Fırat’ın iki yakasında iradesine sahip çıkan halk, sarayı boykot eden hukukçular, doğaya-yaşam alanlarına sahip çıkanlar, yaşamını ve haklarını savunan kadınlar, parçalı da olsa direnen emekçiler… Faşizme karşı duranlar birleştikçe, AKP çözülecek
Fotoğraf: Mezopotamya Ajansı
Erdoğan 30 Ağustos törenlerinde “birileri” diyerek belirsiz zamirle iç ve dış düşmanları sıralıyor sonra da “Birkaç yıllık gecikmeyle de olsa 2023 hedeflerimize mutlaka ulaşacağız” diyor. Tabii ki en önemli hedefi ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak. Bu nedenle savaş dahil her türlü hamleyi yapmaktan, karşısında oluşabilecek her türlü muhalefeti baskı altında tutmaya kadar ihtiyacı olan ne kadar adım varsa atmaya çalışıyor. Erdoğan’ın zayıflamasından bir uzlaşı aralığı ya da normalleşme bekleyenlerse yanılıyor. Erdoğan durmayacak. Her diktatör gibi elindeki yetkiyi ve fırsatları sonuna kadar kullanacak. Yine de işlerin artık eskisi gibi olmadığını biliyoruz. Girdik deyince Suriye’ye girilemiyor. Terör destekçisi deyince muhalefet bölünmüyor. Enflasyon düştü deyince geçim sıkıntısı bitmiyor. İstediğin kadar kükre, mızrak çuvala sığmıyor. Bu nedenle ülkedeki her siyasi aktör kendine yeni dönemde pozisyon kazanmak üzere adımlar atıyor. Ülkede siyaset “bütün mümkünlerin kıyısında” ilerliyor.
Kuşkusuz son günlerin en önemli gündemleri Suriye’deki gelişmeler, bununla da bağlantılı HDP belediyelerine atanan kayyumlar, AKP’deki bölünme ve tasfiye, üç çeyrektir daralan ekonomi ve artan hayat pahalılığı…
Türkiye’nin Suriye’de girdiği çember giderek daralıyor. Operasyonların sürdüğü İdlip’te AKP’nin bizzat beslediği cihatçılar ve destekçileri TSK’yi ve Erdoğan’ı protesto ederek Türkiye sınırına dayandı. Sıkışan Erdoğan soluğu Rusya’da aldı ama Putin’in pazarlamacılığı ve dondurma ikramı dışında bir şey alamadan geri döndü.
İdlip’te kuşatılan Erdoğan hızlıca yeniden Fırat’ın doğusunda güvenli bölge kurulmasına döndü. Bu konuda ABD, SDG ve Türkiye arasında pazarlıklar hala sürüyor. Ne tesadüftür ki kayyum atamaları tam da bu pazarlıkların Erdoğan’ın istediği gibi gitmediği bir ana denk geldi. Suriye sınırına güvenli bölge kurma, Türkiye’deki Suriyelileri oraya yerleştirme, sınır güvenliğini sağlama vs… Erdoğan’ın da dediği gibi ABD onay vermediği sürece güvenli bölgenin şimdilik sadece “adı kaldı”.
Ancak Erdoğan’ın sınırlı da olsa savaş isteğini askıya aldığı düşünülmemeli. Faşizm en mantık dışı göründüğü anda bile savaşı tercih edebilir.
Suriye’de olmadı ama Türkiye’de Kürtlere karşı savaş sürüyor. Erdoğan’ın tehditkar sözlerine bakılırsa kayyumlar devam edecek. Ancak Erdoğan kayyum darbesiyle istediği etkiyi yaratmış gibi görünmüyor. Bunda muhalefetin attığı adımlar kadar daha önce atanan kayyumların hırsızlıklarının ortaya dökülmesi de etkili. Belediyelere operasyon şimdilik muhalefeti bölen bir etki de yaratmadı. Hatta tam tersine CHP ve HDP arasında yakınlaşma yarattığını bile söyleyebiliriz. Sürpriz bir şekilde gündeme gelen Demirtaş’a tahliye kararı da CHP’nin Kürt sorununda bir muhatap olarak sahne alması karşısında iktidarın bir dengeleme çabası olarak değerlendirilebilir.
