Kötülüklerin, otistik çocuklara kadar uzanıyor olması vicdansızlık biçimlerinden biri sadece. Benim çocuğum diyenler bir başkasının da çocuğu var diyemiyor. O halde orada ne tür bir birlik olur. Otistik çocukları istemeyenler birlik oluyorsa orada ne olur? Hitler’in sadece Yahudi soykırımı yaptığını değil engelli Almanları da katlettiğini neden bilmiyoruz? Yahudileri katletmekle başlayan süreç Almanlara doğru da sürmedi mi?
Üç haber de aynı günde duyuldu. Bu haberlerdeki insanlar birbirlerinden haberdar olarak bunu yapmış değiller muhakkak. Ama bir ruh hali, meselelere bakış biçimleri birbirinden haberdar olur ve hızlıca yayılabilir elbette. Bir yerde bir değer çöktüğünde her yerde çöker.
Fatih’te 4 kardeş yoksulluktan canına kıyarken Aksaray’da otizmli çocuklar diğer veliler tarafından yuhalanıyor, özel eğitim sınıflarının kapatılması için eylem yapılıyordu. Aynı gün Diyanet’in “telefona değil eşinin yüzüne bak” adlı kamu spotunda erkeğin kendisine sürekli çay, kek getiren eşinin yüzüne bakması isteniyordu.
Diyanet’in esas olarak söylemek istediğini anlıyor olsam da anladığım başka şeyler de var.
Eş denen erkek niye çay, kek yapamıyor, eli ayağı mı tutmuyor, onlar “belli değil” ama erkek egemenliğin yerleştirildiği bu kamu spotunda benim aklıma takılan o erkek hangi haberleri okuyor ya da neyi seyrediyor?
Kadın telefona niye hiç bakmıyor da çay, kek yapıp duruyor?
Belki o da baksa telefonuna Fatih’teki insanların neden canına kıydığına dair düşünür. Ya erkek, herkesi sarsan bu habere dahi bakmıyorsa neye bakıyor? Bu kahır dolu haberi okumuş olsa sonrasında o hareketleri yapar mı? İştahtan mı kesilir yoksa keki ve çayını videoda olduğu gibi iştahla yer mi? “O spot çekildiğinde bu haberden habersizlerdi!” diyebilirsiniz. Deyiniz elbette ama bu haber gerçekten dün mü oldu? Sadece dünün haberi mi bu? Yoksulluktan sebep bugün mü canına kaymaya başladı insanlar?
İsterseniz, yaşamlarını didik didik edip intihar etmelerine vicdanınızı rahatlatacak bir bilgi arayabilirsiniz. Ki ben kimi gazetecilerin bu yönde yazdıkları tivitlerini görmeye başladım bile. “Yaşasın, sorun biz de değil onlarda!”
“Telefona bakma eşinin yüzüne bak!” denilen spotta görülen çift, otizmli çocukların nasıl hakir görüldüğüne baksa ne olur? Sonra dönüp baksalar birbirlerinin yüzüne ne konuşurlar mesela? Çocuklarımız olursa, ne yapmalıyız diye dertlenirler mi mesela?
Fatih’te 4 kardeşin veresiye borçla, ödeyemedikleri elektrik faturaları ve kiralarıyla yaşamı terk ettirildikleri bir yerde birbirlerinin yüzüne, halkın yüzüne nasıl bakılır? Birkaç sene öncesinin milyon liralık Makam Mercedes’i tartışmasının olduğu yerde şu kadar liralık ödenememiş elektrik faturasını konuşmak itibarımızı sarsar denir mi mesela? Bizi dünyaya yoksul gösterir diye bunlar söylenmesin denir mi mesela? Bütçe yetmedikçe ek bütçenin alındığı bir Başkanlık bizim yetmeyen bütçelerimize ne önerir mesela? “Biz maneviyatçıyız, maddiyatçı değiliz” derler mi mesela? Diyanet’e kim der, halkın yüzüne bak diye?
Kaybettiğimiz sadece canına kıyan 4 kardeş değil, onların “Dikkat siyanür var!” yazan incelikleri de. Diğerkâm olmak, kendinden gayrısını dert etmek. Bu değerlerin kaybedildiği, inceliğin artık yaşayamadığı yerde şimdi istediğiniz kadar “kaba ve çirkin konuşabilirsiniz!”
Kendinden gayrısını en hafifiyle incitmek, dilini, kültürünü yok saymak sadece hedef alınanlarla mı sınırlı kalır? Bir kötülüğün kapısı açıldığında bu sadece o alanda mı kalır? Yapılan kötülük ya da iyilik sizinle birlikte gittiğiniz yerlere de taşınmaz mı?
Son dönemde iyice artan ve mesela Suriyeli göçmenlere karşı yapılan kabalıklar, sizi daha ince kılar mı? Kötülüğün olduğu yerler bana uzak zannettiğinizde onun ışık hızıyla nasıl yayıldığını, bir anda dibinizde bittiğini gördüğünüzde o artık çoktan olduğunuz yere yerleşmiş olmaz mı?
