Asıl gücünü çevredeki ülkelerin zayıflığından alan rejimin zaman içerisinde koşulların değişmesiyle bu kez gerçekten bir beka sorunu yaşamaya başlaması şaşırtıcı olmaz
Niyet okumak şart, özellikle düşmanınızınkini. Siz bakmayın bunu tersini söyleyen kendi körlüğünün ve hedonizminin esiri olmuşlara. Hele hele kahir ekseriyeti “niyet ettim Allah rızası için…” diye ibadetine başlayanların ve “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır” gibi sözleri düstur bilenlerin yaşadığı topraklarda, öncelikle muhatabınızın muradını bilmek şart.
Lafı daha fazla uzatmadan ben de derdimi kısaca ifade edeyim. Memlekette hüküm süren mevcut rejimin bugün Kürtlere ve bölge halklarına saldırırken niyeti, yapmaya çalıştığı şey emperyalist kapitalist hiyerarşi içerinde kalıcı, doğrudan ve dolaylı çok geniş bir coğrafyaya hükmederek yeni bir imparatorluk kurmaktır. Bu hâkim siyasetin son yıllarının ana stratejisidir. Bütün kurumlarını (MİT, TİKA, Yunus Emre Enstitüleri, Elçilikler vb.) bireyler de dahil yurt dışında bu emperyalist politikalara hizmet edecek tarzda konumlandırıyor, kullanıyor.[1]
Bu stratejiyi hayata geçirmek için elbette atması gereken bazı büyük adımlar var/vardı. Kısaca bunlara birkaç başlık altında göz atalım.
Emperyal bir güç olmanın yolu dünyada bugün aynı paralelde yol alan/yol almış olan başka ülkelerde de görüleceği üzere (Özellikle Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti bu konuda çarpıcı örneklerdir) tek bir merkezden kararların verildiği, yürütmenin yine o merkeze tabii olduğu, parlamento, seçim gibi süreçlerin anlamsızlaştırıldığı, işlevsizleştirildiği bir rejimi şekillendirmekten geçiyor. TC bu konuda bir hayli yol aldı. Ucube başkanlık rejimi, kayyımlar, tekrarlatılan seçimler ve artık işlevini önemli ölçüde kaybetmiş olan bir parlamento ile karşı karşıyayız.
Son olarak Suriye’nin kuzeydoğusuna dönük geliştirilen işgal ve soykırım saldırısıyla “muhalefet” içinde doğabilecek çatlaklar özellikle CHP-HDP yakınlaşma olasılığı engellenerek berkitildi. Fakat büyük ölçüde bir korku imparatorluğuna dönüşmüş olan rejimin her şeye rağmen, toplumun önemli bir kısmında yaygın olan hoşnutsuzluğu örtbas edebilecek ve bunu şu an önemsizleştirebilecek bir gücü yok. Bunun ana nedeni şu anki rejimin dayanağı olan geleneksel sermaye ve iktidarın kendi yarattığı lümpen burjuva kesimlerin güçsüzlüğü. Bunun ilacının talan ve yağmayla bulunması ise bir hayli zor.
Kaldı ki Kürt halkının direnişi geliştiği ölçüde egemen sınıflar bloku içinde hâlihazırda var olan çatlakların büyümesi, aynı zamanda bir paramiliter güce de dönüşmüş olan TSK içindeki hoşnutsuzlukların da tırmanması olasılığı kaçınılmazdır.
Sonuçta Türkiye’de hüküm süren rejimin adını ne koyarsak koyalım bu bir diktatörlük çeşididir. Bu sabiti, rejimin dayanaklarının zayıf olması, henüz oturmaması gibi gerekçeler değiştirmez. Ayrıca burjuva demokrasisinin iyi kötü en azından geçmişte yaşandığı sandığımız /varsaydığımız batılı ülkelerdeki neo-faşist hareketlenmeden de bizim gibi ülkelerdeki iktidarın biçimlenmeleri faklıdır. Örneğin Brezilya’da Bolsonaro aslında demokratik seçimler vb. sonucu iktidara gelmedi. Aksine Bolsonaro bugün iktidarını askeri darbe tehdidi, ABD eliyle düzenlenen komplo ve manipülasyonlara borçlu. Doğal olarak bütün bunlar önemli ölçüde söylem üzerine kurulu olan popülizmle açıklanamaz.
