Bugün Türkiye’de çok farklı kesimlerden ve farklı sorunlar üzerinden yapılan eylemler sokağın cılız da olsa sürekli canlı kalmasını sağlıyor. Parçalı ve farklı konularda ilerleyen mücadeleleri birleştirecek bir hat önem kazanıyor. 17 yıldır iktidarda olan bir parti suçu başkalarına atamaz, çözüm için başka adresler gösteremez
Ankara’da gerçekleşen üçlü Suriye zirvesi sonrası basına servis edilen fotoğraflardan birinde Erdoğan, Putin ve Ruhani’nin ellerini sımsıkı tutuyor. Sanki büyük sonuçlar elde etmiş gibi… Türkiye’de siyaset bazen bu fotoğraftaki gibi ilerliyor. “Hiçbir şey yapamıyorsak, poz yaparız…” Mesele halka sunulan görüntü. HDP önünde bakanın mazlum oturma pozu, orman yangınlarını söndürecek uçak bulamayan bakanın uçak pozu, sınırda ABD ile ortak devriye pozu… Siyasetin bu kadar algıları yönetmeye odaklanması hakikati her zaman örtebilir mi? Belki de soruyu şöyle sormalı; hakikatin dile getirilmesi faşizmin yönetme kapasitesine darbe vurabilir mi?
Peki sonuçta ne oldu? Üçlü zirveden çıkan tek somut sonuç yeni Suriye Anayasası yazım komitesinin belirlenmesi. Elbette bu süreçteki varlığı bile Erdoğan’ın hala masada olduğu anlamına geliyor ancak zirvenin gerçek özeti; herkes kendi oyununu oynuyor. Ruhani ABD ile derdini anlatıyor, Putin İdlip’te yapılacakları hatırlatıyor, Erdoğan’ın dilinde Fırat’ın doğusu. Ancak hem üçlü zirvede hem de Suriye konusunda yapılan diğer pazarlıklarda dikkat çeken bir yön daha var. Herkes kendi ticaretinin, sermayesinin peşinde. Erdoğan Türk müteahhitlerin “güvenli bölge”de yapacağı bahçeli evlerin ve kamu binalarının ne kadar da iyi olacağını hatırlatıyor, Putin şaka yollu Suudi Arabistan’a S-400 satabileceğini söylüyor… Putin daha önce de İdlip’te sıkışınca soluğu Rusya’da alan Erdoğan’a savaş uçağı satmayı teklif etmişti. Fırat’ın doğusuna “güvenli bölge” konusunda ABD’yle yürüyen pazarlıklar da pek farklı değil. ABD’nin Türkiye’ye S-400 alımı nedeniyle ticari yaptırım yapması beklenirken ticaret hacminin 100 milyar dolara çıkarılması için görüşmeler yapılıyor. Suriye konusu “Kayseri pazarlığı”na dönerken gözden kaçmaması gereken bir şey var. Artık dünyada devletlerarası dengelerde güvenlik ve savaş tehdidi kadar ticaret ve ticari yaptırımlar da gündem oluyor.
Erdoğan Suriye konusundaki her gelişmeyi verdiği pozlarla, söylemleriyle iç siyasette gücünü korumanın aracı olarak değerlendiriyor. Yine de içerde işler o kadar yolunda değil. AKP içi çözülme görünür olmaya başladı. Davutoğlu’nun ihraç edilmeyi beklemeden istifasının hemen ardından Babacan’ın parti kuruluşu için tarih verdiği röportaj geldi. Erdoğan da bu sürecin hızlı olması için elinden geleni yapıyor. Bir yandan da cumhur ittifakı karşıtı ekipten kendine en yakın gördükleriyle diyalog geliştirmeye çalışıyor. İyi Parti ve Saadet Partisi ile temaslar böyle değerlendirilebilir. Ancak Saray’da yapılan hesabın çarşıya uyacağından o kadar emin olmamak lazım. Şimdilik %50+1 dengesinde Erdoğan lehine herhangi bir oynama görülmüyor.
