“Artık AKP dikiş tutmaz, büyük şehirleri kaybedince hortumları da kesilecek, ekonomik kriz büyümeye devam edecek, dolar daha da yükselecek ve AKP dayanamayacak, S-400’ü alarak ABD’yi kızdırdı ve ABD’yi kızdıran hiç kimse iktidarda kalamaz, iki yeni parti kurulacağına göre AKP bölünür/parçalanır…”
Kimse ne olacağını bilmiyor, sonbaharda? Bilinen tek şey bir şeyler olacağı? Çoğu fısıldıyor, bazıları bağırıyor.
“Bir şeyler” olacağını tetikleyenin ne olduğu belli? 31 Mart yerel seçim sonuçları ve elbette bu sonuçları katmerleyen 23 Haziran’da tekrarlanan İstanbul seçimi;
“Artık AKP dikiş tutmaz, büyük şehirleri kaybedince hortumları kesilecek ve kimseyi besleyemeyecek, ekonomik kriz büyümeye devam edecek, dolar daha da yükselecek ve AKP dayanamayacak, S-400’ü alarak ABD’yi kızdırdı ve ABD’yi kızdıran hiç kimse iktidarda kalamaz, iki yeni parti kurulacağına göre AKP bölünür/parçalanır, zaten Tayyip’in hastalığı da nüksetmiş, sonuç; erken seçim kaçınılmaz.” Hatta daha da ileri gidip erken seçim için Kasım tarihini verenler bile oldu.
Pekiyi, hepsi çok güçlü olmasına rağmen yukarıdaki gerekçeler Tayyip Erdoğan’ı (üstelik kaybedeceği) bir seçime zorlar mı? Hatırlatmakta yarar var, bu iddiaları dile getirenler Erdoğan’ın karşı hamle yapmayacağını/yapamayacağını varsayarak hareket etmekteler.
Aşağıda görüleceği gibi belediye meclis üyelikleri oy oranı hala yüzde 50’nin üzerindedir. Bunun anlamı şudur; AKP seçmeni (AKP-MHP bloğu da denebilir) parti değiştirmemiş, aday değiştirmiştir.[1] Bir başka ifade ile yerel seçim değil de genel seçim olsa AKP-MHP bloğu çoğunluğu yine elinde tutardı.
“Belediye Başkanlığı seçimlerinde AKP yüzde 42,55, MHP yüzde 7,44. Toplam; yüzde 49,99
Belediye Meclis Üyeliği’nde AKP yüzde 42,56, MHP yüzde 7,46. Toplam; yüzde 50,12
Büyükşehir Belediye Başkanlıklarında AKP yüzde 44,06, MHP yüzde 5,18. Toplam; yüzde 49,24
İl Genel Meclisi sonuçlarında ise AKP yüzde 41,61, MHP 18.81. Toplam; yüzde 60,43”
Erdoğan, tam da belediye meclislerindeki bu çoğunluk üzerinden taktik geliştirmektedir; “bir belediye başkanının kendi belediye meclisinde sırtını dayayacağı bir meclis yoksa komisyonları da çıkaramaz, bütçe de alamaz”. İşi yokuşa sürmek, son ana kadar karar çıkarttırmak, kadro değişimini zorlaştırmak, v.s. Bunların yetmediği durumda yeni yasal zorluklar ve düzenlemeler de peşinden gelecektir.
Şimdiye kadar AKP’ye bağlı olan belediye hortumlarının kesilecek olmasına ise Erdoğan’ın yanıtı açık; hazine garantili borçlanmaları izne tabi kılmak, büyük ihaleleri belediye bünyesinden çıkarmak. Ve elbette hedefteki belediyeleri başarısız ve beceriksiz göstererek, onlara oy verenleri cezalandırmak için de bütçe kısıntısına gitmek.
Erdoğan’ın işini kolaylaştıran en önemli gelişme ise CHP’den yeni seçilen (başta İmamoğlu olmak üzere) belediye başkanlarıdır. Erdoğan ile doğrudan hatta dolaylı olarak bile karşı karşıya gelmek istemeyen İmamoğlu ve Yavaş, üzerlerinde bir baskı hissetmedikleri sürece bu çizgilerine devam edeceklerdir.
Mansur Yavaş’ın şimdiye kadarki icraatlarıyla öne çıkan özellikleri; CHP’den seçilmiş olmasına rağmen belediye üst kadrolarını eski MHP’li ve AKP’lilerle doldurmuş olması, popüler belediye hizmetlerine yönelmiş olması ve (anlaşılan biraz kindarlık biraz da gerekçe oluşturmak için) Melih Gökçek’i hedefe alması, oldu.
