürüyor, kapitalizmin krizlerine, vahşiliğine, yağmacılığına karşı denge unsuru olacağını ileri sürüyor, özelleştirme sonucu neredeyse kutsallık derecesinde önemsediği devletin, zayıflayacağından ciddi ölçüde endişe duyuyordu.
Özelleştirilmesi planlanan işletmelerde çalışan işçilerin geleceği için de endişeleniyor muydu? Belki. Ama özelleştirilme ile birlikte, işçi sınıfının tarihi olarak yenilgiye uğrayacağı ve böylece örgütlenme ve mücadele kapasitesinin berhava olacağının farkında olmadığını bizzat tanık olduğum için biliyorum. Hatta bu türden bir kavramsallaştırmayı önemsemediğini de kesin biçimde söyleyebilirim.
Onun anlayışına göre, işletmelerin kurumsal niteliği, üretkenlik gücü, nakdi (parasal) sermayesi, makine donanımı işçilerden önce geliyordu. Bir bakıma özelleştirilmesi planlanan (çoğu fabrika olan) binlerce işletmede çalışan on binlerce (bir milyona yakın) işçiyi üretimin teknik bir unsuru gibi görüyordu. Bunu, kamu fabrikalarını öven konuşmalarında, makalelerinde ve broşürlerde açık biçimde görmek mümkündür.
1990’ların başından itibaren, özelleştirme saldırısı bir çığ gibi şiddetini artırmıştı. Neredeyse her hafta bir işletmenin satış ihalesinin yapılması sözkonusu idi. 1970’lerin sonunda sermaye sınıfının can havliyle attığı ‘özelleştirme yapılmalı çığlığı’, 1990’larda devletin somut, zalim bir sopası haline gelmiş; işçilerin başına inmeye başlamıştı.
Sendikalar, o vakitler de bürokrasinin tahakkümü altındaydı. Bugün olduğu gibi mücadeleyi yükseltme yerine, bu bürokrasinin temel önceliği yine kendi koltuklarını korumaktı. Fakat özelleştirme sopasından canı yanan işçi yığınının, feryatla kalmayıp, grev dahil türlü eyleme yönelmesi karşısında, koltukları sallanınca (Sendika bürokrasisi bu tarihi koşul olmadan hemen hiçbir zaman harekete geçmez) mücadeleci bir izlenim yaratmak zorunda kaldılar.
Tepkileri yatıştırmak için her zamanki taktiğe, meydanlar yerine kapalı salon toplantıları düzenlemeye ve özelleştirmeye karşı kitap-broşür yayınlamaya gayret ettiler. Böylece özelleştirmeye karşı yüzlerce kitabın (tespitlerime göre 240 eser) yayımlanmasına ön ayak oldular. Geçerken belirteyim Türk işçi sendikaları hiçbir konuda bu kadar çok yayına ön ayak olmamıştır.
Bu koşullarda Mümtaz Soysal, özelleştirmeye karşı görüşlerini, sendika bürokrasisinin desteğiyle düzenlenen kalabalık toplantılarda anlatma imkânı buldu. Sonunda özelleştirmeye karşı mücadelede, sempati duyulan, tanınan, güvenilen bir konuma erişti. Sendika bürokrasisi (bil hassa sol sendika bürokrasisi) can havliyle Mümtaz Soysal’a sarılırken, Mümtaz Soysal da bürokrasi aracılığı ile görüşlerini anlatacağı kitlesel bir taban bulmuş, hükümete ve sermaye karşı somut bir mevzi elde etmişti.
Bu ilişkilerin itici gücüyle, Mümtaz Soysal özelleştirmeye karşı çeşitli platformlar kurulmasına öncülük etti. Ben de bu platformların faaliyetleri sırasında, Mümtaz Soysal’ı şahsen yakından tanıma imkânı buldum.
Özelleştirmeye karşı olmak belki de Mümtaz Soysal ile birkaç ortak yanımızdan biriydi. (Diğerleri arasında, büyük edebiyatçı Sevgi Soysal’a değer vermek, ve kedi severliği sayabilirim.) Ama özelleştirmenin gerçek amacı ve mücadele biçimlerini konuştuğumuzda, pek de ortak yanımız olmadığı ortaya çıkıyordu. Özelleştirme saldırısının, sınıf mücadelesinin tarihi ve en şiddetli anlarından birini oluşturduğunu, Soysal ve çoğu akademisyen olan çevresine anlatmak, benim için boşuna bir zahmetten ileriye gidemiyordu.