Erdoğan’ın muhalefeti dağıtmaya yönelik ataklarının da çok başarılı olduğu söylenemez. En belirgin hedef HDP. Özellikle Diyarbakır il binası önünde bekletilen anneler epey gündem oldu. Ancak bakanların ve Saray’ın kadrolu şarkıcı ve sinemacılarının eyleme katılması işin iyice suyunu çıkardı. (Sahi bu kadro neden hep aynı, bir kişi bile artmıyor) Eylem kendi karşıtını üretti. Diyarbakır AKP il binası önünde barış anneleri, İstanbul AKP il binası önünde tutuklu askeri okul öğrencileri anneleri, Ankara AKP il binası önünde KHK ile ihraç edilen bir kamu çalışanı eylem yapmaya başladı. AKP kapısındakilerin dediği net. İktidar olan AKP, sorumlu olan AKP, çözmesi gereken AKP. Bir de uzun süredir eylem yasağı olan İBB kapısında bekleyen iki seçim arası işe alınmış AKP’liler var. Hatırlatılması gereken şudur: Hak aramak sadece AKP tezgâhlayınca meşru değildir, işini savunmak için de demokrasiye ihtiyaç vardır.
Bugün Türkiye’de halkın yaşadığı en gündelik sorunun bile bir politik tercümesi var. Halkın haklarını korumayı değil sermaye egemenliğini sürdürmeyi hedefleyen AKP iktidarı bütün programını sermayeyi kurtarmak üzerine kuruyor. Son olarak kararnameyle Borçlanma Genel Müdürlüğü kuruldu ve bu kuruma 110 adet personel atandı. Kamu borcu bütçe kanunun koyduğu limiti çoktan aşmışken borçlanma konusunda geniş yetkilerle donatılmış bir kurum oluşturuldu. Bütçe ocak-ağustos döneminde 68,1 milyar TL açık verdi. Bu açık Merkez Bankası ihtiyat akçesinin parça parça bütçeye aktarılmasına ve yapılan zamlara rağmen oluşuyor. AKP sermayeyi hatta çoğu zaman hep aynı şirketleri korumaya dönük politikalar geliştiriliyor. Ekonomide işler kötüye gittikçe kamu bankaları şirketlere kredi musluğunu açıyor. AKP’nin bir dönem seçimlerde en önemli propaganda malzemesi olan mega projelere verilen hazine garantisi özel sektör borçlarını da kamunun üzerine yıkıyor. Sonuç ne olacak? Devlet sermayeyi taşıyabilmek için halkın sırtına daha çok yük olacak. Vergi artışları, zamlar, harçlar… kamu varlıklarının satışı, doğanın talan edilmesi, işsizlik fonu, kıdem tazminatı gibi emekçinin birikiminin sermayeye aktarılması… Bulunan çözüm bunlardan ibaret. Halk dolaylı dolaysız vergilerin, temel ihtiyaçlara yapılan zamların, kira ödemenin, borç döndürmenin altında eziliyor, işsizler ordusu büyüyor.
Ankara Güvenpark’ta banka tarafından maaşına el konulan bir emekli kendini yakmaya çalıştı. Bireysel çaresizlik eylemlerini hak alıcı ve kolektif eylemlere nasıl dönüştüreceğiz? Halka doğalgaz ve elektrik faturalarındaki artışın AKP ile büyüyen şirketlerin borcu yüzünden olduğunu anlatacak, neoliberalizmin yarattığı yıkımı görünür kılacak ve solun/sosyalistlerin çözümünü dile getirecek, anlatmakla yetinmeyip halkın sırtından servetlerine servet katanları rahat bırakmayacak bir hareket biçimi bugün her zamankinden çok gerekli.
