Önemli bir dönüşüm yaşandığını ve CHP’nin devlet içinde gittikçe zayıflasa ve hala bir biçimde tutunan eski dönemin egemenleriyle ilişkisini sürdürse de esas olarak TÜSİAD odaklı sermaye güçlerinin “kontrolüne” geçtiğini/sermayenin çıplak rasyonelleriyle bütünüyle uyumlu bir yapı kazandığını-kazanmakta olduğunu saptayabiliriz. Kılıçdaroğlu, bu dönüşümün biraz da ikircikli ilk hamlesidir, İmamoğlu ise sürecin netleşme ve kararlılık gücü kazandığını gösteriyor. Bu hamlenin cüretinin kaynağı, ülke içinde egemenler arası güç dengelerinde yaşanan oynamalardır
Hep söylüyoruz, “Bolca gürültülü atışmalarına sakın aldanmayın, ülkemizdeki resmi siyasal partiler hatta egemen güç alanlarının tümü söz konusu olduğunda, aslında hepsi aynı despotizmin has çocuklarıdır; aralarındaki farklılık ise, son tahlilde despotizmin nasıl güncellenerek sürdürülebileceği ya da kimin iktidarın zirvesinde olacağı gibi konulardaki ‘iç’ gerilimlerden öte gitmez!” Sözümona “liberaller” de, istisna düzeyindeki azınlığı hariç yine aynı konumdadır!
Evet, ülkemizde egemen despotik ilişkilerden kopuşabilmiş ve ona kendisini dayatan, sistem içi burjuva-demokratik bir güç alanı var mı? Hangisi öyle mesela, “resmi” siyasi partiler mi, ordu mu veya devletin içindeki farklı fraksiyonlar mı, polis ya da istihbarat kurumları mı, yoksa sermaye güçleri mi?
İşte, hiçbir gerekçesi olmadığı halde hepimizi arkamızdan iterek içine yuvarladıkları savaş cehennemi sürecinde, böylesi kritik anların “aydınlatıcı” kapasitesinin bir sonucu olarak, herkes her şeyi açıkça görebiliyor. Hepsi el ele tutuşuverdi; savaşa karşı olanlar da “hain” ilan ediliyor!
Yaşadıkları coğrafyayı ve içinde yaşayan halkı sürdükçe ateşi artacak ve herkesi içine alacak bir cehennemin içine sırf kendi çıkarları için atan bir avuç egemen, savaş karşıtı olanları yüzsüzce “hainlikle” suçluyor.
Sadece Kürtler değil, hatırlatalım, H.Akar’ın sürekli arttırarak vereceği anlaşılan “etkisiz hale getirilenler” arasında bolca Arap, Çerkez, Türkmen, Ezidi savaşçı da var.
Aynı coğrafyada yüz yıllardır iç içe yaşayan halklar arasında etkisi uzun sürecek bir “düşmanlaşmanın” tohumları atılıyor; özellikle “etkisiz hale getirilen” Arap savaşçıların Arap dünyasında yaratacağı çok yönlü “tektonik” sarsıntıların şimdi ilk tohumları atılıp ilk ivmeleri veriliyor.
Bu “savaşın” bir yan ürünü olarak, yakın gelecekte “Apocu” bir Arap partisi kurulursa kim şaşırır?
Ya da bölgede hegemonyasını güçlendirmek isteyen Rusya’nın “rasyonel” bir tutum üretip Suriye hükümetine benimsetmesi ve Türkiye’nin hamlesine karşı şimdi zorunlu olarak yan yana geliş üzerinden, Kürtler Suriye’de anayasal bir statü kazanırsa kim şaşırır?
Ankara’ya gelip anlaşmak isteyen Suriyeli Kürt güçleri “düşman” ilan etmek ve işledikleri cinayetlerle insanlıktan çıkmış teröristlere askeri üniforma giydirip Arap ve Kürt coğrafyasından toprak koparmaya çalışmak, başarılı olmaktan çok kendisini yaratanları içine çekecek ve hiç bitmeyecek bir kaos üretmeye yatkın değil midir?
Eğer sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda bölgesel bir hegemonya kurulmak isteniyorsa, Kürtlerle anlaşıp kaos içindeki Suriye’de güvenli bir bölgenin kurulmasına yardımcı olmak ve elde edilecek başarıya dayanarak Suriye hükümeti ve halkının kaostan çıkışına destek olmak çok daha rasyonel bir tutum olmaz mıydı? Böylesi tutumlar “hayal” olarak görülüyorsa, Rusya’nın emperyalist amaçlarla yaptıklarının çok da farklı olmadığı ve bu yoldan Suriye’yi neredeyse tümüyle kendisine bağladığı açık değil mi?
Her ne pahasına olursa olsun her durumda tam karşıya alınıp mutlak düşman görülen ve bombalarla “terbiye” edilmek istenen Kürtlerin, var olmayı devam ettirebilmek için can havliyle yapıp ettikleri üzerinden kazandıkları güç ve itibarla, içinde çırpındıkları kaostan çıkış arayan bölge halklarının öncüsü olmaya doğru yol aldığı açık değil mi?
Bölgenin de ötesinde, 2 Kasım Rojava günü üzerinden dünyanın neredeyse bütün bölgelerinde yapılan gösterilere yüz binlerce kişinin katıldığı, sol-demokrat kitlelerin Kürt halkını “kahraman” olarak görmeye başladığı, gösterilerde sadece YPG değil, “Apo” ve “PKK” bayraklarının da o ülkelerin katılımcıları tarafından “destek” amacıyla taşındığı da mı değerlendirilemiyor?
Kim bilir, belki de hem çürüyen hem de kemikleşerek esnekliğini ve yaratıcılığını tümüyle yitiren özel bir despotik bilinç, henüz doğarken içinde var ettiği ve kendisiyle beraber sürekli geliştirip güçlendirdiği ama artık taşıyamayıp altında ezildiği “Kürt düşmanlığı” tarafından esir alınmıştır?
Öyle bir “esir” alınma ki, başka hiçbir tutum hiçbir zaman gelişemiyor-geliştiremiyor, kendisini bataklığa sürüklese bile refleksif olarak o yönde hareket etmekten kendisini alamıyor! Geri kalan her şey, en çıplak ve net olanlar dahi görülmüyor-görülemiyor; en son sözü de muhtemelen “Benim ne olacağım önemli değil, Kürde gün yüzü göstermedim ya, o bana yeter!” olacak.
Evet, Irak’ta kurulan ve gittikçe sayısı arttırılarak yayılan askeri üslerin Kandil’i hedefleyen varlığının, şimdi içinde olduğu “düşük düzeyli” çatışma halinden her an doğrudan savaşa sürüklenebileceğini de hesaplarsak; Suriye kaosunda doğrudan-içerden konumlanmayla birlikte değerlendirilince, hiçbir zaman “zafer” kazanılamayacak bir bölgesel savaş durumunun süreklileşip normalleştirilmeye çalışıldığı görülüyor.
Evet, faşizmin inşasının tıkanma noktalarının aşılabilmesi için, ülkeye “içerde” ve “dışarda” süreklileşmiş bir savaş halinin dayatıldığını saptayabiliriz.
Savaş, başka sebeplerinin yanı sıra egemenliğin devamını sağlayabilmek için sürdürülüyor.
Savaş-bağımlısı bir egemenlik tarzının oluştuğunu, savaş halinin kalıcı-normal bir duruma yerleştirildiğini, savaş hali sürdükçe savaş alanının genişlediğini ve savaşın şiddetinin arttığını, daha fazla kaynak ihtiyacını karşılayabilmek için yoksulların ceplerine daha fazla el atıldığını ve ırkçı-şoven bir toplumsal dokunun daha da yayılıp derinleştiğini görüyoruz.
Ancak, savaşın gerçekleştiği alanın ABD, AB, Rusya ve Çin’in farklı biçimlerde boy gösterdiği bir özel coğrafya olduğu, bu coğrafyada şimdi olup bitenler üzerinden küresel güç dengelerinin yeniden kurulmaya çalışıldığı gerçekliği göz önüne alındığı zaman; haklı olarak ortaya çıkan fırsatları değerlendirmek isteyen Türkiye egemenlerinin epey ileriye sıçrayıverip çaplarını epey aşan dayatmalarda bulunduğu, şimdi “yükseklerden” verilen “onay” işaretlerinin sürüklediği yüksek gerilim alanının yaratacağı şiddetli sarsıntılarla Türkiye coğrafyasının zorlanarak çözülmesinin hedeflendiği açık değil mi?
Kendi semtinde iyi futbol oynayan 12-13 yaşında bir çocuk fazla “ileri gidip” Fenerbahçe-Beşiktaş maçında sahaya çıkarsa maç boyunca onu nasıl bir “gelecek” bekler ve aslına bakarsanız, o çocuk maçın sonunu getirebilir mi?
Saray’da belediye başkanlarıyla yapılan toplantıya odaklanarak anlamaya çalıştığım güncel politik ortamı aktarırken[1], son seçim sürecinde yaralanmış ve güç kaybetmiş olsa da Erdoğan-Bahçeli-Ağar-Ergenekon ittifakının faşizmi zor yoluyla kurumsallaştırma çabalarının sürdüğünü, seçimler sonrasındaki zayıflıklarını “iç savaş” ya da “dış savaş” yoluyla güç kazanarak aşmaya çalışabileceklerini vurgulamıştım.
O yönde hamle yapınca şimdi karşısında olan sistem içi muhalefetin hepsini arkasına alacağından emin olduğu “Kürt düşmanlığının” her iki hamle için de uygun zemin oluşturduğu açıktı.
Nitekim, içerde ve dışarda “Kürt düşmanlığı” üzerinden yol almaya çalıştıkları görülüyor.
Hasta yatağından yaptığı açıklamayla, “Benden sonrası tufan!” ruh haline girdiğinden olacak, Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’nin yargılanmasını öneren Bahçeli, açık bir “iç savaş” kışkırtıcılığı yaparak suç işledi.