Mümtaz Soysal’ın, bu dönemde kuruluşuna öncülük ettiği, en uzun ömürlü ve kurumsal platform KİGEM (kamu işletmeleri geliştirme merkezi) idi. Kuruluşun asıl işi, ihaleye çıkartılan işletmelerin, satılmaması için mahkemelerde dava açmaktı. Şükürler olsun ki davalar çoğunlukla ihalelerin iptal edilmesiyle sonuçlanıyordu.
O vakitler, grevlerin yaygınlaştığı, toplumsal muhalefetin ve Kürt hareketinin yükseldiği bir dönemdi. Dolayısıyla toplumsal mücadelenin basıncıyla, mahkemeler, daha serbest karar verebiliyorlardı. Üstelik kamu kuruluşlarını gözeten, çoğu kendine özgü yasalar üzerinde gerekli hukuki düzenlemeler yapılmadığı için özelleştirme ihalelerinin yasalara aykırılığı, kolayca kanıtlanabiliyordu.
Mümtaz Soysal, sembolik önemi büyük olan ve hükümetin çok önem verdiği (ve de kapalı kapılar ardındaki pazarlıkla hukuki kurallara uyulmadan satılan) Telekom’un satış ihalesinin, 1996’da Anayasa Mahkemesi’nce durdurulmasına yol açan dilekçesiyle, hükümetin ağır saldırısına maruz kaldı ama ülke çapında ve işçi sınıfı içinde popüler biri haline geldi.
Telekom satışının iptalini, diğer büyük fabrikaların satış ihalelerinin iptali izledi. Böylece sendika bürokrasisi rahatlıyor, tabandan yükselen genel grev ve kitlesel mücadele baskısını sonraki ihaleye ertelemiş oluyordu. Koltuğunu bir seçim dönemi daha garantilemiş olmanın huzuruyla, ihale iptallerini “başarılı mücadelenin” örneği diye kamuya sunmakla kalmıyor, “hukuk mücadelesinin” erdemlerini paylaşmaktan çekinmiyordu!
Bu hukuk mücadelesi o kadar faydalıydı ki grevdeki işçi, fabrikaya geri dönüyor, mitingler iptal ediliyor, sonuçta işçi sınıfı kitlesi pasif kalarak grev veya başka tür mücadelelerle yorulmamış oluyordu. Sonra, burjuva hukuk düzeni “adalet dağıtarak” sistemin meşruiyetini yeniden üretiyor; devlet ve sermaye sınıfı rahat bir nefes alıyordu. Sol siyaset ve sol aydınlar da sendika bürokrasisinin bu “hukuk mücadelesinin” içyüzünü ortaya koymakta, her nedense istekli değildi.
Bu dönemde, birçok işletmede greve çıkan veya fabrika içine kapanıp direnişe geçen işçilerin mücadelesinin sendika bürokrasinin “hukuk mücadelesi” verilecek sözü ile yatıştırıldığına bizzat tanık olmuştum. Sonuç olarak, sendikaların ücretli avukatlarının Mümtaz Soysalların desteğiyle hazırlanan dilekçesinden ibaret olan “Hukuk mücadelesi,” işçi hareketinde, özelleştirmeye karşı mücadelenin davalar yoluyla engellenebileceği yanılsamasına yol açmış; işçi hareketinin yükselişinin önünde büyük bir engel olup çıkmıştır.
Zaten devlet de türlü yollarla (İşletmelere yatırım yapmayıp üretim yapamaz hale getirmek, kapatmak, işçileri erken emekli etmek, işyerini bölüp taşımak ve nihayet yasal tutarsızlıkları tartışmaya yer vermeyecek biçimde değiştirerek) hukuk mücadelesi engelini aşmayı, başarmıştır.
Mümtaz Soysal’ın oluşturduğu platformlara yapışan sendika bürokratları, sendika memurları (yanlış biçimde hala sendika uzmanı diye nitelenen sendika emekçileri) ve akademisyenler özelleştirme ihalelerini durdurmak için kapsamlı, dayanakları güçlü, işçilerden teknik bir unsur gibi söz ettikleri dilekçelerle, sadece “hukuk mücadelesi”ne katkı sunmadılar. Özelleştirmeye karşı işçi kitlelerini etkileyen ideolojik argüman ve sloganların üretilmesine de ön ayak oldular.