Dünyanın 4. büyük ordusu olmakla övünen TC’nin zayıf olduğu yan her ne kadar yıpranmış olsa da uzman asker gücü değil. Asıl sıkıntısı giderek daha da güçlenen karmaşıklaşan silah sanayinde geri kalması. Her şeye rağmen AKP döneminde TC’nin silah üretimi çeşitliliği ve miktarında artış olduğu ayrıca bunların önemli ihracat kalemi olarak anılmaya başlandığı görülüyor. 2018’de TC’nin silah ihracatı bir önceki yıla göre %17 artarak 2 milyar 35 milyon 334 bin dolar olarak gerçekleşmiş. Rejimin silahlanmada en önemli “başarı”sı ise şimdiki işgal harekâtında ve Libya’da kullanılan Bayraktar markalı İHA’lar. Bu şirketin patronunun Erdoğan’ın damadı olmasıysa elbette tesadüf değil.
Zurnanın zırt dediği yere gelince rejimin elindeki silah teknolojisi, bu alanla ilgili bilgi-birikim, ABD-Çin-Rusya rekabetinin odaklandığı yüksek teknoloji ile yarışmaya müsait değil. Bu yüzden başkalarına muhtaç. Bu durum ister istemez belli alanlarda TC’yi bu silahları aldığı/almaya çalıştığı ülkelere karşı bağımlı ve zayıf kılıyor. S-400’le ilgili yürüyen çekişmenin bir yönü bu. Putin yönetiminin S-400 etrafında şekillendirmeye çalıştığı jeopolitik, Ortadoğu’da ortaklaştırılmaya zorlanan çıkarlar ve yeni silahların teknolojik bilgisinin paylaşılacağı gibi uygun yemlemelerle TC’nin Rusya’ya olan bağımlılığını artırıyor. Burada belki hatırlatmaya bile gerek yok ama ben bir kere daha değineyim, Rusya ve Çin için kendilerine bağımlı bir Esad yönetimi yerine, bağımlı bir TC’nin ağır basması daha olasıdır. Esad yönetiminin kontrolünü kaybetmediği sürece Suriye topraklarının bir kısmı ya da çoğunu “Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyoruz” yalanı altında TC’ye ikram etmeyeceklerini kimse söyleyemez.
Osmanlı topraklarının küçülmesi sonrası yeni kurulan TC’nin önderlerinin aklından çıkmayan güneydeki petrol bölgelerine yeniden kavuşma hayali Özal döneminde yeniden diriltilmişti. Erdoğan’la birlikte özellikle 2010 sonrası bu süreç daha da ivmelendi. Önceleri Yeni Osmanlıcı ideolojik şekillendirme ve politikalar ABD paralelinde ve ona uygun müttefiklerle (mesela Fethullah Gülen hareketi) yürütülmeye çalışıldı. 2010 sonrası iktidar bloku içi çekişmeler, sürmekte olan postmodern karakterli 3. paylaşım savaşının zemininde şekillenen “yeni” güç ve olanaklar (Örneğin IŞİD, Müslüman Kardeşler, Katar, “Arap Baharı”…) rejimi daha da cesur kıldı. Fakat özellikle savaş alanında yenilen TC’nin ortaklarının hali onu yeni ittifaklar aramaya itti. Bu süreçte ideolojik zemin İttihatçılık-Avrasyacılık-Yeni Osmanlıcılık bulamacına doğru kayarken iktidar bloku da daha önce kısmen rakip olan devletin ne kadar safrası varsa onlarla ittifak yapılarak yenilendi.
Rejimin ele geçirmeyi planladığı petrol bölgelerinin başında elbette Musul, Kerkük geliyor. Suriye’de ise Rakka ve Deyrizor’a kadar uzanan bölge. Rejim, Suriye’de bu hedeflerine ulaşmak ve kendine bağımlı bir iktidar kurmak için hiç saklanmayacak bir biçimde her tür etnik-dinsel ayrımı kendi lehine bir karta dönüştürmeye çalıştı. Suriye’de envaiçeşit çete ile iş birliği yaptı. Irak’ta da Türkmenlerin bir bölümünü, IŞİD öncesi El Kaide unsurlarını desteklemekten geri kalmadı. IŞİD’in şekillenmesinde ve güçlenmesinde rol oynadı. Fakat IŞİD’in Suriye ve Irak’ta Kürt hareketi karşısındaki yenilgisi içeride Kürtleri kendine ram etme üzerinden kurduğu “barış” projesini çökertti. Aksine Kürt hareketi Ortadoğu’da güçlenmiş ve hatta “Seni başkan yaptırmayacağız” bile demişti.