Dokunulmazlıkların kaldırılmasını “Anayasa’ya karşı olduğunu bildiği halde” destekleyerek iktidar bloğunun HDP liderlerini tutuklamasının önünü açan Kılıçdaroğlu, yine de Bahçeli’ye yaranamamış olacak ki, yerel seçimlerde HDP’nin “gizli” desteğini zorunlu kalıp kabul ettiği için suçlanıyor, ilgili yargı makamlarına adeta emir veriliyor, parmaklar hapishaneyi gösteriyordu.
İktidarın şimdiye dek yaptıkları, Bahçeli’nin pek de “blöf” yapmadığını göstermiyor mu? Konu hızlı akan gündem tarafından geriye itilip kapanmış gözükse de aslında gündeme sokuldu ve oluşan tepkilerin gücü saptanmaya çalışılıyor olmalıdır.
HDP’nin “Kayyum” yoluyla el koyulan belediyelerine CHP’nin “utangaçça” da olsa sahip çıkması sonrasında, Kılıçdaroğlu’nun tutuklanması ya da CHP’nin kapatılması hedefiyle yapılan bu “el yükseltme” hamlesinin, şayet gerçekleşirse oluşacak toplumsal öfke ve sokak hareketlerini göze aldığı hatta kışkırttığı açık değil mi?
Bu ve benzeri hareketlerin resmi-sivil şiddetle bastırılmasıyla faşizmin inşasının son hamleleri yapılmasının hesaplandığı anlaşılıyor.
Kaftancıoğlu’na bütün yargılama kriterlerini ezip geçerek ve tümüyle politik saiklerle verilen ceza, şimdilik “yargı sürecinin devam ettiği” gerekçesiyle uygulanmıyor olsa da; neden olmasın, bir sabah kalktığımızda onun da tutuklanıp cezaevine gönderildiği haberini alırsak, kim şaşırır?
Burada söz konusu olan, faşizmin iktidarlaşma sürecinin kendi özgün rasyonalitesi içinde anlaşılır, gerekli ve hatta zorunlu olan hamlelerin yapılabilmesi için ortam ve meşruiyet yaratma çabasıdır. Aksi takdirde, her şey kendi halinde sürüp giderse, çok kısa zamanda yapılması kaçınılmaz olan bir erken seçimle yıkılıp gidecekleri açık değil mi?
Faşizmin iktidarlaşma sürecinin tıkanıp bir türlü aşamadığı nokta başka nasıl aşılabilir; bir biçimde saldırıp, şiddet ve güç kullanarak muhalifleri ezmeleri gerekiyor. Yoksa kaybediyorlar-kaybedecekler, belli değil mi?
Ama, işler tutuklamaya kadar gitmeyebilir, sadece tehditle de sonuç alabilirler; Kılıçdaroğlu’nun (ve elbette “arkasında” onun iplerini tutan güç alanının) şimdiye kadarki tutumları, böyle bir olasılığa da güç kazandırıyor.
Evet, Kılıçdaroğlu-İmamoğlu ekseni ve (pek sanmıyorum ama) Kaftancıoğlu siner, sürekli darbelenen HDP yalnızlaştırılırsa, kişiliksiz ve uysal bir tutuma zaten epeydir yerleşmiş olan CHP’nin iktidarlaşan faşizmin “kullanışlı muhalefeti” olarak, arada sırada tokatlanmak kaydıyla, ortalıkta gezinmesine neden izin verilmesin?
Hatta, “Reis” le birlikte namaz kılmak, yasal yetkilerine keyfi olarak el koyulmasını yutkunup sindirmek, arada tokatlanmayı ve sıkça hakarete uğrayıp aşağılanan bir “şamar oğlanı” olmayı kabullenmek kaydıyla, İstanbul belediyesinde neşeyle hoplayıp zıplamalarına da izin verilebilir. Böylesi bir sefilleşme, faşizmin kendisini gizleyebileceği şık bir “asma yaprağı” olmaz mı?
Arınç’ın bitmeyen mızıldanmalarına dahi öfkeli tepkisinin de gösterdiği gibi, “Uzlaşma” oyalanmaları sürecinde yeterince toplanılıp güç kazanıldığını düşünen Bahçeli’nin, “gaza basarak” ilerlemekten, faşizmin inşası sürecinin önündeki “son” engelleri de ezip geçmekten yana bir tutum geliştirdiği anlaşılıyor.
Partisinin oyu %10 civarında gezinmesine rağmen, Erdoğan’ın güç alanını kendisine eklemlemiş ve devlet içindeki dar alanda/özellikle de orduda inisiyatifini arttırmış olmaktan güç alan Bahçeli, bir taşla birkaç kuş vurmaya çalışıyor.
Bir taraftan CHP hırpalanarak sindirilirken ve mümkünse Kaftancıoğlu’nu sıkıştırıp-marjinalleştiren bir iç gerilime itilirken, diğer yandan Arınç’ın gerekirse tasfiyesiyle AKP’de oluşan tereddütler giderilecektir. O arada, Suriye’deki savaş üzerinden hâkim olan ırkçı-şoven havayla okşanarak ve süreç içinde kazanılan inisiyatifi ve gücü dayatarak, İYİP’e savrulan güçler tekrar kazanılacak ya da hi�� olmazsa “yedeğe” alınacak veya marjinalleştirilecektir.
Erdoğan’ın tutumunun nasıl olacağı, CHP’ye laf çarpmaların ötesine geçip yumruğunu indirip indirmeyeceği, olayların akışına ciddi etki yapacaktır. “Reis”, şimdilerde böyle bir hamlenin ağırlığını kaldırıp kaldıramayacağını hesaplamakla meşgul olmalıdır.
Kılıçdaroğlu ve CHP, seçimlerde kazanılan mevzilere yerleşerek güç toplayacakları bir süreç yaşamak istiyordu. “Uzlaşma”-“ortamı yumuşatma” böylesi bir “kazançlı” sürecin görünen yüzüydü.
AKP’nin Babacan ve Davutoğlu tarafından zayıflatılmasını kolaylaştırıcı bir ortam hazırlamak ve sürekli güç kaybettiği mevcut durumu bir müddet daha devam ettirebilmek için, bir “uzlaşma” ortamı içinde sakin ve kontrollü olunuyor, “karşı” taraf da aynı zemine çekilmeye çalışılıyordu.
Ama, hepimizin de gördüğü gibi, iktidar güçleri de “ahmak” değil; seçimlerde özellikle de İstanbul’da yedikleri darbenin ilk sarsıcı etkilerini atlatabilmek için ve yaşanan “devlet krizi” koşullarının zorlamasıyla pek de istemeden girdikleri “uzlaşma” süreci, sadece kendilerine hizmet ederse ve hizmet ettiği biçimiyle korunacak, aksi her durumda arkaya saklanmış ve sırasının gelmesini bekleyen hırslı-yırtıcı pençeler hedefinin zayıf yerine inecektir.
İşte, Saray’daki toplantıda simgeselleşen “uzlaşma” hem sürüyor hem de iktidarın hamleleriyle aşınıyor. Savaşın gidişindeki gelişmeler, “uzlaşmayı” yeniden öne çıkarabilir ya da büsbütün dağıtabilir.
İktidar, savaşta kazanacağı açık ve net başarılarla konjonktürel avantajlar elde edebilirse, Kılıçdaroğlu’nun tutuklanması ya da HDP’nin kapatılması gibi hamlelerle atak yaparak “uzlaşma” sürecini bitirebilir. Ya da savaşın ağır aksak ilerlemesi ve açık başarı kazanılamaması gibi durumlar, iktidarın yeniden “uzlaşma” zeminine sığınmasını belirleyebilir.
Elbette, gerçek yaşam, istisnai durumlar haricinde çoğunlukla sürekli gelgitlerle ve uç durumların “melez” sonuçlarıyla ilerler, hiç unutmamamız lazım.
CHP ile ilgili “yeni” durumu bir kez daha vurgulayalım.
O, devlet içi ve devlet-sermaye ilişkilerindeki bir türlü tam oluşamayan ama aynı zamanda sürekli oluşan-oluşmakta olan yeni dengelerin bir ürünü olarak, eskisinden farklı yeni bir yapı kazandı-kazanıyor.
Herkesin de görebileceği gibi, Osmanlı’dan devralınıp kapitalizme uyarlanan despotik yapının oligarşik zirvesinde konumlanan ve “çelik çekirdeği” olan ordu, esas olarak “Cemaat” eliyle içinden fethedilip çürütülerek ama biraz da AKP eliyle itilip-kakılarak “zirvenin eteklerine”- “kenara” itildi. Ordu, artık “eski” ağırlığını taşımıyor; yeniden güç ve ağırlık kazansa bile, ki şimdi yaşadığımız süreç kesintiye uğramazsa sermaye sisteminin önemli ihtiyaçlarını giderebilmek için doğal olarak kazanacaktır, bu durum dahi “eskiye” dönüş anlamını taşımayacaktır.
Evet, süreç henüz netliğe kavuşmadı, artık ağırlık kazanmış olsalar da fiili durumlar henüz yerli yerine sağlamca oturmadı ama bazı tespitler yapmamızın zemini epeydir oluştu.
Ayrıca, kim bilir, belki de uzun bir süre şimdiki “henüz netleşmeyen ama fiili durum olarak kendisini dayatan” iktidar alanı içindeki “oynak” dengelerle iç içe yaşamak zorunda kalabiliriz.
Her şeyin “çivisinin çıkmaya” başladığı, bozulan dengelerin sürekli yeniden kurulduğu bir özel tarihin içindeyiz, bu özel durumun “merkezinin” ya da “zirvesinin” de benzer bir yapıda olması “normal” değil mi?
Devlet, Cumhuriyet’in kuruluşunda ordunun ��tek başına” konumlandığı, 50’li yıllardan itibaren ise sermaye güçlerinin iktidara “ortak” olmaya çalışıp 80’lerde bu konumu netleştirdiği özel bir oligarşik iktidar alanına sahipti.
Osmanlı’dan devralınan ama aslında geçmişi tarihin binlerce yıllık derinliğine kök salmış despotik egemenlik tarzı, kapitalizmin ihtiyaçlarına uyumlu bir dönüşüme uğratılarak, dağılan Osmanlı’dan sonra kurulan yeni devletin içine sızmış, yapısına-ruhuna damgasını vurmuştu.