Son dönem AKP ile halk arasındaki çatışmada en görünür alanlardan biri yerel yönetimler. Erdoğan kayyum darbesiyle bozamadığı muhalefetin birlik görüntüsünü, büyükşehir belediye başkanlarını Saray’da toplayarak çözmeye çalışıyor. Aynı zamanda yerel seçimlerde yaşadığı yenilgiyi ve meşruiyet kaybını saray toplantılarıyla yeniden kazanmayı hedefliyor. CHP’nin davete icabet etmesi ve katılan belediye başkanlarının görüşmede kayyumlardan bahsetmemeleri, hatta içeriği neredeyse sadece belediyelerin kaynak sorununa indirgeyen önerileri Erdoğan’ın elini güçlendiriyor. Tersten CHP’ye Erdoğan gitsin diye oy verenler için, bu uzlaşma görüntüsü rejimi ve Erdoğan’ı güçlendiren yanlış bir adım olarak okunuyor. Yıllarca belediyeleri rant elde edilecek bir şirket gibi yöneten AKP’nin karşısına halk yararına belediyecilik politikalarıyla çıkmak, yolsuzluğu hırsızlığı apaçık adıyla tanımlamak gerekir. Başta Ankara olmak üzere bazı CHP’li belediyelerin kaynak yaratmak için öncelikle ulaşım, su gibi temel haklara zam yapması kabul edilemez. Bunların karşısında olmak, sol/sosyalist bir bakışla halkın taleplerini dile getirmek, alternatif politikaların bilim insanları ve halkla birlikte üretilmesi için çaba göstermek solun yapması gerekenler. Belediyeler şirket değildir. Yıllardır bu mantıkla uygulanan neoliberal politikalar iflas etmiştir. Aynı mantıkla gidilecek bir yol yoktur. Herkesin sorması gereken şudur; yerel yönetimlerde AKP’nin yaşadığı yenilgi yeni bir başlangıç noktası olarak değerlendirilebilir mi?
Türkiye’de neoliberalizmin ilk uygulama alanı belediyeler oldu. Erdoğan siyaset sahnesine bu dönemde neoliberal politikaların İstanbul’daki icracısı olarak girdi. Bugün neoliberal politikaların krize girdiği ve ülkenin hem siyasal hem ekonomik iflas noktasına geldiği anda Erdoğan’ın ilk ciddi yenilgisini belediye seçimlerinde alması tesadüf değil elbette. Bu yenilgiyi kalıcılaştırmak ve ülke geneline yaymak için yerel yönetimlere dair sol politikalar üretmek, halk örgütlenmelerine dayanarak uygulama ve denetleme aşamalarında aktif olmak, halkın örgütlü gücünü bir yaptırım gücüne dönüştürmek zorunluluktur.
***
Bugün Türkiye’de çok farklı kesimlerden ve farklı sorunlar üzerinden yapılan eylemler sokağın cılız da olsa sürekli canlı kalmasını sağlıyor. Parçalı ve farklı konularda ilerleyen mücadeleleri birleştirecek bir hat önem kazanıyor. 17 yıldır iktidarda olan bir parti suçu başkalarına atamaz, çözüm için başka adresler gösteremez. Hesabı AKP’den sormalı. Örneğin barış akademisyenlerinin beraat kararları sonrası işe iadeleri için geniş çaplı yeni bir mücadele ve kampanya döneminin başlaması gerekiyor. Kadınlar 25 Kasım’a giderken açığa çıkan şiddet sarmalını iktidarın beslediği erkek şiddetiyle mücadele ederek kırmaya çalışıyor. Bunun için doğrudan iktidarla karşı karşıya gelen bir mücadele süreci planlanıyor.
Ülkenin çeşitli bölgelerinde doğasına sahip çıkanlar, sorunun kaynağının sermayenin ihtiyacını gözeten hükümet programı ve enerji politikaları olduğunu en güçlü şekilde söylemek için Türkiye merkezli eylemler öneriyor. İklim grevinden demokrasi nöbetlerine sokak sıcaklığını koruyor. Bir bakıyorsun bir rap şarkısı “isyan çağrısı”na dönüyor, bir bakıyorsun tarikatlara karşı karalı bir boykot eğitim hakkını kazanmanın yolu oluyor. Bu hareketlerin politik bir hedefe, AKP iktidarını yıkmaya yönlendirilmesi, sermaye karşısında emeğin bağımsız çıkarları etrafında, birbirleriyle dayanışma içinde ve ortak bir politik program etrafında örgütlenmesi, sürekliliklerinin sağlanması ve olası engelleri aşmalarının/saldırıları göğüslemelerinin sağlanması sosyalistlerin görevidir. Bu niteliği ancak sosyalistler katabilir.