Geçen hafta bu defa ülkeden değil ama İngiltere’den bir haber düştü ajanslara. Bir TIR dorsesinde 39 Vietnam göçmeninin havasızlıktan öldüğünü öğrendik. Göçmenlerden birinin annesine yazdığı son mesaj da olmasa insan olduklarına dair hiçbir detay bilemeyecektik. “Özür dilerim anne!”
Haberle birlikte benim de aklıma Inarritu’nun Biutifull filmi düştü. İyi ama neden?
-Spoier-
Biutiful’un bir filmden öte olduğunu seyrettiğim zaman düşündüklerimin şimdi de gerçek olduğunu bu haberle okuyordum. Filmde Javier Bardem kanser olduğu halde çocuklarını yaşatmaya uğraşıyorken, çoluk çocuk başka göçmen işçilerin illegal çalıştırılması üzerinden para kazanan birisi aynı zamanda. Nihayetinde onlarca işçinin ölümüne istemsizce olsa da sebep oluyor, çocuklarına yaşam vermeye çalışırken onlarca işçinin canını alıyordu. Fakat diğerlerinden farklı olarak nasıl da sarsıldığını son umudunun da böylece kaybolduğunu belki de artık ölümü arzuladığını da görüyordum. Güzelliğiyle övülen Barselona bir başka görünüyordu artık onun için de benim için de ve belki filmi seyreden milyonlarca turist için de. Şimdi de Londra’da bir film değil gerçek olarak tır dorsesinde 39 Vietnamlı göçmenin havasızlıktan öldüğünü okuyorduk. Inarritu filmine Biutiful adını vermişken aslında onun doğru yazımla ne kadar çirkin olduğunu anlatıyor olmalıydı. Bir yanlış doğru yazılmaz! Londra yerine Barselona, Javier Bardem yerine bu sefer TIR şoförü vardı artık.
İnarritu bir film çekmiyor, gerçeği çekiyordu. Biutiful bir film olmasa gerçek olsa (ki oldu) Javier Bardem’in haberini bir yerde okusak (Ki okuduk) ne derdik ona? Ne düşünürdük?
Şimdi ben bu incelikle düşünmeliyim elbette ülkem için de. Kaba yazılmış reyting ve reklam arzusuyla şişirilerek insanların aslında ne yaşamış olabileceklerini çarpıtan haberlere daha da dikkatli bakmalıyım. Ama benim düşünmemden öte, Fatih’te 4 kardeş bu inceliği yaptı bile, kendi yaşamlarına yoksulluktan sebep son verirken vaktiyle çok alay edilen Melankolik 90’lar şarkıları gibi “kalabalığın içinde yalnızım” der gibi gururlarıyla ölüyorken, kimseden yardım dahi istememişler. Resmi makamlar dahi yardım kayıtları yok diyorken gerçekten de can veriyorlardı kalanlara. Uzak mı geliyor bize onların bu zorluğa rağmen yardım istememeleri? Dolmuş paranız çıkışmadığı için herkesin içinde “Yol param yok” demekten çekinip, gururunuzdan sebep yürüdüğünüz olmadı mı hiç evinize kadar? Eşinizi dostunuzu aramak yerine bir parkta sabahlamadınız mı hiç? Yoksullar kapılarına “İçeride siyanür var, Dikkat!” yazıyorken, patronlar “İşçilerin parasını devlet ödesin!” diye yazmıyor mu fabrika kapılarına? Milyonlarca liralık vergi indirimlerini, devasa şirketlere milyarlarca liralık teşvikleri de okumuyor muyuz aynı zamanda?
Bir yerde ruhunuzu kaybedince diğer bir yerde bulamıyorsunuz işte. Vicdan bir kez kaybedilince artık uzak yakın herkese karşı kaybediliyor. Uzağınızda olduğunu düşündüğünüz vicdansızlıklar yakınınızda beliriveriyor. Hatırladınız mı Bakan’ın çocukların cinsel istismara uğramasına karşı bir kere olmuş bir şey dediğini. Bir kere mi oldu?
Kötülüklerin, otistik çocuklara kadar uzanıyor olması vicdansızlık biçimlerinden biri sadece. Benim çocuğum diyenler bir başkasının da çocuğu var diyemiyor. O halde orada ne tür bir birlik olur. Otistik çocukları istemeyenler birlik oluyorsa orada ne olur?
Hitler’in sadece Yahudi soykırımı yaptığını değil engelli Almanları da katlettiğini neden bilmiyoruz? Yahudileri katletmekle başlayan süreç Almanlara doğru da sürmedi mi?
Bir kere ile başlayan kötülük çok fazla kötülüğe doğru yol alır. Çünkü yola çıkmıştır bir kere.
Biutiful neden yanlış yazılmıştır Inarritu’nun filminde? Bu kadar çirkinlik doğru yazılabilir mi?
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.