Zaten “rekabetçi” dönemin zorluklarını yaşamadan İş Bankası’nın “kutsal” mabedinde ve devlet korumasında “el bebek gül bebek” büyütülen “tekelci” yapıdaki sermaye, “azınlığın da azınlığı” olduğu için demokrasi düşmanlığı ve gericiliğe doğal eğilimiyle, despotik yapıda adeta tam da ihtiyacı olan kurumsallaşma ve işleyişe kavuşmuştu.
Her iki taraf açısından da “Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” deyimine tam da uyan bir “kazan-kazan” durumu söz konusuydu. Ancak, özellikle vurgulamalıyız ki, içinde konumlanılan kapitalist dünya gerçekliğinin de belirlemesiyle, başlangıçta altta olan cılız Anadolu sermayesi, zamanın ilerlemesiyle güç kazanacağı özel bir konuma yerleşmişti.
Önce İttihatçılar sonra Cumhuriyet devleti eliyle, daha çok Ermeni, Yahudi ve Rum kökenli Osmanlı tebaasından oluşan “Komprador” burjuvaziyi tasfiye edip mallarına el koyarak cılız birikimlerini sıçratan Anadolu sermayesi, ihtiyaç üzerine hızla kuruluveren İş Bankası’nın ve sonra da diğerlerinin kubbeleri altında toplanarak, zamana yayılan bir güç kazanma-ülkeyi fethetme sürecine yerleşmişti.
Bu sürecin en canlı örnekleri, şimdi finans-kapitalin zirvesinde saltanatını süren Koç Holding ve Sabancı Holding ikilisidir. Birisi Ankara, diğeri Kayseri-Adana odaklı ama sonradan doğdukları şehirleri kapsayıp-aşarak İstanbul’da zirveleşen bu şeytani ikili, her şeyleriyle ve aslında neredeyse tümüyle devletin onlara karşı gerçekten de şefkatli koruması, kollaması, teşviki ve sunduğu vurgun imkanlarıyla, “devletle iç içe” kendilerini var ettiler.
Aynı süreç, kapitalist pazar ilişkilerinin, TC devletinin sınırlarının güvencesine alınmış bir coğrafyada gelişip güçlenmesi anlamına da geliyordu.
Günümüzde, artık içtiğimiz suya dek her şey ancak pazar ilişkisinin içinde var olabiliyor.
Tümüyle sermaye birikiminin ihtiyaçlarına cevap verecek bir yapıda kendisini var eden iç pazarın zamanın akışıyla sürekli artan gücünü takip ederek en çıplak halini görüp-röntgenini çekebileceğimiz Cumhuriyet tarihi, açıktır ki, esas olarak sermayenin zafer yürüyüşünün tarihidir. Günümüz Türkiye’si, tümüyle pazara odaklı-bağımlı ve pazarın tümüyle sermaye birikimine hizmet eden rasyonellerinin siyasal ve toplumsal alanı sarıp sarmalayarak hegemonyası altına aldığı hatta boğduğu bir gerçeklik içindedir.
İşte, “devlet babasının” korumasında “yola çıkan” sermaye birikim süreçleri; gelişip güçlendikçe, devlet eliyle vurgun yaptıkça, devlet tarafından baskılanıp haklarını araması yasaklanan işçiden mümkün olan en fazla artı-değeri çekip aldığı üretim alanlarını büyüttükçe, küçük esnafları ve köylüleri devlet eliyle ezip soyarak birikimlerine el koydukça, pazar ilişkilerini hakim kılıp kendi ihtiyaçlarını sanki kaçınılmaz gerçeklikler gibi bütün bir toplumsal yaşama egemen kıldıkça, sistemin gerçek egemen gücü olarak kendisini var etti.
Bu, aynı zamanda, akan zaman içinde oluşup-yapılanan sürecin bilincine ulaşma, içinden çıkardığı politik önderler aracılığıyla kendisinin ve gücünün farkına varma, egemeni olduğu kapitalist sistemin küresel güçleriyle iç içe geçme-onlarla ortaklaşma anlamına geliyordu.
İktidarın zirvesi/ordu ise, içinde var olduğu gerçek tarihsel süreç tarafından belirlenerek kendisini var ediyordu.
Ordu, Cumhuriyetin kurucu-öncü gücü olarak, tasfiye ettiği “Padişah” “kişisinin” despotik egemenliğinin yerine kendi “kurumsal” varlığını yerleştirdi.
Kurulan yeni devlette ordunun varlığını ve geleceğini garantiye alma biçiminin “despotik” olması, içinden çıkıp gelirken yüklenilen Osmanlı’nın bilinç ve davranış gerçekliğiydi.
TC ordusu, ne olduğu belirsiz-bilinmeyen bir “boşlukta” aniden oluşmadı. O, yeni duruma uyum sağlayamayanları tasfiye etse de esas olarak Osmanlı ordusunun üniforma ve bayrak değiştirmesiyle kendisini var etti. Osmanlı ordusu ise, “Seyfiye” adlandırmasıyla Osmanlı devletinin çelik çekirdeği içinde konumlanıyordu ve devletin “despotik” yapısının koruyucu zırhı olarak ana direklerinden birisiydi.
Yeni kurulan devletin hem ülke içinde kalıcılaşabilmesi hem de bir ulus-devlet olarak kendisinin uluslararası güç dengeleri arasındaki konumunu-var olabilme hakkını ve meşruluğunu kazanması ise, ancak sermaye ilişkilerini kabul etmesi ve sürekli güçlenmesini sağlama kapasitesi sayesinde gerçekleşebilirdi.
Başka seçenekler yok muydu?
En azından hemen yanı başında yeni kurulan Sovyetler Birliği vardı. Ama, M.Kemal’in öncülüğünü yaptığı Osmanlı Ordusu’ndaki eğilimin seçim özgürlüğü hiç yoktu; bilinçleri ve davranışları Osmanlı egemenlik sisteminin kurtarılması, bunun olmayacağı-olamayacağı ortaya çıkınca da “yeni bir egemenlik sisteminin” inşası yönünde onları belirliyordu. Onların başka seçeneklere zorlanacağı halk hareketleri ise yoktu ya da yok denecek kadar cılızdı.
Öte yandan, dünya çapında kendisini gerçekleştirmeye çalışan emperyalist bağımlılık ilişkileri askeri zorlamalar-dayatmalarla yol alıyor; henüz yeni kurulan Sovyet devleti ise, emperyalistlerin kışkırttığı “Beyaz Ordu” dayatmasına karşı kendisini ayakta tutmaktan ve emperyalizme karşı bir tutum geliştirebileceğini umduğu Kemalist inisiyatife destek olmaktan ötesine güç yetiremiyordu.
Kemalist inisiyatifin bir kökü de 3. Selim ve 2. Mahmut’ta simgeleşen ve İttihatçıların sürdürmeye çalıştığı özel bir “modernleşme” tutumuydu.
Ek olarak, dünyaya egemenliğini dayatan ve fiilen de savaşlar ve işgallerle uygulayan kapitalizmin kendisini sivrilttiği İngiliz ve Fransız devrimlerinin etrafında oluşan burjuva fikir akımlarını okuyup inceleyen M.Kemal, Osmanlı’nın yıkılışının kaçınılmazlığını fark ettikçe, kendisini dayatan yeni bir devlet kuruluşu sürecinde, elbette bu düşüncelerden faydalandı. Mithat Paşa, Tevfik Fikret ve Namık Kemal’de somutlaşan, Resneli Niyazi’de dağa çıkan bir özel eğilimle de rezonansa girdi.
Ancak, M.Kemal zaten hiçbir zaman sadece fikirlerin peşinde koşturan bağımsız bir entelektüel değildi ve padişahın yardımcısı bir askeri görevli olmaktan çıkıp yeni bir devletin önderi olmakla yüzleştikçe/“Atatürkleştikçe”, kendisini var eden ordu kurumunun bilinciyle davranmaktan başkasını yapmadı-yapamadı.
Yeni ulus-devletin kuruluş sürecinde, tasfiye edilen padişahlığın yerine ordu kurumunu yerleştirildi, arkasını Anadolu’ya yayılmış geniş destekçi ağına dayayan feodalizmle/tefeci-bezirgân toprak ağalarıyla uzlaşıldı, Hilafet’in yerine Diyanet geçirildi vd…
Anadolu sermayesinin önünü açmak için gerçekleştirilen bütün benzer “burjuva” dönüşümler de, “despotizmle” damgalanıp “yerlileştirildikleri” özel bir yapıya sokularak kurulan yeni devletin omurgasına yerleştirildi.
M.Kemal’in tarihteki yerini, Osmanlının artık bataklığa dönüşen ve kapitalizmin sadece “komprador” biçimini geliştirerek Anadolu’yu emperyalizmin sömürgesi olmaya doğru sürükleyen çürümüş-yenilgili gerçekliğinden bir çıkış yaparak Türkiye’de kapitalizmin çarpık da olsa gelişmesinin önünü açtığı haliyle saptayıp teslim etmek gerekiyor.
Ancak, O’nu “Jakoben” olmakla methetmek ya da suçlamak, hem hiçbir uzlaşmaya prim vermeyen ve burjuva dönüşümleri son sınırına dek götürmeye çabalayan Jakobenlere hem de M.Kemal’e haksızlık olur. O, kaba bir benzetmeyle, aslında bize özgü -“yerli” bir uzlaşmacı-pragmatist “Jironden” olduğu ve “Jakoben” olmadığı-olamadığı için eleştirilmelidir.
Sermaye 30’lu, 40’lı, 50’li yıllarda güçlendikçe kendisinin farkına vardı ve sistemik egemenliğinin bilincine ulaştı.
Ancak, gelin görün ki, o egemenliğin “politik” kısmı “aslanın/ordunun ağzındaydı” ve zaten rekabetçiliğin cangılında dövüşerek kendisine özgü bir güç kazanmadan devletin/ordunun kucağında büyümüş-büyütülmüş sermaye, alıştığı “korunmalı alandan” üstelik o korumalı alanın merkezi öznesi ordu ile didişerek çıkıp, iliğine dek sömürdüğü halka karşı tek başına kalacağı bir konumlanmayı göze alamıyordu.