İmamoğlu’nun en belirgin özelliği ise Erdoğan’la iyi geçinmeye çalışmak! Erdoğan’ı Saray’da ziyaret etmeyi istemek, Erdoğan’la açılışa katılmak, hatta yeminli AKP’lileri üst kadrolara atamaya çalışmak. Kendisi için yaratılan imajı korumaya çalışarak, sola, HDP’ye hatta CHP teşkilatına mesafe aralamak.
Çok kısa bir zaman dilimi geçmesine rağmen görülmektedir ki yerel yönetimlerde kritik illerin değişmiş olması “kendiliğinden” bir biçimde Erdoğan iktidarını yıkmakla, hatta onunla ciddi siyasi gerilimler yaratmakla sonuçlanmayacak. Yerel seçim sonuçlarını doğrudan etkileyen AKP karşıtı “kitle dinamizmi” şimdilik hala gücünü ve motivasyonunu korumasına rağmen bun dinamizmin “kendiliğinden sürekliliğinin” bir garantisi yoktur.
Açıktır ki yerel yönetim-siyasi iktidar ilişkisinin bir gerilime hatta çatışmaya dönüşmesi ancak “başka güçlerin” müdahalesi ile olabilecektir.
Açıktır ki AKP’nin 17 yıllık ekonomi yönetimi, ekonomik istikrar yarattıysa da kalıcı bir ekonomik model oluşturamadı. İnşaat sektörü dışında hiçbir sektör, üretken başat performans gösteremediği gibi varolan alanlar (başta tarım olmak üzere) neredeyse yok edildi. Sıkışılan durumlar, kaynağı belli olmayan (Katar belli olanlardan) sıcak parayla atlatıldı.
Ekonominin en kırılgan yanı, dışa bağımlılığın (kendisinden öncekilerden daha da bağımlı olmak üzere) boyutlarıdır. Kamu ve özel sektör borcu her yıl kademeli olarak artıyor.[2] Hatta bu dışa bağımlılık, kısa süren/sürebilen manipülasyonlarla Erdoğan’a seçim kazandırmayı veya seçim kaybettirmeyi etkileyebilmektedir. Türkiye’nin kapitalist sistem içindeki yeri (18. büyük ekonomi) ise uluslararası sermayenin ve örgütlerinin topyekûn bir çöküşü göze almasını engelleyen en önemli faktördür.[3] Erdoğan iktidarının elinde, ekonomik krizin tepki doğuracak sonuçlarını öteleyecek, geçici çözümler bulabilecek ve hatta sahte umutlar yaratabilecek argümanları hala mevcuttur.
Açıktır ki ekonomik krizin yarattığı yıkıma duyulan öfkenin iktidara ve sermaye programına yönlendirilmesi ve bu krizden emekçiler lehine yeni bir düzen kurulmasını tetikleyecek olan “başka güçlerin” müdahalesi olacaktır.
Kabul etmek gerekir ki Erdoğan, Rusya ile gerek Suriye’de girdiği ilişkiler gerekse de doğalgaz boru attı, nükleer santral ve elbette S-400 ile ABD karşısında (ve kuşkusuz AB karşısında) bir “denge” tutturarak elini güçlendirmiş ve hala güçlendirmektedir. Açıktır ki bu durum Erdoğan’dan daha çok Putin’in ve Trump’ın izlediği çizgiyle doğrudan bağlantıdır. Ayrıca coğrafi avantajları da eklemek gerek.[4]
Emperyalistler arası ilişkilerin geldiği tarihsel evre ve Türkiye’nin coğrafi, ekonomik ve siyasi ilişkileri (ki bu duruma Erdoğan’ın arkasında gözüken seçmen desteğini de eklemek kuşkusuz gerekli) dış politikayı kompartımanlara bölerek sürdürme avantajını Erdoğan’a sağlamaktadır.[5]
17 yıllık dönemde iktidar olmayı ve iktidarda kalmayı, dış politika vaatlerine bağlayan AKP, aslında tek bir başarı bile sağlayamadı. Ermenistan’dan Yunanistan’a, AB üyeliğinden Şangay beşlisine, Sudan’dan Libya’ya, Katar’dan İran’a kadar her ilişkisi önce büyük vaatlerle sonra hüsranla noktalandı.[6]
Tüm bu başarısızlıklara rağmen Erdoğan iktidarı, dış politika konusunda düzen içi her siyasi oluşum tarafından açık (ya da örtülü) bir desteğe sahip olabilmektedir. Kuşkusuz bundaki en önemli neden başta CHP olmak üzere düzen partilerinin dış politikayı, iktidardaki siyasi partinin değil devletin politikası olarak kabul etmesi ve ettirmesidir. HDP’nin tüm toplumu kapsayacak bir dış politika belirleyebilmesi elbette beklenemez. Washington ve Moskova’da büro açan ya da açmaya çalışan Kürt Siyasi Hareketi’nden, bu toplumun dış politikasında en temel parametre olan ABD’ye ya da Rusya’ya ne demeli sorusuna tutarlı bir yanıt beklemek hiç gerçekçi değil. Bu konuda tek doğru yanıtı üretebilecek olan sırtında “yumurta küfesi taşımayan” sosyalistlerdir. Ancak çok parçalılık ve siyasal düzlemdeki güçsüzlük bunu engellemektedir.
