Talmon, Özcan ve Erdoğan’ın devlet adına yaptığı açıklamalar, Demirtaş’ın tutuklu halinin devamını sağlamanın çok ötesinde bir yönelimi içeriyor. AKP-MHP ittifakı ekonomik-politik ve toplumsal olarak sıkışmış durumda. İktidar gücü olan AKP’de çözülmenin başladığı ve bunun genişleyerek sarsıcı etkiler yaratacağı çok açıktır
Devletin içerisindeki farklı politik eğilimler, Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılıp-bırakılmaması konusunda kendi içlerinde ciddi bir tartışma yürüttü. Serbest bırakılması eğilimi yüksek beklenti yaratmasına rağmen Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “bunları bırakmayız” açıklamasıyla durum netleşti.
Demirtaş hakkında verilen kararın hukuki bir değeri ve önemi olmadığı hemen herkesin bildiği bir gerçek. Soru şu: Devlet, Demirtaş’ın tutukluluk halinin devam etmesine hangi gerekçeyle karar verildi? Devletin içerisindeki farklı politik eğilimler arasındaki rekabet Demirtaş üzerinden bir dengeye mi kavuştu? Demirtaş’ın serbest bırakılmamasının ya da doğrudan hedef tahtasına oturtulmasının politik arka planı nedir? Bu sorulara net/kesin yanıtlar vermek elbette ki zor. Ancak bazı veriler yan yana konulduğunda üzerinden yorum yapabileceğimiz bir fotoğrafın ortaya çıkabileceğini söyleyebiliriz.
Demirtaş’ın avukatlarının başvurusu nedeniyle AİHM’de görülen duruşmada Türk devletini temsil eden Stefan Talmon’un, savunmasını “6-7 Ekim Kobanê olayları” üzerinde şekillendirmesi dikkat çekmişti. Bu savunma tarzı ilk bakışta basit ve zorlamaya dayanılıyormuş gibi görünse de esasen çok bilinçli bir planın parçası olduğu anlaşıldı. İlgimi çeken bir şuydu: Türkiye’de Avrupa Hukuku, Uluslararası Hukuk, İnsan Hakları Hukuku gibi alanlarda önemli çalışmalar yapan hukukçu bilim insanları olmasına rağmen devlet neden Almanya’da yaşayan ve hatta merkezi Bonn’da bulunan “Tehdit Edilen Halklar Ensitüsü”nün başında yer alan Talmon’un savunma avukatı olarak tuttu.
Akla gelen ilk soru: Stefan Talmon kimdir?
Stefan Talmon, hem Almanya hem de İngiltere vatandaşıdır. Almanya ordusunda üsteğmen rütbesindeyken istifa ediyor. Alman ordusundan neden istifa ettiğine dair somut bir bilgi bulunmayan ve kendisini Alman-İngiliz karışımı gören Talmon, daha sonra hukuk okuyor. Almanya’nın Bonn kentinde “Tehdit Edilen Halklar Enstitüsü”nü yönetiyor ancak hukuk bürosu Almanya’da değil İngiltere’nin başkenti Londra’da.
İsviçre’de “Ermeni soykırımı yalandır” diyen ve hakkında açılan dava nedeniyle AİHM’ye başvuru yapan Doğu Perinçek’in avukatlığını yapan Talmon, Cizre olaylarının AİHM’ye taşınması nedeniyle de Türk devletinin savunmasını üstlendi. Başka devletlerle ilişkisinin boyutu nedir bilinmez ancak Türkiye’de devletle ‘derin’ ilişkileri olduğu anlaşılan S. Talmon’un ‘Tehdit Edilen Halklar Enstitüsü’ başında bulunmasıyla, ezilen halkların savunmasının da esasen kurulan oyunun göstermelik bir parçasına dönüştürüldüğünü söylemek mümkün. İki taraf arasında yapılan sözleşmeye göre iktidarın S. Talmon’a verdiği ücretin miktarı elbette ki kimseyi ilgilendirmez. Ancak uluslararası davalarda Ankara’yı sürekli olarak temsil etmesi düşündürücüdür.