O, hazır yiyiciydi, ürkekti ve içinden çıkıp geldiği antika tefeci-bezirgân sermayenin sinsiliğini-saman altından su yürütme alışkanlığını ve “padişah” karşısındaki hem korkakça sinen hem de etrafını kuşatıp kendi birikimine hizmet etmeye mecbur eden geleneklerini dokularında taşıyordu.
Nitekim, öyle de davrandı ve halen de kimi değişimlerle de olsa öyle davranıyor.
Tarif ettiğimiz Türkiye sermayesine özgü var olma, yaşar kalma ve güçlenmenin “özel” halinin daha iyi anlaşılması için, “teşbihte hata olmaz” deyip kimi eksikliklerini göze alarak benzetecek olursak; günümüzün bazı “kahramanları” tam da bu tutumun kişiselmiş hallerini temsil ediyorlar: A.Gül, A.Babacan, K.Kılıçdaroğlu ve E.İmamoğlu! İşte, anlattığımız onların kişiliğini belirleyen tarihsel arka plandır.
Sermaye, gerçekliğin zorlamasıyla, 40’lı ve özellikle de 50’li yıllardaki yaptığı hamlelerle, ordu ile iktidar ortağı olma mücadelesini verdi. Ancak, Menderes’i idam eden ordu, o işin o kadar kolay olmayacağını gösteriyordu.
Yine de ne yaparsa yapsın, ordu adeta akıntıya kürek çekiyordu: Kendisinin var olmaya devam etmesi, sermaye birikiminin hızının, çapının ve derinliğinin sürekli artmasına bağımlıydı; sermaye ise, Menderes’ten ders alan Demirel oldukça ürkek davranıp sıkıştıkça “şapkasını” takıp sıvışmayı kaçınılmaz görse de, ordunun korumasında gücü arttığı oranda “güneşin altındaki yerini”-“iktidara ortak olmayı” hedefliyordu.
Tarafların tutumları, elbette onların da payı olsa da arzu ya da hırsın ötesinde, tarihlerinden ve varlıklarından çıkıp gelen yapısal eğilimlerden ivmeleniyordu.
12 Eylül ve sonrası, fiilen adım adım örülen bu “ortaklığın” nihayet bir resmiyete kavuştuğu bir süreç olarak yaşandı.
AKP ve Erdoğan dönemi ise, ordunun kapitalizmin gelişiminin ulaştığı aşamada artık sermaye birikiminin rasyonellerine uymayan ve hatta birikim sürecinin önünde engeller-pürüzler çıkaran “özel konumlanışı ve siyasi-ekonomik imtiyazlarının” tasfiye edilerek sermayenin mutlak egemenliğinin zemininin oluşturulduğu bir tarihsel süreç olarak yaşandı-yaşanıyor.
Ordunun iktidarın oligarşik zirvesindeki “ortaklık” konumundan tasfiyesinde Cemaat’le birlikte özel rol oynayan AKP-Erdoğan, aynı süre içinde toplumun sermaye birikiminin rasyonelleri doğrultusunda yeniden konsolide edilmesinde ve sermaye birikiminin önündeki başka pürüzlerin giderilmesinde de oldukça önemli hizmetler gerçekleştirdi.
Ancak, tarihsel gelenekler Erdoğan’��n şahsında bir kez daha kendisini güncelliyor ve halkın bütün demokratik kazanımlarından koparılarak tümüyle tebalaştırılacağı bir despotizm, “Padişah” benzeri bir “Erdoğan kişiselleşmesi” üzerinden egemen olmaya çalışıyor. Erdoğan, geçmiş dönemdeki ordunun konumu benzeri bir “imtiyazlı-dokunulmaz hami” konumlanmasını sermayeye dayatıyor.
Sermaye ise, tarihsel dokularına uygun bir korkaklık ve sinsilikle davranarak hem mutlak iktidarı istemekten vazgeçmiyor hem de ama hiç riske girmek istemiyor. O, sürekli artan maddi gücüne ve pazar ilişkilerinin toplumsal alanı tümüyle kapsamasına dayanarak, zamana yayılan bir tutumla Erdoğan’ı hizmetine almaya ya da etrafını kuşatarak kendisine hizmet ettirmeye zorluyor.
AKP’nin toplumu sermayenin ihtiyaçları yönünde konsolide etme kapasitesinin en büyük güç kaynağının “Din” olduğunu gören sermaye güçleri, bu gerçekliğin artık geçmişte kalan “eski” cumhuriyetin yerine kurulan-kurulmaya çalışılan “yeni” egemenlik biçiminin içine yerleşmesine “ikna” olmuş görünüyorlar. Zaten özgürlükçü ve demokratik olmayan eskinin despotik laikliği büsbütün törpülenerek, sermaye birikiminin kölesi-kabullenici nesnesi haline sokulmak istenen emekçilere daha fazla “uyuşturucu afyon” verilmesinin zemini oluşturuluyor, dinin günlük yaşamdaki ağırlığının artması isteniyor.
Erdoğan’ın “rakibi” ve Koç Holding’in “kayyumu” İmamoğlu’nun sıkça dini ritüelleri öne çıkarması hatta Erdoğan’la birlikte namaz kılması hiç de rastlantı değil. Laiklik, artık sadece ve ancak emekçilerin mücadelesiyle ve onların damgasıyla belirlenerek yapılanacağı, eski despotik halinden farklı özel bir zeminde gerçekleşebilecek.
“Kürt düşmanlığı” üzerinden yürütülen “iç” ve “dışa” yönelik hamlelerin de aynı zeminde, toplumun sermayenin egemenliğini sorgulamaması ve onun ihtiyaçları yönünde konsolide olmasının bir yolu olarak benimsendiği görülüyor. Zaten hep var olan bu tutum, Suriye’ye yönelik son işgal girişimine yönelik TÜSİAD açıklamalarında görüldüğü gibi oldukça güçlü ve net olarak ifade ediliyor.
Bu tutum, sermayenin yeni pazar ve ucuz emek ihtiyacının kaçınılmaz yönelimi olan “yayılmacı” bir “alt-emperyalist” konumuna yerleşme isteğinin de ürünüdür. Elbette, bu istek başka politikalarla da hayata geçirilmeye çalışılabilir ama “yerli” sermaye güçlerinin “despotizmle” damgalanmış bilinçleri başka olasılıkları göremiyor!
Evet, “Kürtlerle barışarak” da aynı hedefe doğru yürünebilir, hatta öylesi bir tutum sonuç almak açısından daha elverişli olacaktır. Ancak, Kürt halkı içindeki PKK hegemonyası, böylesi bir yönelimin sermaye açısından hiç istenmeyen sonuçlar yaratması olasılığını güçlendiriyor.
İşe bakın ki, “barış” yönelimine girmedikçe de o çok korkulan PKK hegemonyası daha da güçleniyor. Risk alarak ve Kürt burjuvalarıyla işbirliği yaparak Kürtleri kabullenip-içeren yeni bir cumhuriyet yönelimine girilmesi, PKK’nin bölünmesi ve içindeki devrimci-demokratik eğilimin yalnızlaştırılması vb. gerekiyor; ama hepimiz iyi biliyoruz, yerli sermaye öyle bir savaşçı ve becerikli kapasiteye sahip değil.
Öte yandan, sermaye, “antika” tarihsel köklerinden Cumhuriyet’le dönüşen yeni “modern” haline kadar, her döneminde “despotizmle” iç içe var oldu. Kendisinin de azınlığın azınlığı olarak halktan korkusundan zaten gerçek bir uyum sağladığı despotizm, “finans kapitalin”- sermaye güçlerinin bilinç ve davranışlarını belirliyor. Onlar asla kendiliğinden rasyonel bir tutum geliştirerek değil, ancak halk hareketi tarafından zorlandıkları zaman ve sadece zorlandıkları kadarıyla ve egemenliklerinin o durumda da sürmesini sağlayabilmek için başka bir tutum geliştirmeye yönelebilirler.
Aslına bakılırsa, Kürt sorununun çözümsüzlüğü politikası, günümüzde ulaştığı aşamada, PKK’yi sadece Türkiye’de değil neredeyse bütün Ortadoğu’da güçlendirerek ve küresel politik gündeme oturtarak, üstelik en son Rojava’ya yönelik askeri girişime direnişinin dünyanın neredeyse bütün demokratik güçlerinin sempatisi kazanarak, sermayenin egemenliğini tehlikeye düşürebileceği bir tıkanma eşiğine ulaşmış görünüyor.
Ancak, egemenlerin devlet fraksiyonları ve sermaye güçleri olarak “tarihleri” tarafından tümüyle belirlendikleri ve o belirlenimin dışına çıkamadıkları, çıkamadıkça da kendilerini çıkmaza soktukları, ülkeyi de kaosa doğru sürükledikleri bir gerçekliğin içinde olduğumuzu saptayabiliriz.
Türkiye Cumhuriyeti (TC) kurulurken esas olarak “tek parti” sistemi tercih edildi ve farklı sesler devlet terörüyle susturuldu.
CHP ise, kurucu Kemalist iradenin ayrıcalıklı siyasi partisi oldu.
O, devletin “gereken lüzum üzerine” emirle kurduğu bir partiydi. CHP üzerinden, diğer alanlara benzer bir tutumla, siyasal partiler alanında da “despotik” bir kurumsallaşmanın temeli atılıyordu. O, bir parti olmaktan çok bir “devlet kurumu” olarak var oldu ve kendisini kontrolle “görevli” devlet birimleriyle iç içe geçerek politika yaptı. Kimi dönemlerde devletle araya “mesafe” koyulsa da o tutum hiçbir zaman “kopuşma” noktasına sıçramadı.
Ama, sadece bu değil, kendisini kuran TC ile iç içe geçtiği oranda, TC’nin tarihsel gelişimindeki gelişmeler ve sürekli yenilenen egemenler arasındaki güç dengeleri, CHP’yi etkiledi. Özellikle de ordu ve sermaye güçleri arasındaki ilişkiler, o ilişkilerin gelgitleri ve değişen iç dengeleri, CHP’yi doğrudan etkiledi.
O, ordu ve devletin diğer güçleriyle ilişkisini her zaman öne alsa da sermayenin artan gücü özellikle Koç ailesi üzerinden CHP’de inisiyatif kazandı. Evet, Koç büyüklüğünde bir sermaye gücü açısından bütün partiler “kullanılabilir” ama yine de CHP hep “ayrıcalıklı” oldu.