Kayyum darbesi karşısında muhalefet geç de olsa ortak bir tepki göstermeyi başardı. HDP’nin ilk baştaki dağınıklığı, CHP’nin temkinliliği ve sosyalistlerin etkisizliğine rağmen Erdoğan’ın amacının herkes tarafından bilinmesi ve 31 Mart – 23 Haziran seçimlerinin yarattığı deneyim muhalefetin birlikte hareket etmesini sağladı. Bu süreçten ders çıkarmak önemli. Kürt halkının HDP belediyelerini oy vermek dışında da sahiplenmesi için halkçı demokratik yerel yönetim deneyimlerini yaratmak, sermaye çevrelerine ya da sistem kurumlarına bel bağlamadan halkın gücüne ve sol bir mücadele programına dayanarak karşı hamleler üretmek, Kürt halkının iradesini sahiplenmek için çalıyı dolanmamak, doğrudan tepki göstermek önemli. Erdoğan’ın muhalefeti bölmeye dönük operasyonları önümüzdeki günlerde de tekrarlayabilir. Erdoğan kayyumla yapamadığını savaşla yapmaya girişebilir. Uyanık olmak lazım.
Muhalefetin atıl, yavaş ve sonradan gelen her türlü tutumu Erdoğan’a zaman kazandırmakta ve Erdoğan zamanı kendi lehine kullanmayı iyi bilmektedir. Bu nedenle hamle üstünlüğünü Erdoğan’a vermekten ve AKP karşısında parçalı durmaktan kaçınılmalı.
Bu süreçte AKP içi çözülme de hızlandı. AKP MYK’sinde Davutoğlu’yla beraber üç eski milletvekilinin daha ihracı istendi. Belki Davutoğlu’nun da istediği buydu. Henüz Gül ve Babacan’la ilgili doğrudan bir adım atılmamış olsa da parti içinden önemli isimlerin istifası hatta grup kurabilecek kadar milletvekilinin istifa edeceği yazılıp çiziliyor. AKP–MHP ittifakına dayalı iktidarın AKP ayağının zayıfladığı görünüyor. Yine de erken seçim sürekli gündem. Ancak Erdoğan’ın iktidar muhalefet dengesinde kendisi açısından uygun koşulları yakalamadan erken seçime girmeyeceğini tahmin etmek zor değil.
Kayyumlara karşı çıkılırken sokak yeniden canlandı. Ne var ki sosyalistlerin bu süreçlerde etkin bir özne olduğunu söyleyemeyiz. Diyarbakır ziyaretlerinin bile parça parça yapılması, CHP ve HDP’yi hızla ortak tutum almaya zorlayamamış olmak solun bu siyasal arenadaki halini özetliyor. Bu süreçte düzen siyasetinin sınırlarında gezen bütün aktörler kendilerine yeni pozisyonlar kazanmaya çalışırken halkın sorunlarını gündeme getirip halkı iktidar karşısında örgütleyecek sosyalist bir çizgiye ihtiyaç çok daha fazla kendini hissettiriyor.
Türkiye’de siyasal haklar ve demokrasi Erdoğan ve ekibinin keyfine bağlı işliyor. Süleyman Soylu, İmamoğlu’na seni “pejmürde ederiz” diye tehdit savururken kaybedilen büyükşehir belediyeleriyle iktidar arasındaki yükselen gerilimi de ortaya koyuyor. Peki, yerel yönetimlere yeni seçilenler ne yapacak? Bunun sadece o ilin meselesi olmadığı belli. Yolsuzlukların ortaya dökülmesi, gerici vakıflarla protokollerin iptali, kreş, sığınma evi gibi kadın hareketinin önemli taleplerine dair atılan adımlar… bunlar elbette önemli ve desteklenmeli. Ancak borç devraldık diyerek kamu hizmetine zam yapıp halkın sırtından para toplamaya çalışanlara, hısım akraba kayırmacılığı yapanlara devrimcilerin yıllardır olduğu gibi dur demesi gerekir. Halkta kendiliğinden var olan dürüst yöneticilik özlemi ve verdiği oyu takip etme eğilimi belediyeleri denetleyen ve birlikte çalışan yaygın halk örgütlenmelerine çevrilebilir.