Petrol bölgelerinin işgalinin hayal olduğu iddia edilebilir. Trump’ın yolunu açtığı ve belki de TC aracılığıyla bölgede kalmayı planladığı ve köklü değişimlerin içinde ağır ağır yol alındığı bir zaman diliminde hayal değil. Yıllardır Irak’ın kuzeyinin işgaline ses çıkarılmadığı hatta bölgedeki bir kısım politikacının Irak’ın valisi olmak yerine Erdoğan’ın valisi olmayı gönlünden geçirdiği düşünülürse niye olmasın? Hele hele mevcut Irak yönetiminin zayıflığı da hesaba katılırsa. Suriye içinse Trump ve Putin yönetimlerinin Erdoğan’a şu ya da bu gerekçeyle her seferinde alan açan yaklaşımlarının kolaylaştırıcılığı bunun üzerine eklenirse rejimin güneye ilerleme olanağı büyür. Aynı zamanda hala Yeni Osmanlıcı saikler dışında düşünemeyen bir sürü liberal akılın dahi desteğini alabilecek “Sünnilere de bir devlet” demagojisiyle IŞİD’in yeniden dirilmesi/diriltilmesi ve toprak hakimiyeti olasılığı açığa çıkar. Bu rejime Batı’ya karşı hali hazırda yürüttüğü şantaj siyasetini büyütme olanağı da verecektir.
Güçlü ekonomi
Rejim açısından yukarıdaki hedeflerin gerçekleştirilmesiyle güçlü bir ekonomiye sahip olma durumu elbette iç içe geçen süreçler. Güçlü ekonomi beklentisi 500 milyar dolara yakın dış borcu olan bir ülke için fazlasıyla hayali olmalı. Bunun bir de ABD yaptırımlarının konuşulduğu zeminde tartışıldığını düşünün. Fakat aynı zamanda alacaklıların dünya kapitalizminin mevcut krizini daha da derinleştireceği gerekçesiyle rejimi batırmayı pek de zorlamayacaklarından emin olabilirsiniz. Yine de mevcut rejim yapısal nedenlerle (bunların başında inşaata dayalı büyüme geliyor) artık içeride son demlerini kaçınılmaz olarak oynuyor.
Burada rejim tıpkı bundan 104 yıl önce Ermeni Soykırımı’nda olduğu gibi kendini yenilemek, coğrafi olarak genişleyerek bu süreci aşmak adına bu kez hedefleri önünde engel gördüğü Kürtlere saldırıyor. Bu saldırıdan içeride bir enerji devşirdiği kesin. Bunun gücü ve Putin-Trump desteğiyle işgal ettiği alanları biraz daha genişletebilir. Fakat bunca kanın üzerine kurulu bir geleceğin kimsenin yüzünü güldürmeyeceği de aşikâr. Asıl gücünü çevredeki ülkelerin zayıflığından alan rejimin zaman içerisinde koşulların değişmesiyle bu kez gerçekten bir beka sorunu yaşamaya başlaması ise şaşırtıcı olmaz.
Bir diğer olasılıksa işgal harekatındaki tutumla da uyuşan Çin’in kendi “Bir Kuşak-Bir Yol” stratejisinin doğal bir uzantısı olarak TC’yi ekonomik işgali altına almasıdır. İran ve Ermenistan üzerinden gerçekleşmekte olan ilerleyişin kaçınılmaz olarak çalacağı kapılardan biri elbette TC’ninki olacak. Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu’nda (BMGK) toplantısında ABD’nin sunduğu “saldırının durdurulması” ve TC’nin güvenlik kaygılarını “diplomatik kanallarla” çözmesi çağrısı yapan bir açıklama teklifinde bulunmasına Rusya ve Çin’in muhalefet etmesi TC’nin açıktan patronluğuna soyunduklarını işaret ediyor. Zemin müsait olmasına rağmen kolay olmayacağı, yeni çatışmaları beraberinde getireceği aşikâr.
ABD ise Trump’ın kişisel özellikleriyle de bütünleşmiş olan “büyük güç” semptomlarının özellikle Ortadoğu’da adeta bir zafiyet gösterisine, erozyona dönüştüğü bu süreç stratejik bir geri çekilişe mi evrilir, yoksa Trump’ın seçim kampanyasına bölgeden asker çekmek bir “zafer şarkısı”na dönüşür mü bunu zaman gösterecek…
Dipnot:
[1] İsteyen yine benzer bir başlık altında yaptığım tartışmaya bu yazı üzerinden de göz atabilir: https://gazetehayir.com/yeni-osmanlici-emperyalizm-ve-buna-karsi-mucadele-aykan-sever/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.