Şimdiki Cengiz, Kalyon, Kolin, Limak, Albayrak, Ağaoğlu vb. sermaye gruplarına çok benzer bir tarihin içinde, devletin sunduğu vurgun olanaklarıyla serpilip gelişen Koç Holding, kurucusu Vehbi Koç’un deyişiyle “Angara’daki” işlerini yürütürken hep CHP ile iç içeydi.
Sadece Koç değil, “Tek Parti” döneminde hepsi, 1950 sonrasındaki “Çok Parti” döneminde başta Koç olmak üzere sermaye gruplarının bir bölüğü CHP ile ilişkilerini hep önde tuttu. Bir sermaye grubu oluşturabilmenin ve güçlenmenin başka bir yolu da yoktu!
Eh, ne de olsa, iktidarda hangi parti olursa olsun, iktidarın asli öznesi ordu ve onunla tarihsel ilişkisi olan parti CHP değil miydi? Vurgunlar, teşvikler, ihaleler vd. bağlamanın ve bürokrasideki çarkların dönmesi ya da hızlı dönmesi için gereken rüşvet mekanizmasını işletmenin işinin ehli yürütücülere ihtiyacı vardı.
“Al gülüm, ver gülüm”, “Angara’da” çok sevilen bir ilişki biçimiydi! Hala da öyle değil mi?
Elbette, CHP’nin esas görevi rüşvet çarklarının dönüşüne katkıda bulunmak değildi ve zaten 50’lerden sonra o işleri daha iyi ve daha yüzsüzce yapan ve üstelik “din-iman sahibi” bol sayıda parti sahneye çıktı.
CHP’nin misyonu, kurucu despotik omurganın sürekli sağlam tutulması, gerektiğinde güncellenmesi ama asla ana hattan/“despotik modernleşmeden”- “sermaye birikiminin koşullarının zor ve şiddet yoluyla sağlanmasından” kopuşulmamasına katkıda bulunmaktı. Bu ise, merkezi, oligarşik ve totaliter siyasal düzenin sürekliliğini sağlayabilmek için, halkın her türlü özgürlükçü inisiyatifinin boğulmas��nı örgütlemek ya da ��rgütleyenlere şimdi olduğu gibi “gizli” destek vermek anlam��na geliyordu.
Elbette, olup bitenler böylesi bir “çıplaklık” içinde yaşanmadı; “batılılaşma”, “laiklik”, “modernleşme” ve “kalkınma” gibi tutumlar, hem “Batı”ya bağımlı bir sermaye sisteminin inşası ve ona uygun bir toplumsallaşmanın sağlanmasının gerekli yönelimleri hem de yarattıkları umut ve heyecanla sisteme sağladıkları toplumsal meşruiyet kaynakları olarak hep devrede tutuldu, hatta özellikle öne çıkarıldı; sanki başka hiçbir şey olmuyordu da, sadece batılılaşıyor, kalkınıyor, gericilikten kurtuluyor, modernleşiyorduk!
Gelin görün ki, kurulanın esasının kapitalist bir sömürü sistemi olmasını bir yana koyalım, onun bile “Batı”da olduğu gibi burjuva-demokratik bir yapıda gerçekleşebilmesi için, kendi ihtiyaçlarını dayatarak sermayenin ve hizmetindeki devlet bürokrasisinin hırslarını dizginleyecek bir halk hareketi zorunluluktu.
Devlet ve ona doğrudan bağlı olan siyasal partiler sistemi/o arada CHP, tam tersine, kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle birlikte kendi ihtiyaçlarını talep etmeye başlayan farklı halk güçlerinin inisiyatifini boğan, ama merkezin valilikler ve kaymakamlıklar eliyle uyguladığı iktidarını sınırsız bir yapıya sokan bir çarkı canla başla çevirmekle meşguldüler. Halen de öyle değil mi?
Devletin “kutsal” ve dokunulmaz kılındığı, halkın uysal ve itaatkâr ama “modern” bir köleliğe hapsedildiği bir süreç sonsuza dek sürsün isteniyordu.
Devletin bizzat önünü açtığı sermaye birikimi kendi sonuçlarına doğru geliştikçe, tekrar vurgulayalım, sermaye güçleri, hem oluşan gücünün kendilerine verdiği güvene dayanarak hem de büyümenin dayattığı daha yüksek ve karmaşık ihtiyaçlarını daha rahat ve hızlı karşılayabilmek için, iktidarın oligarşik zirvesinde orduyla ortaklaşmaya doğru hamle yaptılar. Her ne kadar Menderes’i “kurban” vermek zorunda kalsalar da hedeflerine ulaştılar. Sonrasında Erdoğan ve Cemaat eliyle yürüttükleri orduyu zirvenin eteklerine itme ve zirveyi tek başına ve mutlak olarak ele geçirme hedefleri ise, orduyu “düşürme” hedefine ulaşmış olsa da evdeki Erdoğan hesabı gerçek Erdoğan’a/onun temsilcisi olduğu tarihsel geleneğe uymadığı için henüz istenilen sonuca ulaşamadı.
Sermaye gelişip güçlendikçe, zaten başından itibaren iç içe oldukları CHP ile ilişkilerini de güçlendirdi ve CHP de duruma uygun iç dönüşümler gerçekleştirdi; ama bu dönüşümler Kılıçdaroğlu dönemine dek, eskinin/ordu ve devlet bürokrasisi ile kaynaşmış ve onun çıkarlarını kendisinin merkezine koymuş yapısını değiştirmeyen restorasyon çalışmaları düzeyinde kaldı.
İşte, Cemaat’in/ABD’nin düzenlediği anlaşılan bir “kaset” operasyonuyla Baykal’ın düşürülmesi ve boşalan parti liderliğine daha önceleri parti içinde herhangi bir ağırlığı olmayan Kılıçdaroğlu’nun “paraşütle indirilerek” geçirilmesi, Türkiye’de yapısal zeminde yaşanan dönüşümün CHP’ye dayatılması olarak görülmelidir.
Sonradan ortaya çıktığı üzere, bir yandan içindeki ajan ağı ile çürütülen ordu, diğer yandan toplumsal ve siyasal iletişim kanallarından/o arada CHP’den koparılarak iyice zayıflatılıyordu. Kendi çıplak-mutlak iktidarının peşinde bir zafer yürüyüşü yapan sermaye güçleri, önemli bir politik mevziyi ele geçirmişti.
İşte, CHP, ülkedeki değişime bağlı olarak, artık ordu ve devlet bürokrasisinin güdümünde olmaktan çok sermaye ile iç içe bir siyasal oluşumdur.
Eskinin ilişkileri ve alışkanlıkları elbette bir anda kesilip atılamaz ve ayrıca eski dönemin artıkları hala bir biçimde kendilerini sürdürüp ayakta kalmaya çalışıyorlar. Ama, önemli bir dönüşüm ya��andığını ve CHP’nin devlet içinde gittikçe zayıflasa ve hala bir biçimde tutunan eski dönemin egemenleriyle ilişkisini sürdürse de esas olarak TÜSİAD odaklı sermaye güçlerinin “kontrolüne” geçtiğini/sermayenin çıplak rasyonelleriyle bütünüyle uyumlu bir yapı kazandığını-kazanmakta olduğunu saptayabiliriz.
Kılıçdaroğlu, bu dönüşümün biraz da ikircikli ilk hamlesidir, İmamoğlu ise sürecin netleşme ve kararlılık gücü kazandığını gösteriyor. Bu hamlenin cüretinin kaynağı, ülke içinde egemenler arası güç dengelerinde yaşanan oynamalardır.
İlkin, sermayenin ülkedeki gücü ve küresel bağlantıları arttı; ikincisi, hala devam eden bir dizi “iç çatışma” sonrasında devletin alışılmış ordu merkezli yapısı dağıldı. Dolayısıyla, CHP istese de “eski” haliyle kalamazdı, “yeni” bir yapıya bürünerek “yeni” dönemde de kendisini sürdürmeye çalışıyor.
Öte yandan, sermaye güçlerinin geçmişin “despotik” yapısından hiç şikayetçi olmadıklarını, herhangi bir burjuva-demokratik reforma tümüyle kapalı olduklarını özellikle vurgulamalıyız. Dolayısıyla CHP’nin söyleminde çok özel bir dönüşüm yaşanmadı, yaşanmayacak. Sorun, ordunun oligarşinin zirvesindeki artık sermaye birikiminin rasyonelleriyle uyuşmayan-pürüzler çıkaran ayrıcalıklı konumunun tasfiyesiydi, CHP’ye de yansıdığı gibi, bu sorun çözülmüştür.
Despotizm ise, ordunun sermayenin hizmetinde olduğu, ek olarak polis teşkilatı ve MİT’le bir dönemdir hasar görmüş olan ilişkilerinin yeniden normalleştirilmeye çalışıldığı bir yeni durum üzerinden kendisini güncellemeye çalışıyor, hatta pek de “yabancılık” çekmeyeceği faşist bir kurumsallaşma da Erdoğan-Bahçeli fraksiyonu tarafından zorlanıyor.
Ancak, henüz bu karmaşık “güncelleme” süreci net bir sonuca ulaşamadı; taraflarca kabullenilen uygun iç dengelerin kurulduğu bir yeni statünün netleştiği söylenemez; 15 Temmuz sonrasında öne çıkan “devlet krizi” halen de sürüyor.
CHP, şüphesiz ki, başka tutumları da içeriyor. Esas olarak devlet ve sermayenin sadık sözcüsü olmasına rağmen halen de solun sözcüsü iddiasını taşıması ve üstelik ülkedeki sol birikimin epey ağırlıklı bir kesimin halen CHP içinde olması, sadece bir “aldanış” ya da “yanılsama” değil, tarihsel kökleri olan bir tutumun etkisidir.
Kemalizm, Anadolu burjuvazisinin ihtiyaçlarına odaklanarak kendilerini konumlandıran Osmanlı ordusundaki subayların, çözülüp dağılan Osmanlı devletinin kendisiyle birlikte Anadolu’yu da sürüklediği bataklıktan “çıkış” arayışı ve girişiminin ürünüdür.