Uluslararası hukuk üzerine doktorasını yapan S. Talmon, AİHM’de, Demirtaş’ın politik gerekçelerle değil de “6-7 Ekim Kobanê olayları” nedeniyle ‘terör’ gerekçesiyle yargılandığını ön plana çıkartmaya çalışması sıradan bir savunma tarzı değildir. Bir hukukçu olarak dosyanın içeriğine kabaca baksa dahi Demirtaş’ın bir partinin politik lideri olması nedeniyle görüşlerinden dolaylı yargılandığını görür ve anlar. Ancak ‘derin’ ilişkilerin ve planların olduğu bir yerde sanırım paranın gücünün konuşulduğu anlaşılıyor.
Talmon, Demirtaş hakkındaki soruşturmayı başlatan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın mantığını AİHM’deki duruşmaya taşıdı. Uluslararası alanda, Demirtaş’ın ‘terör’ suçu nedeniyle yargılandığı algısını oluşturmak istendi. Fakat bu çabanın başarılı olma şansının sıfır olduğu bir gerçek.
Devlet içerisinde etkin ve ‘Ergenekon’ olarak bilinen yeni iktidar gücünün; Demirtaş’ın serbest bırakılmasını, uygulamak istedikleri askeri/politik strateji için pek uygun görmediği, en azından bir süre daha tutuklu kalması gerektiğini düşündükleri anlaşılıyor. Devlete hâkim olan klik, iktidarın geleceğini Kürtlere yönelik belirledikleri tasfiye politikaları üzerinde yürütme kararı aldı. Yani Kürt politik güçlerinin çok yönlü tasfiyesi için uygulanmaya konulan stratejinin başarılı bir şekilde yaşama geçirilmesinin temel unsurlarından biri de Kürtleri ve demokratik güçleri temsil eden politik liderleri etkisizleştirmek ve onların toplumsal dinamiklerle olan bağlarını kesmektir. Bunda ne kadar başarılı olacakları bilinmez ama özellikle Kürtler ve demokratik güçler üzerinde doğal bir saygınlığı ve hâkimiyeti olan Demirtaş’ın tutukluluğuna devam kararı verilmesi gösteriyor ki esasen Demirtaş’ın toplumu psikolojik-politik olarak harekete geçirmesinden çekiniyorlar.
İktidarı kontrol eden gücün Demirtaş’ın tutukluluğuna devam kararı vermesinden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bunları bırakamayız” açıklamasıyla durum netleşti. Söz konusu açıklamayı ‘talimat’ olarak algılayan Ankara Cumhuriyet Başsavcısı en basit prosedürleri veya usul kurallarını yok sayarak soruşturma kararı aldı. Savcılığın istemi üzerine Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ hakkında ‘yeniden’ tutuklama kararı veren sulh hakimi de hukuk normlarına göre değil politik tercihlere göre hareket etmek zorunda kaldı. Böylelikle Demirtaş’ın halkla buluşarak toplumsal algıyı pozitif yönde değiştirmede oynayacağı rolü engellemek istediler. Sistemi elinde tutan gücün bu tür planlarının tutmayacağı ve izlenen stratejinin bütünüyle ters tepeceği ve iktidarın aleyhine döneceği de bilinmesi gereken bir husustur.