Bu dönem büyük siyasi kavgaların arasında en az görünen halkın geçim derdi kuşkusuz. Yaz aylarında doğalgaza %33, çaya %32, köprü geçiş ücretlerine %47, sigaraya %40, akaryakıta %30, şekere %16 zam yapıldı. Halk borcu borçla kapatan bir döngünün içinde cebelleşip duruyor. Temel ihtiyaçlardaki zam oranları bu kadar yüksekken son toplu sözleşme masasından memura %4+4 maaş zammı çıktı. TÜİK verilerine bakılırsa fiyatlar artarken enflasyon düşüyor. Oysa ülkede gelir adaletsizliği, geçim sıkıntısı ve işsizlik giderek büyüyen sorunlar. Halktan vergi, hizmet bedeli ve harçlarla para toplayarak hazine doldurulmaya çalışılıyor. Ülkede iki ayrı dünya oluşuyor. İktidarın nimetleriyle palazlananlar ve sırtından geçinilen geniş halk kitleleri. Bu kadar derin eşitsizliğin olduğu yerde ne adalet olur ne de demokrasi. İktidara halkın sırtından in demenin tam zamanı. Ve bunun bütünlüklü bir mücadeleyle yapılması gerektiği kesin. Sadece halkın sırtından inmeleri için değil memleketin dağını taşını suyunu üç beş sermaye grubuna peşkeş çekmelerini engellemek için de daha bütünlüklü bir hareket noktasına ihtiyaç var. Salihli’de halkın JES karşıtı direnişini bastırmak için 1000 jandarmayla mahalleyi basan devlet, enerji ve madencilik şirketlerini zengin etmek için her şeyi göze alıyor. Ama halkın direnişi karşısında afallayan jandarmanın, bir cep telefonundan çekilen görüntülerin yayılması karşısındaki acizliği bile koca zor gücünü yerle bir ediyor. Muğla’da, Manisa’da, Çanakkale’de, Artvin’de, Dersim’de… ayrı ayrı yaşam alanlarını koruyanların Ankara’ya “artık durun” deme, o şirketlere aktarılan hazine parasının hesabını birlikte sorma zamanı geldi de geçiyor. Yürünecek çok yol var.
Bu yazı yayına hazırlanırken cezaevinden kaçıp evliği olduğu Birsen Mıngır’ı önce yakmaya çalışıp sonra da vurarak öldüren Ali Mıngır’ın haberi yeni yayınlanmıştı. Son 24 saat içinde basına yansıdığı kadarıyla Niğde’de Sibel Çetiner, Ankara’da Sibel Köksal, Çorlu’da Melike Baştürk evli olduğu ya da boşanmak üzere olduğu erkekler tarafından öldürüldü. Yine Ağustos ayında basına yansıyan kadın cinayeti sayısı 49. Emine Bulut’un “ölmek istemiyorum” çığlığı sadece kadınların değil bütün toplumun bam teline dokundu ve tam Erdoğan’ın Kürtleri ezerek güç gösterisi yaptığı günlerde ülke çapında kadınların sokakları doldurmasına neden oldu. “İdam”dır, “buton”dur lafları çevirdiler ama bu defa sesleri “ölmek istemiyorum” çığlığıyla boğuldu. Katiller belli ancak sadece katilin belli olması yetmiyor. Erdoğan ve temsil ettiği rejim, iktidarı onunla paylaşanlar bu cinayetlerin sorumlusudur. Kadınların boşanmasını engellemek için, aile içine hapsolmasını sağlamak için yıllardır yapmadık kampanya bırakmayanlar, kadınların kazandığı hakları geri almak için yasaları değiştirmeye çalışanlar, erkekleri iyi halden salanlar, İstanbul Sözleşmesi’ni uygulamamakta ısrar edenler, üç bakanlığı birleştirip kadın politikalarını ortadan kaldıranlar şiddetin sorumlusudur. Kendi erkeklikleriyle yüzleşmeyenler, gündelik hayatın içindeki erillikle mücadele etmeyenler de sorumludur elbette. Kadınlar özellikle son yıllarda dipten çeken akıntı gibi güçlü bir şekilde birbirlerini çekiyor ve dönem dönem büyük sarsıcı dalgalar yaratıyor. Bu dalga örgütlü bir çabayla, devrimci bir akılla hem iktidarı yıkacak hem de muhalefeti değiştirecek güce gelecektir. Sloganda da denildiği gibi “biz hayatı istiyoruz”.
Fırat’ın iki yakasında iradesine sahip çıkan halk, sarayı boykot eden hukukçular, doğaya-yaşam alanlarına sahip çıkanlar, yaşamını ve haklarını savunan kadınlar, parçalı da olsa direnen emekçiler… Faşizme karşı duranlar birleştikçe, AKP çözülecek. Çözülmenin halk yararına bir sonuç üretmesi ise halkın sermaye ve rejim karşısında bağımsız çıkarlarını savunacak bir sosyalist siyaset hattının bu sürece etkin müdahalesi olmadan olmayacaktır.