Başarıya ulaşarak emperyalizmin coğrafyamızı sömürgeleştirmesini engellemiş, zaten delik deşik edilerek artık pek geçerliliği kalmamış “şeriat” yasalarını ve onun simgesi olan yine pek hükmü kalmamış Hilafet’i kaldırmak başta olmak üzere, kapitalizmin gelişmesini engelleyen Osmanlı dönemine ait artık fiilen ölmüş ama bir biçimde kendisini sürdüren birçok kurumu ve işleyişi “kılıcıyla” tasfiye etmiştir.
Osmanlı’nın ruhunu “despotik” yapısıyla sürdürse de kurulan Cumhuriyet devleti de, kapitalizmin çarpık da olsa gelişmesi açısından kolaylaştırıcı olmuştur. Bugün egemenler bölgesel bir alt-emperyalist konumlanma için çırpınıyorlarsa, o iddianın arkasındaki kapitalizmin gelişme düzeyi, Kemalist cumhuriyet tarafından sağlanmıştır.
M.Kemal’in önderliğini yaptığı bu duruşta, bir yanıyla Lale devrinden başlayıp 3. Selim ve 2. Mahmut’tan geçen saray merkezli bir “çıkış” arayışının, diğer yandan Tevfik Fikret ve Namık Kemal’de simgeleşen istibdat karşıtı aydınların öfkesinin ve nihayet çıkışsızlığa öfkelenip dağa çıkan Resneli Niyazi’nin isyanının etkisini görmemek imkânsız.
Bu duruş ve vurguladığımız etkidir ki, Kemalist ordu tarafından ��ldürülen M.Çayan ve yine aynı ordu tarafından asılan D.Gezmiş’in bilinçlerine bile kendisini yansıtmıştır. Şimdi CHP içinde konumlanan yüz binlerce samimi demokrat, laik ya da ilerici de aynı etki üzerinden kendilerini konumlandırıyorlar.
Bu etki, gerçektir; ama sollarımız söz konusu olduğunda, sorun, söz konusu özel etkinin despotizmden kopuşamayan ve feodalizmle uzlaşan yapısını görememekte, üstelik çapını ve derinliğini de olduğundan çok farklı bir güce dönüştürmekte yaşanıyor.
Osmanlı’nın bataklıkta çırpındığı aynı zaman diliminde, Avrupa’da kapitalizmin gelişimi, 18. ve 19. yüzyıldaki sanayi devrimiyle birlikte sıçramalı bir tempo kazanmaktadır.
Sürecin dışında kalan Osmanlı’nın önce itibar ve güç sonra da hızla toprak kaybetmeye başladığı 19. ve 20. yüzyıla ulaşıldığında Osmanlının yönetici elitinde, özellikle savaşın gereklilikleri yüzünden en kaliteli eğitimi alan ve Batı ile ilişkilenen “Seyfiye”/“Kılıçlılar”-Ordu mensuplarında ve İstanbul odaklı aydınlarda, farklı yapıda arayış ve girişimler oluştu.
Osmanlı, devlet ve toplum olarak çürüyüp gidiyordu, herkes bir şeyler yapmak ve bu hızlı çöküşü durdurarak hızla güçlenen Avrupa/Batı gibi olmak isteğindeydi.
Osmanlı ordusunun iyi yetişmiş bir subayı olan ve gidip yaşadığı Avrupa’dan etkilenen Selanik kökenli M.Kemal’in de aynı sancıları yaşadığı, henüz gençken “Hareket Ordusu”na katılmasından itibaren açıkça anlaşıyor.
Birbirinden farklı arayışların kişi bilincinde yer edinmesi normal değil midir?
O, bir Osmanlı subayı olarak “devleti korumak” odaklı bir eğitimle yetiştiği için, kendi “çıkış” arayışının özel bir “devlet” belirlenimi taşıması, onu “korumak” ya da “kurtarmak” istemesi, dağılışının kaçınılmaz olduğunu görünce de gidip görünce etkilendiği Batı’nın sermaye odaklı ulus-devlet yönelimini uygulamak istemesi normal değil mi?
Yine, bilinci “devlet” odaklı olmanın sınırlarını aşamayınca, kendisinin de bir subay olarak görev aldığı savaşlarda acıyla yaşadığı yenilgiler sonucundaki toprak kayıplarını “Misak- Milli” kapsamında mümkün olan en kısa zamanda durdurmak istemesi normal değil mi?
Bir ordu mensubu olarak “devlet” odaklı bir çıkışı en hızlı biçimde başarabilmek için, bir yandan zayıf Anadolu burjuvazisi ile kaynaşırken öte yandan Anadolu’da en geniş etki alanına sahip olan feodallerle gerilim yaşamayı göze alamayarak uzlaşması kendisine özgü bir iç tutarlılığa sahip değil mi? Yerel halk inisiyatifine özel bir inisiyatif veren başlangıçtaki tutumundan hızla vazgeçerek iyi bildiği ve aslında temsilcisi olduğu despotik eğilimleri yeni ulus-devlette hâkim kılması gayet anlaşılır değil mi?
Aynı kişi, hiç de şaşırtıcı olmayan bir durum olarak, gidip-gördüğü Batı’nın burjuva-demokrat yönelimlerinden de etkileniyor, onun ötesinde, Montesquieu, Diderot ve Voltaire okumayı “seçen” kişiliğinin bir yönü olan aydın kimliğiyle, Namık Kemal ve Tevfik Fikret’in şahsında kendisini ifade eden “bulanık” bilincin öfkesini de/“istibdata” karşı aydın duruşunu da paylaşıyordu.
Hangimiz içinde yaşadığımız toplumdaki farklı yönelimlerden farklı ağırlıklarla etkilenmeyiz ki?
Evet, farklı etkilerin altında kalırız ama neticede bir yönde davranırız; M. Kemal de öyle yaptı. Döneminin en parlak zekalarından ve güçlü kişiliklerinden birisi olarak, zaten içinde yetiştiği ordu kurumu üzerinden toplumsal hiyerarşinin üst kesiminin düşünce ve davranışlarıyla belirlenmiş bir asker-aydın olarak, bağlı olduğu devletinin çözülüp-dağılmasını engellemek için çıktığı mücadele sürecinde, sürekli kararlar vermek-yön belirlemek zorundaydı. Omuzlar��ndaki sorumluluk arttıkça aldığı kararların sonuçlarının etki alanı arttı ve nihayetinde, yeni bir devlet kurma aşamasına geldiğinde de elbette önceki kararlarının da kendisini sürüklediği yolda yeni-belirleyici adımlar attı. Atılan her adım, bilinçteki farklı etkilenmeleri sadeleştirir ve belli bir yönelimi hâkim kılarken, diğerlerini tasfiye ederek ya da önem ve ağırlık kaybına uğratarak kenara iter.
Emperyalist işgale karşı mücadele için Anadolu’ya gelen M.Suphi ve yoldaşlarının hiçbir hukuka dayanmadan keyfi olarak ve üstelik canice öldürtülmesi, sadece kendi özel sonucunu yaratmaz ama aynı zamanda söz konusu toplu cinayet, Osmanlı despotizminin alametidir ve sonrakilerin habercisidir.
Yola çıkarken açıklanan 1921 Anayasası, burjuva-demokrat bir zemindedir ve hatta halkçı-demokratik nüveler taşır. Gelin görün ki, iktidara tutununca, iktidara giden yolda yürürken yapılan tercihler ve hamlelerin belirlemesiyle, despotizmin önünü açıp kurumsallaştıran 1924 Anayasası yürürlüğe geçirildi.
Söz gelimi, Kürt sorununu burjuva-demokrat zeminde çözen 1921 Anayasası’nın yürürlükten kaldırılması, 20’li ve 30’lu yıllardaki Kürt isyanlarını ve karşısındaki devlet şiddetini belirledi. Şimdi yaşananlar da o zaman verilen kararların-girilen yolun gittikçe kangrenleşen ve ülkeyi bir kez daha çürüyüp dağılmaya sürükleyen sonuçlarıdır.
O, okuduğu burjuva devrimcisi Fransız düşünürlerinin kitaplarında vurgulanan, ortak yaşanılan coğrafya üstünde herhangi bir etnik ya da inanç ayrımına “kör” olan eşit yurttaşlık bağı yerine, diğerlerini dışlayarak hatta ezerek yok eden veya asimile ederek kendisine katan seçilmiş bir ırk/Türk ve inanç/Sünni-Hanefi mezhebi temelli bir cumhuriyeti tercih etmişti. “Muhtaç olduğumuz kuvvetin”, demokratik yurttaşlık zemininde birbirimizle kurabileceğimiz özgür ilişkilerden çıkıp gelmesi gerekmiyordu, o zaten “damarlarımızdaki asil kanda” verili olarak hazır bulunuyordu!
İşte, M.Kemal, genç bir subay olarak çıktığı yolda, tıpkı diğer silah arkadaşları gibi, şüphesiz ki bilinci karmaşık düşüncelerle doluydu ama sonuçta o ve arkadaşları bir yol yürüdü ve bir ulus-devlet kurdular. Bu yürüyüşün önemli bir uğrağında 1921 Anayasası tercih edilmişti, ama sonuçta gerçekleşen 1924 Anayasası oldu. 1924 Anayasası’na dayanılarak despotik bir ulus-devlet kurulurken başta laiklik olmak üzere birçok burjuva demokratik yönelim o devlete içerildi, ama istisnasız hepsine despotik damga vurulup burjuva-demokratik yüklemeleri seyreltilip-içerik kaybına uğratılarak ve içlerindeki halkçı bütün değerler çöpe atılarak!
O, evet, sadece kendisine verilen görevi yapan sıradan bir Osmanlı subayı değil, aynı zamanda ilerici-aydınlanmacı görüşlerin etkisi altında olan bir Osmanlı aydınıydı; ama karar anında tam da bir Osmanlı subayı gibi davrandı.