Açıkçası “sadece” dış ilişkilerden kaynaklı olarak AKP’den ya da Erdoğan’dan kurtulmayı beklemek ham bir hayaldir.
Önce Davutoğlu ardından Babacan (Abdullah Gül ile beraber) yeminli AKP kadroları, Erdoğan’la kader ortaklıklarından vazgeçtiler. Niye birlikte davranmadıkları, kimlerin, niçin bunu engellediği, AKP’nin iç kulislerine hâkim olmayan bizler için bir muamma. Ancak AKP’den iki farklı partinin çıkacak olması, Erdoğan’dan ve dolayısıyla AKP’den yılmış olan toplumsal kesimleri hoşnut etmiş görünüyor; yesinler birbirlerini.
Davutoğlu’nunki daha fevri bir çıkış olarak görülebilecekken Gül-Babacan oluşumunun gerek ulusal ve uluslararası tekelce sermayenin (Babacan’ın ilişkileri ve temsiliyeti) gerekse de yine ulusal ve uluslararası siyasi ilişki yumağının (Gül’ün dışişleri, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığında biriktirdikleri) desteği/temsiliyeti açısından ciddiye alınması gerekir. Ancak bu oluşumun ne “Özal’ın dört eğilimi birleştirme” projesiyle ne de “CHP ile bir koalisyon yaparak ülkeyi yönetelim” projesiyle bir alakası olmadığı aşikardır.
Kendilerini sağ muhafazakar bir demokrasi ve adalet/hukuk vurgularıyla pazarlamaya çalışan Gül-Babacan oluşumu aslında egemen sınıfların, ülkenin yeniden bir koalisyonla yönetilmesine karşı aldıkları önlemdir. Egemen sınıfların Erdoğan iktidarında (her şeye rağmen) vazgeçemedikleri, tek bir merkezden karar alma ve uygulama kolaylığıdır. Erdoğan’ın kendisini kaçınılmaz kıldığı da budur. MHP ile ittifak bir tercihten ziyade bunu sağlayacak tek yol olduğundandır. Egemen sınıflarda farkındadır ki Erdoğan (AKP) son üç seçimdir erimekte ve ancak MHP ile birlikte davranarak (ve elbette sandık hileleri ile) ayakta durmaktadır. Ve bu gidişat AKP seçmeninin diğer partilere kaymasına ve hatta kendi içinden bir alternatif çıkaramazsa Özal’ın ANAP’ına, Ecevit’in DSP’sine dönme riski taşımaktadır.
Fazla uzatmadan, Gül-Babacan oluşumu, Erdoğan ile uzlaşarak ya da uzlaşmayarak İslamcı, muhafazakar ama mutlaka kapitalist sistemin etkin bir parçası olarak tutma projesidir. Ve bu oluşumun başarılı olmasında sosyalistlerin hiçbir yararı yoktur. Erdoğan ve AKP rejimi, bunların girişimi ile değil toplumsal ve siyasal devrim mücadelesi ile yıkıldığında ilerlenebilecek bir yol mevcut olacaktır.[7]
Rejim hala kendisinden kaynaklı ya da kendisi adına hareket edenlerin yarattığı krizleri çözme kapasitesine sahiptir. Sonbaharda (30 saniye içinde) kendi kendisini yok edeceğini beklemek, ya da dayanılmaz bir kaos oluşacağını ummak boş hayaller peşinde koşmak olduğu gibi, bu boş hayallere kendi çapındakileri (ne kadarsa artık) sürüklemek olacaktır.