23 Haziran 2019’da yenilenen İstanbul seçiminden birkaç gün önce istihbarat tarafından İmralı adasına götürülüp Öcalan’ın mektubunu getirip kamuoyunda okuyan Munzur Üniversitesi Öğretim Görevlisi Doçent Kemal Özcan’ın Al-Monitor’da Amberin Zaman’a vermiş olduğu röportaj ile Demirtaş’a yönelik uygulanan kuşatma çemberi arasında önemli bir bağ var. Resmiyette doçent olan (başka görevleri var mı bilinmiyor) Özcan’ın röportajında Demirtaş’ı çok bilinçli olarak hedef tahtasına oturtması, zamanlama bakımından son derece dikkat çekicidir. Demirtaş’ın 2015 seçimleri öncesinde “Seni başkan yaptırmayacağız” söyleminin “Barış sürecinin bitirilmesinde en önemli gerekçelerden biri” olduğunu iddia ederek, Demirtaş’ı Öcalan’a şikâyet edeceğini açıkladı. Onlarca gazetecinin, akademisyenin, yazarın talebi dururken Özcan’ın İmralı adasına gidebilme ‘ayrıcalığı’ nereden geliyor sorusunu bir kenara bırakırsak, Öcalan ismini kullanarak Demirtaş’ı hedef tahtasına oturtması, devletin izlediği stratejinin bir parçasıdır. Özcan’ın satır aralarında Öcalan üzerinde etkili olduğu, sözünü dinlettiği gibi kavramlar kullanması da dikkat çekicidir. Yarın Öcalan adına Demirtaş’ı hedef alan bir açıklamayı kamuoyuna yapması sürpriz olmaz. Bir ‘akademisyen’ olarak bilinen ancak MİT başta olmak üzere devletin üst düzey yöneticileriyle doğrudan ilişki içinde olduğu söyleyen bu kişinin açıklamalarını yok hükmünde saymak, görmezden gelmek, basite almak ciddi sonuçlar doğuracaktır, şimdiden belirtelim.
Talmon, Özcan ve Erdoğan’ın devlet adına yaptığı açıklamalar, Demirtaş’ın tutuklu halinin devamını sağlamanın çok ötesinde bir yönelimi içeriyor. AKP-MHP ittifakı ekonomik-politik ve toplumsal olarak sıkışmış durumda. İktidar gücü olan AKP’de çözülmenin başladığı ve bunun genişleyerek sarsıcı etkiler yaratacağı çok açıktır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tek söz sahibi olduğu AKP’nin planı Davutoğlu ve Babacan hareketlerini partileşseler dahi hukuki süreci tamamlayamadan seçimlere girmelerini engellemek. CHP’de cumhurbaşkanlığı potansiyeli taşıyan tek aday İmamoğlu’nun seçimlere girmesine psikolojik olarak dur demek. HDP seçmeni ve demokratik ilerici seçmen üzerinde ciddi bir ağırlığı olan Demirtaş’ı içerde tutarak etki alanını sınırlamak. Hatta DBP ve HDP’yi kapsamlı ‘gizli’ bir hazırlık yaparak ani Anayasa Mahkemesi kararıyla kapattırmak ve yeni bir parti oluşumunu engellemek. Bütün bunlara yönelmesinin nedeni de Mart 2020’de baskın seçime gitme hazırlığı olarak değerlendiriliyor.
AKP-MHP iktidarı, Demirtaş dışarı çıkarsa bu planı bozabilir ve baskın seçim istenilen etkiyi yaratmaz diye düşünüyor. Bu nedenle söz konusu plan yaşama geçirilene kadar içeride tutmaya çalışılacak ya da kendisiyle pazarlığa oturarak iktidarın politik hattına çekmeyi deneyeceklerdir. Demirtaş’ın savunmaları dikkate alındığında bu olasılığın da pek mümkün olmadığı görülür.
Bütün planlara rağmen unutulan şu; politik ve toplumsal dengeler değişmeye başladığı andan itibaren bu tür zorlamaya, şiddete ve baskıya dayanan yapay planlar başarıya ulaşmaz. Bu nedenle Kürtler üzerinde yürütülen çok yönlü tasfiye stratejisi HDP’ye oy veren seçmen kitlesini etkilemeyeceği gibi AKP’ye oy vermiş seçmen kitlesinin vicdanını da etkileyecektir. 23 Haziran 2019’da yenilenen İstanbul seçimlerinde bu durum çok net olarak görüldü. Bu nedenle Demirtaş’ı içerde tutmaya devam etmeleri esasen hukuki olmayıp politik bir tercihtir ve bunun böyle olduğu Türkiye genelinde kabul gören bir görüştür. Özellikle de HDP’ye ve hatta AKP’ye oy veren Kürt kökenli seçmen kitlesinin çok daha fazla etkileneceği açıktır. Bu politik tercihler iktidarın güç olmasına hizmet etmez, tersine çözülmeyi derinleştirir.
MHP’nin etkisinde kalan AKP, Demirtaş’ı daha bir süre cezaevinde tutabilir ancak izlediği yanlış strateji nedeniyle iktidarın çözülmesinin önüne geçemez.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.