Söylemlere ya da niyetlere değil, 1924 Anayasası’na dayanılarak bilinçlice inşa edilen yeni ulus-devletin yapısına ve süreç içinde kendilerini var eden siyasal ve toplumsal gerçeklere odaklanmalıyız. O durumda, şayet bilinciniz liberal ya da ulusalcı bir “vurgun” yememişse, görülecek çıplak gerçek aslında pek de karmaşık değil! Evet, kapitalizmin gelişmesine engel olan Osmanlı’nın artık iyice çürüyen cesedi tarihin çöplüğüne atılarak sermayenin-kapitalizmin gelişmesi için daha uygun bir ortam sağlayan despotik bir ulus-devlet zemini inşa edilmiştir; işte, somut olarak elde kalan ilericilik bundan ibarettir.
Önemsiz değil ama yapısını ve sınırlarını abartmamak ya da bulanıklaştırmamak ve hatta netçe çizmek gerekiyor.
Despotizmin bütün siyasal ve toplumsal alanı neredeyse hücrelerine dek kontrol etmeye çalışan gerçekleşme tarihi, bilinçleri öylesine işgal etmiştir ki, Kemalizm’in kurup yapısını ve sınırlarını netçe belirlediği devlete ve içinde gelişip-güçlenen sermaye egemenliğine tepkili güçler bile, kendi siyasal söylemlerini Kemalizm üzerinden kurdu-hala da kuruyor; hatta öyle oldu ki, egemenler Kemalizm’i rafa kaldırırken bazı muhalifler- hatta kimi komünistler ateşli Kemalizm taraftarları olabiliyor.
Hep beraber içinde yaşadığımız ve “ne” olduğunu iyi bildiğimiz despotik ulus-devlet gerçekliği ve kimi çarpık modernleşme hamleleri, kalpaklı genç M. Kemal’in söylemleriyle süslenerek Kemalizm savunuluyor. ÖDP ve TKP, bu tutumun çıplak yürütücüleri, ama aslında etki alanı özellikle CHP’de konumlanan solcular üzerinden epey geniş bir alana yayılıyor.
Solun daha geniş bir alanında aynı tutumun farklı biçimlere bürünen hallerini görmek mümkün.[2]
İşte, CHP’nin ilericiliği, daha da önemlisi CHP’de konumlanan yüzbinlerce samimi demokrat ya da halkçı hatta devrimci yurttaşın tutumu böylesi bir tarihin içinde belirlenerek çıkıp geliyor.
Nasıl ki Mahir ve Deniz, Kemalizm konusundaki yanılgılarına sıkıştırılamayacak bir devrimci hamlenin kahraman öncüleriyse; benzer bir durum olarak, yurttaşlık yerine tebaa olmanın birey yerine hiçliğin-ezikliğin dayatıldığı bir tarihin içinde despotizm tarafından sürekli diz çöktürülmeye çalışılmasına rağmen, ısrarla mücadele edip binbir bedel ödeyerek yurttaş ve birey olma, kendi etnik ve inanç kimliğini yaşama, özgürce ve refah içinde bir yaşamın keyfine varma gibi en temel insani haklarına ulaşma arayışında ısrar eden ve çoğunlukla CHP’de kendisini ifade eden Anadolu’nun devrimcileri, demokratları, ilericileri, laikleri vd. şüphesiz ki ülkenin en önemli halkçı toplumsal güçlerinden birisidir. Ama onların sonuna dek meşru ve değerli arayışlarının, mücadele ettikleri despotizmin etkisi altında kalan çarpık bilinç biçimleriyle yüklü olduğu sürece, onca fedakârlıklarla yürütülen mücadelelere rağmen, istenen sonuçlara ulaşabilmesi ne yazık ki imkânsız.
CHP, özellikle Kılıçdaroğlu yönetiminde, her kritik kavşakta AKP ile birlikte oldu, Erdoğan her sarsıldığında hemen arkasından koşup destek olarak düşmesini engelledi.
Suriye savaşında da aynı gerçeklik hükmünü sürdürdü. Bugün kazanılması mümkün olmayan ve orta vadede ağır sonuçlarla yüzleşilecek bir savaş varsa (tıpkı daha önceki Afrin işgalinde olduğu gibi) CHP’nin açık desteği sayesinde oldu.
Peki, bu durum Kılıçdaroğlu’nun şahsi seçimi mi? Hayır, temsilcisi olduğu güç alanı, devletin ve sermaye birikiminin ciddi riske girdiği bir özel dönemde, her ne kadar Erdoğan’ın “Padişahlık” dayatmasından rahatsız olsa ve aslında daha rahat kontrol edebileceği yeni bir “Başkan”la yola devam etmek istese de günün koşullarında Erdoğan’ı ayakta tutmak zorunda olduğunu düşünüyor. Kılıçdaroğlu bu tutumun politik sözcüsüdür.
Bu tutumun değişmesi ise, İmamoğlu seçeneğinin güç kazanmasına ya da Babacan’ın başarısına bağlı.
Kılıçdaroğlu’nun inşa ettiği yeni politik hattı derinleştirerek, aslında tipik bir “sağcı” burjuva politikacısı profili olan dindar-laik, muhafazakâr-demokrat ve neoliberalizme iman etmiş bir kimlikle sivrilen İmamoğlu, Yeni CHP’nin oluşmasında bir adım daha atıldığını gösteriyor. Kendisi de bir sermayedar olarak sermaye güçlerinin açık sözcüsü olmaya uygun bir kişilik taşıyan İmamoğlu, Erdoğan’ı zorlayabilir. Bugünlerde küresel sermaye güçlerinin zirvelerini ziyaret etmekle “meşgul” olması, belediye başkanı koltuğunu pek de önemsemediğini, başka hedeflere tırmanmaya çalıştığını açıkça gösteriyor.
Elbette, şimdi seçildiği İstanbul belediyesi başkanlığı sınavını başarıyla vermesi gerekiyor.
Bu konuda elinden geleni yapacağını, arkasında kurduğu Koç grubu kökenli ekiple el ele sıkı bir çalışma yürütüp şehrin kimi sorunlarını çözerek sivrilmeye çalışacağını tahmin edebiliriz. Aslında öncekilerin çürümüşlüğü ve İstanbul’a yönelik yağmacı-betoncu uygulamaları en büyük “yardımcısı”; rüşvet almamak, ailesini-akrabalarını kayırıp ihale vermemek gibi en normal tutumlar bile onu parlatacaktır.
İşte, başka bir seçenek kendisinin kapasitesini gösterip sivrilinceye dek, CHP’nin arkasındaki güç alanı Erdoğan’a hem muhalefet edecek ve muhalefetle onun hırslarını dizginlemeye çalışacak hem de ama iktidardan düşmesini engelleyecek kadar destek verecektir.
Toplumu sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda konsolide etmek konusunda başka kim Erdoğan kadar başarılı olabilir? Dinden teröre kadar başka kim binbir kurnazlıkla birçok gericiliği bir araya getirerek toplumun üstüne boşaltabilir? Daha da önemlisi, Erdoğan’ı devirebilmek için onun etrafında toplanan güçlerle çatışarak, henüz içinden çıkılamayan devlet krizini daha da fazla zorlamayı hangi egemen fraksiyon göze alır?
İşte, yeniden vurgulayalım, Kılıçdaroğlu’nun ilk işaretini verdiği, İmamoğlu’nun netleştirdiği gerçeklik, CHP’nin ülkedeki yeni gelişmelerle uyumlu yeni bir yapıya sokulmuş olmasıdır. O, artık ağırlıklı olarak sermaye ve sermaye ile uyum içindeki devlet güçlerinin oluşturduğu bir güç alanı tarafından belirlenen yeni bir yapıya büründü. Elbette, eski yapının kalıntıları da kendilerini ifade edeceklerdir ama artık parti içinde dar bir alana sıkışmış olarak ve partinin yeni iktidar alanının himayesi ve kontrolünde olmak şartıyla!
Erdoğan’ın sermaye adına becerdiği ordunun devlet içindeki egemen rolünün tasfiyesi, eski halini tümüyle ordunun eski konumu üzerinden yürüten CHP’yi yeni bir yapıya girmeye zorladı; ve zaten devlette yaşanan yapısal dönüşümün önemli momentlerinden birisi de, Cemaat eliyle yürütülen aşağılık “kaset” operasyonuyla CHP’de başlatılan dönüşüm süreciydi.
CHP, pek de önemli olmayan kimi söylemlerine ve görünümlerine aldanmamak kaydıyla, artık ağırlıklı olarak TÜSİAD odaklı sermaye güçlerinin “sol” görünüm veren merkez-sağ bir partisidir. Devletin iç dengelerinde yaşanan-halen de bir türlü yeni dengelere oturamayan dönüşüm sürecinin ortaya çıkardığı yeni güç dengelerine uyum sağlayan/sermayenin hegemonyasını kabullenen bazı özel devlet fraksiyonları da aynı konumun içindedir. Bunun içinde elbette kimi ordu mensupları da olabilir ama artık farklı bir statü içindeler.
Yeni CHP, kendi yeni konumunu kabullenmeyenlere kapıyı göstermekte tereddüt etmeyecektir. “Solculuk”, sadece halkın sisteme muhalefetini manipüle edip kapsamaya yarayacak kimi göstermelik tutumlarla sınırlanacak, eskisine göre partide daha az sesi çıkacağı bir marjinal konuma itilecektir. Gün, İmamoğlu gibilerin günüdür, kendilerini netçe ifade edip merkezi iradeyi tümüyle belirleyeceklerdir.
Dolayısıyla, süreç içinde, şimdiye dek dik durmayı başaran Kaftancıoğlu gibi halkçı-demokratların parti içindeki konumları zorlanacak; ya yeni durumla uyumlu olacakları bir dönüşüm yaşayacak ya da en azından etkisiz olmayı kabullenecekleri bir konuma sürükleneceklerdir.
İmamoğlu ve Kaftancıoğlu arasında oluşmaya başlayan gerilim ekseni kişisel değil, solculukla sağcılık arasında bir gerilimdir ve CHP içinde yaşandığı sürece Kaftancıoğlu’nun kazanma şansı neredeyse imkansızdır. Kaftancıoğlu, ya yeni duruma uyum gösterdiği bir konuma çekilecek ya da halkçı-demokratik bir yeni siyasal oluşumun onurlu öncülerinden birisi olmayı tercih edecektir.
Kaftancıoğlu, sadece bir şahıs değil, bir toplumsal dokunun siyasallaşmış hallerinden birisidir.