Argümanların temelini, özelleştirmelerin ülke menfaatlerine aykırı olduğu, kapitalizmin krizlerini şiddetlendireceği, özel sektör kamu dengesini bozacağı, kapitalizmi dizginsizleştireceği, hukuki kuralları ihlal edeceği görüşleri oluşturuyor, kamu işletmelerinde çalışan on binlerce işçinin politik ve sosyal rolü dikkate alınmıyordu. Özelleştirme, adeta sınıf mücadelesinden bağımsız cereyan eden, teknik bir mülkiyet değişimiydi. Mülkiyet değişince, işçiler de zarar görecekti, ama asıl zarar gören ülke yani vatandı!
Mümtaz Soysal öncülüğündeki platformların en büyük zararı, öncü işçilerin içgüdüsel olarak kesinlikle hissettikleri ama pratikte bilince çıkaramadıkları, şu gerçeğin örtülmesine hizmet etmesi olmuştur: Özelleştirme, sendikalı, örgütlü, nispeten gevşek sömürü koşullarında çalışan işçi sınıfına açık bir saldırıdır!
Bu gerçeğin bilincine varılması ile, işçi hareketi tek tek fabrikalara sıkışan mücadeleden çıkıp, birleşebilir, hızla radikalleşip, kapitalist sistemin sorgulanmasına yol açacak bir istikamete girebilirdi.
Günümüzde hala devam eden, işçi sınıfının geri çekilmişlik hali, öncü işçilerin sivrilip ortaya çıkmamış olması, işçinin saygınlığını yitirmişliğinin nedenleri bu özelleştirme saldırısına kadar uzanır. Maalesef özelleştirme mücadelesinde işçi sınıfı, Mümtaz Soysalların öncülük ettiği ideolojik perspektife sendika bürokrasisinin aracılığı ile mahkûm olmuş, sermayeden bağımsız, sınıf merkezli bir hat izleyememiş, birleşik bir mücadele yürütememiştir.
1986’da özelleştirilen ilk işletmeden, özelleştirme saldırısının (teknik olarak) planlandığı Özelleştirme İdaresi Binası’nın bile satılıp özelleştirildiği 2017’ye kadar uzanan 30 yılı aşkın süredeki pratik, saldırının gerçek amacını kesin biçimde ortaya koymuş bulunuyor: Özelleştirilen işletmelerin hemen hepsinde sendikalaşmaya son verilmiş, öncü işçiler işten çıkartılmış, ücretler düşmüş, taşeronlaşma sistemleşmiş, sömürü yoğunlaşmıştır. Özetle örgütlü işçi sınıfı mücadelesi tasfiye edilmiştir. Gerçek amaç hasıl olmuştur!
Soysal’ın tahmin ettiği gibi kapitalist Türk devleti zayıflamamış, tam tersine güçlenmiştir: İşçi sınıfını özelleştirme saldırısı ile tarihi yenilgiye uğratmakla kalmamış, sermaye birikimi hızla yoğunlaşmış, piyasa kanunlarının hakimiyeti ile devlet ideolojik bakımdan da tahkim edilmiştir vs.
Mümtaz Soysal ve onun gibileri işçi sınıfının düşmanları olarak tanımlamak yanlış olur. Bununla birlikte onlar kapitalizm tarihi kadar eskidirler, mücadelenin önüne engeller yığma konusunda. İşçi sınıfı mücadelesine, düzenin düşüncesini, araçlarını, taleplerini karıştırmayı (çoğunlukla bilerek) başaran uzlaşmacı, düzen taraftarı unsurlar olarak.
Eğer işçi sınıfı, kendisi için sınıf değilse, kendine daha az güveniyorsa, sermayeden bağımsız bir devrimci hat oluşturamamışsa bunda Mümtaz Soysalların ve çoğu akademisyen arkadaşlarının sorumluluğunu küçümseyemeyiz. Günahları büyüktür.
Yine de “Emek Tanrısı”ndan Mümtaz Soysal’ın günahlarını bağışlamasını dilerim.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.