Açıktır ki Tayyip Erdoğan’ın 1994’ten yani İstanbul Belediye Başkanı seçildiği andan itibaren siyasal meşruiyetini dayandırdığı “temel argüman” sandık çoğunluğu oldu. Gerek kontrgerilla ile girdiği ilişkiler gerek tekelci sermayenin temsiliyeti gerekse de emperyalist merkezlerin dolaylı/dolaysız desteği bu “temel argümanın” gölgesinde yer aldı.[8] Karşısına aldığı ya da ittifak yaptığı her siyasal güce sandık çoğunluğunu işaret etti.
Erdoğan, sandık çoğunluğunu arkasına almanın getirdiği meşruiyeti “kullanarak”, gerek kontrgerilla klikleri arasında gerek tekelci sermaye grupları tercihinde gerekse de emperyalist merkezler karşısında vazgeçilmezliğini kullanarak; inisiyatif geliştirebilen, seçmeci ve yarı-özerk bir siyaset tarzı oluşturabildi. Cumhuriyetten önce oluşmuş ve birbirine devrederek gelen kontrgerilla ilişkilerinin karşısına Gülen’in kliğini çıkarabildi, sözde İslamcı özde kendisi tarafından beslenen ve kendisini besleyen bir sermaye gruplarını ülkede yerleşik en büyük tekelci sermaye gruplarının eşdeğeri haline getirebildi ve BOP’un eşbaşkanlığından terfi edip İslam dünyasının lideri olabilme hayaline kadar ilerleyebildi.
Ama artık, işlerin eskisi gibi yürütülemeyeceği anlaşılmış olmalı, hatta Erdoğan tarafından bunun çok daha önceden anlaşılmış olduğu söylenebilir. Başkanlık rejimi dayatması/geçişi ve MHP ile cumhur ittifakı bu süreci durdurmanın, tersine çevirmenin hamleleri olarak okunabilir.
Düzen içi karşıtların ve toplumsal muhalefetin bilince çıkarması ise 31 Mart- 23 Haziran sürecinde gerçekleşmiştir. Artık herkes için AKP’nin gerilediği “resmi” olarak da onanmış oldu. Ve bu gerçekleşince de Erdoğan’ın eskisi gibi devam etme/yok varsayma olanağı tamamen ortadan kalkmış durumdadır.
Şimdi Erdoğan’ın önündeki seçenekler bellidir. En belirgin seçenek, kuşkusuz bildiği tarzdan devam etmek olacaktır. Yani sandık çoğunluğunun kabul edilir meşruluğunu sağlayabilmek için tekrar seçime gitmek; Genel seçim, cumhurbaşkanlığı ve meclisin yeniden seçilmesi. Bu olasılığın çok gerçekçi olmadığı rahatlıkla görülebilir. Birincisi; daha iki yıl bile olmadan seçim sandığı koymanın gerekçesini oluşturmak ve bu gerekçe üzerinden kazanmayı garantilemek Erdoğan için bile büyük bir risk.[9] İkincisi; Erdoğan bile istese henüz iki yılını doldurmamış vekilleri (emekli maaşını garantilememiş) seçime ikna etmek kolay olmaz.
Ancak bu yolda denenebilecek en olası seçenek, yüzde 50’yi garanti altına alacağı bir referandum konusu olabilir. Yani muhalefetin mutlaka karşısında olacağı ama seçmenin çoğunluğunun evet diyeceği. Bu da riskli görülebilir.[10]
Eğer Erdoğan sandığı kullanmayacaksa ülke siyasetinde etkili olan güçlerle iktidarını paylaşmanın yollarını “genişletmek” zorundadır. Bunun anlamı açıktır, kontr-gerilla kliklerine[11], tekelci sermaye gruplarına ve elbette ki emperyalist merkezlere daha fazla taviz. Ve bu taviz üç-beş kuruşun paylaştırılması, üç-beş ihalenin dağıtılması biçiminde kotarılamaz. Kontrgerilla siyasetinin hâkim kılınması, küresel tekelci sermayenin ekonomik programının mutlak uygulanması ve elbette emperyalist güçlere daha bağımlı bir taşeronluk ilişkisinin kabulüdür. Bunların hepsi ya da daha ağırlıklı olarak bir ya da birkaçına dayanarak iktidarı sürdürmek, bu tercih Tayyip Erdoğan göbeğinde oturduğu şu anki oligarşinin vereceği karar olacak!
Anlaşılmaktadır ki Erdoğan bir süredir kontrgerillanın siyasetini tercih etmiş durumda. Sivil faşist MHP bloğunun ve askeri faşist bloğun ideolojik ortaklığı olarak Suriye topraklarına göz dikmiş ve bunu yaparken de yine ortak ideolojik hedef olan Kürt düşmanlığını kullanmaktadır.[12] Bu noktada belki Erdoğan’ın kişisel bir tarihsel misyon yaratma hedefinin de olduğu varsayılabilir; Mustafa Kemal ve biraz da Ecevit gibi ülke topraklarını genişleten bir fenomen olmak.