O, Gezi İsyanı’nda somutlaşan halkın özgürlük arayışının ve olası bütün çirkinliklerini sergilemekten çekinmeyeceği bir politik ortamı bulduğu için azgınca saldıran erkek egemenliğine karşı direnen kadın kurtuluş hareketinin etkisi altındadır. Gücü, arkasındaki bu iki güncel halkçı güç alanıdır; o güçlere sadık kaldıkça daha da öne çıkmaya/o güçlerin politik özneleşmesinde yer almaya yazgılıdır; terk ettiği anda da hiçbir önemi olmayan sıradan bir parti bürokratına dönüşecektir.
Kendisini CHP’nin etki alanından kopararak halkçı-demokratik bir siyasal zemine yerleşme sancıları yaşayan Alevi halk hareketi, Gezi’den sonra içine düştüğü boşlukta sosyalizme kadar sıçrayabilecek bir arayış içinde olduğu açıkça görülebilen Gezi-gençliği, ekolojik yıkıma karşı tepkilerini uygun bir siyasal zemine yerleştirme arayışında olan halk güçleri, DİB’de kısmen kendisini ifade eden tutarlı demokratlar da, tıpkı Kaftancıoğlu gibi, deneye-yoklaya kendi durdukları yerden hareket edip bir araya gelerek ortaklaşacakları bir zemine doğru “kendiliğinden” hareket halindeler.
CHP, kurumsal gücüyle şimdiye dek Kaftancıoğlu gibi dürüst-iyi niyetli arayışları öğütüp-içerme konusunda oldukça başarılı bir kapasiteye sahip; daha şimdiden okşayarak ya da iğneleyerek Kaftancıoğlu’na yönelik “sıkıştırmalar” başlamış durumda.
Bakalım Kaftancıoğlu ne yapacak; CHP tarihinde aynı misyona doğru hamle yapıp da öğütülüp-içerilerek paçavralaştırılan ya da en iyisinde köşesine çekilip siyaseten yok olanların alın yazısını mı paylaşacak, yoksa içinde bulunduğumuz özel zaman diliminin ona sunduğu onurlu misyona sadık mı kalacak?
Tümüyle despotizmin belirleyip-sınırladığı bilinç ve davranışlarıyla, ülkede ve bölgede oluşan yeni güç dengelerine uyum gösterme esnekliğini gösteremeyen bütün egemen güçler, Kürt sorunundaki çözümsüzlük politikasının odağında olduğu çok yönlü bir krizin içinden çıkma arayışındalar, ama bir türlü kalıcı bir çözüm üretemiyorlar.
Erdoğan öncülüğündeki faşist girişim tam bir egemenlik kuramadıkça; Gezi’nin yarattığı halkçı-demokratik ve kimileyin devrimci toplumsal güç alanı ezilerek yok edilemedikçe; neoliberal soygun politikalarının açlığa mahkum ettiği başta işçi sınıfı olmak üzere bütün emekçilerin öfkesini sönümlendiremedikçe, kışkırttıkları erkek egemenliğinin en aşağılık saldırılarına karşı meşru savunmasını süreklileştirmeyi beceren kadın kurtuluş hareketini yok edemedikçe, kendi inançlarına dönük asimilasyon politikalarını reddettikçe katliamla tehdit ettikleri Alevilerin haklı tepkilerini sindiremedikçe; egemenlerin krizi daha da derinleşmeye eğilimli olacaktır.
Halk güçlerinin egemenlere yönelik tepkisinin çapı, derinliği ve olası hedefinin/hedeflerinin kapasitesi ise, direniş sürüp gittikçe kalıcılaşıp güç kazanıyor.
Evet, daha çok günlük-acil ihtiyaçlarına odaklanıp farklı alanlarda çeşitli biçimlere bürünerek ve birbirleriyle pek de ortaklaşmadan-ortaklaşamadan kendisini ifade eden, ama üstüne adeta çöken devlet terörüne rağmen ısrarla süren değişik toplumsal güçlerin halkçı-demokratik tepkileri ve arayışları, sürmeye devam ettikçe daha da güçlenerek sonuç alabileceği bir konuma sıçrayabilir.
Günlük acil ihtiyaçların karşılanamamasının iktidarın politikalarıyla ilişkisinin tepkisel bir öfkenin ötesinde kavranması, kararlılık ve giderek cüretin artması ve nesnel bir ihtiyaç olarak güçlerin birleşip ortaklaşması, sürüp giden mücadelelerin kendilerini en güçlü hale sıçratacakları bir durum yaratacaktır.
Peşinde koşulan ihtiyaçların hem gerçekleşmesi hem de kalıcılığının garantiye alınması ise, ancak kendisini anayasal bir korumaya kavuşturabilirse sağlanabilir. Öylesi bir anayasanın zemininde inşa edilecek demokratik bir cumhuriyet, halkın kendi ihtiyaçlarını kendi örgütlülüğü ile kazanıp koruyacağı bir halk iktidarı için en uygun zemin olacaktır.
Ancak, aynı zamanda, halk güçlerinin meşru tepkileri uygun bir siyasal zemine ve örgütlülüğe kavuşamadıkça, kimi noktalarda içine doğru çökerek çürüyüp-zayıflama işaretleri de veriyor.
Geçtiğimiz yıllarda başlayan ve halen de süren yurt dışına toplu göç tutumuyla kendisini gösteren bu tutum, son dönemde artan “intihar” olaylarında farklı bir biçime büründü. Henüz “belirleyici” bir güç kazanmayan bu gerçeklik, yaşadığımız cehennemi süreçten çıkışın yolu olan demokratik bir cumhuriyetin inşası yönündeki halkçı-devrimci müdahalenin aciliyetini göze batırıyor.
Söz konusu toplumsal ve siyasal gerçeklikler, aynı zamanda, Anadolu coğrafyasını bütün emperyalist çakallar için bir “oyun alanına” çeviriyor ve elbirliğiyle hazırladıkları bir “ameliyat odasına” doğru sürükleyebilmelerinin önünü açıyor.
Dipnotlar:
* Yazının bitmesinden sonra CHP üzerinden yaşanan açık komployu, yazıyı da doğrudan ilgilendirdiği için ek olarak değerlendirmek gerekiyor.
Herkes Erdoğan’ın başında olduğu AKP odaklı iktidar alanını suçluyor, ama olayın zamanlaması ve Kılıçdaroğlu’nu yıpratmayı hedefliyor olması, akla başka olasılıkları getiriyor. Evet, Erdoğan’ın bu işte “parmağı” olabilir ama sadece “yancı” olmuş olması yüksek olasılık. Daha önce yaşanan ve Erdoğan’ın hakimlerinin doğrudan yer aldığı Cumhuriyet gazetesi operasyonunda da yine aynı düşüncemi belirtmiş ve “esas oğlan” olarak Ergenekon olarak kodlanan devlet fraksiyonunu işaret etmiştim. Ergenekon fraksiyonu kaybettiği alanları yeniden kazanmaya çalışıyor, işini yaparken de iktidar ortağı Erdoğan’dan yardım alıyordu.
O yazıda, sıranın muhtemelen CHP’de olduğunu özellikle vurgulamıştım. Bahsettiğim “sıra” gelmiş olmalıdır.
ABD’nin Cemaat kod isimli ajan ağını kullanarak yaptığı aşağılık “kaset” operasyonu ile, Ergenekon’un “sivil” siyaset alanındaki mutemetlerinden olan Baykal aşağı indirilmiş, dar bir çevre dışında kimsenin tanımadığı Kılıçdaroğlu “paraşütle” CHP’nin başına kondurulmuştu. Çok yönlü yürütülen operasyonda, Ergenekon’un iktidar alanına ağır bir darbe vurulurken aynı zamanda yerel sermayenin de önü açılıyordu. Kılıçdaroğlu, görevini yaptı ve şimdi de ondan sonrası için öne çıkan İmamoğlu daha da hamleci bir hat izleyerek CHP’yi sermayenin doğrudan kontrolüne sokmaya çalışıyor.
İşte, son günlerde yaşanan rezalette, öyle anlaşılıyor ki, Ergenekon “rövanş” hamlesini yapıyor. CHP yeniden Ergenekoncu devlet fraksiyonunun doğrudan kontrolüne girecek, sermayenin kazandığı inisiyatif alanı daraltılacaktır.
Rövanş hamlesinin oldukça acemice yapıldığı görülüyor. Kılıçdaroğlu, yediği yumruğun “sahibini” iyi bildiğinden olacak, şaşkın ve yaptığı açıklamalarla Ergenekoncuların aslında ellerinde patlayan hamlesinin hedefine doğru ilerlemesinin önünü açıyor.
Hamlenin hedefine varma olasılığı hem yok hem de var.
Şayet Kılıçdaroğlu-İmamoğlu ekseni direnirse, süreçten daha güçlü olarak çıkacaktır, bu direnişte Kaftancıoğlu’nun da onlarla birlikte davranma olasılığı güçlüdür. Eğer ama şimdiki şaşkınlık sürüp giderse Ergenekon rövanşı alacaktır. Operasyonun “başlama” işaretini aslında Bahçeli’nin verdiğini de özellikle vurgulayalım.
Ergenekoncuların en büyük “şansı” yerel sermayenin şahsiyetsiz, korkak ve sinik yapısıdır.
İnce’ye gelince, sözün�� etmeye bile değmeyecek zavallı bir şarlatan!
[1] “Saray’da toplantı”, Sendika Org. href=”/2019/09/sarayda-toplanti-562959/
[2] Aslına bakılırsa, TDH’nin içinden bir türlü çıkamadığı açmazlarından birisi de bilincinin Kemalizm tarafından farklı ağırlıklarda kötürümleştirilmiş olması ya da bu tutuma tepkinin liberalizme savrulma biçiminde yaşanmasıdır. Erdoğan’a bile “ilericilik” yakıştıranlar da söz konusu liberal savrulmanın sözcüleridir. Demokrat kimliğinden şüphe edemeyeceğimiz A.Altan’ın AKP iktidarının önünü açan “suç” düzeyindeki ağır yanılgıları ve şimdilerde içinde çırpındığı kişicil trajedisi de aynı savrulmanın ürünüdür.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.