Erdoğan’ın sandık çoğunluğuna dayanarak tek başına bir siyasi güç olma pozisyonu ortadan kalkmaktadır. İster kontrgerillaya dayanarak Suriye’de Kürtlere karşı topyekûn bir savaşı tercih etsin –ki bu durum aynı zamanda ülkedeki tüm sosyalist ve demokratlara karşı da “cephe gerisi” saldırı demektir-, ister 24 Ocak kararları gibi tekelci sermayenin tamamının ortaklaştığı bir ekonomik saldırı planı uygulasın, isterse de emperyalist güçlerden birine sırtına dayayarak “ilişik emperyalist bir tercih”te bulunsun, bunların hiçbirinden Türkiye halkları için “normalleşmiş bir hayat” çıkmaz!
Kürt siyasi hareketi için dört ayrı parçada (ülkede) dört ayrı siyaset yürütebilmek mümkün mü? Suriye’de başka, İran’da başka, Irak’ta başka ve Türkiye’de başka. Üstelik bazı durumlarda birbiriyle karşıtlık içinde. Dört ayrı siyaset yapılamamasının önündeki en büyük engel kuşkusuz Tayyip Erdoğan. Erdoğan ile daha doğrusu Türkiye egemenleriyle uzlaşılabilse Kürt hareketinin tarihsel bir eşik atlayacağı kesin. Belki de tam da bu nedenle, Erdoğan ile köprülerin atıldığı her durumda bile bir “uzlaşma aralığı” sürekli bırakılıyor.
En son örnek, içinde bulunduğumuz dönemde yaşanıyor. Yerel seçimlerde, AKP-MHP faşist bloğuna karşısındakileri “ne olursa olsun” destekleyeceğiz ve “AKP ile ipleri koparttık” biçimindeki siyasi açıklamalar, son dönemde “yeni bir müzakere sürecinin” olabileceğine ilişkin açıklamalara dönüştü. Kürt siyasi hareketinin pozisyonu, “AKP ile asla olmaz, o gittikten sonra yerine gelecek olanlarla yeni bir süreç başlatırız” şeklinde bir siyasal tercihe bir türlü dönüşemiyor. (Bunu beklemek mümkün mü, o da ayrı bir soru elbette).
Ayrıca, Kürt siyasi hareketinin başkanlık rejiminden yana mı yoksa parlamenter sistemden yana mı, tavır aldığı belirsizliğini koruyor. Öcalan’ın siyasal pozisyonu tam olarak netleştirilemiyor. HDP, siyasi karar almada bağımsız mı, yarı bağımlı mı, yoksa basit bir aparat mı, olduğu değişken. Sınıf siyasetinin nerede başlayıp nerede bittiği belirsiz…
Durum böyle olunca da tutarlı, istikrarlı ve kalıcı bir siyasi pozisyon oluşturulamıyor. Karşı tarafın pozisyonuna göre her an değişebilecek, stratejiyle değil taktiklerle ilerleyen ve ittifakları da belirsiz bir siyasi hareket görüntüsü yerleşiyor.
Özellikle kendi dışındaki solun, ya da başka bir ifade ile toplumsal muhalefet dinamiklerinin (ekoloji hareketinden demokrasi talepli hareketlere kadar) bağımsız bir özne olmasına “izin vermeyen”, ittifak siyaseti ile kapsadığı bileşenleri de kendi içinde de etkili bir siyasal özne haline getirmeyen HDP’nin sol yapılardan aldığı destek sandıktan öteye gidemiyor!
Kuşkusuz bu ilişkinin bir de soldan kurulan kısmına bakmak gerek. Açıktır ki sosyalistler, ne Kürt hareketine duyarsız kalarak (ya da karşı olarak) ne de Kürt hareketine tabi olarak bir devrimci çizgi sürdüremezler. Kuşkusuz başka bir dizi nedeni olmasına rağmen sosyalistlerin birliğinin önemli engellerinden biri Kürt hareketi karşısında aldıkları/alacakları politik tutumdur.
Diğer yandan önümüzdeki dönem için ne Kürt Siyasi Hareketi’ne (ne de HDP’ye) AKP iktidarını yıkacak ya da yeni bir kurucu misyon oluşturacak bir siyasi özne değerlendirmesi yapmak doğru olmayacaktır.
Bir devrimci çizgi; içinde bulunulan tarihsel kesitten, birlikte etkileşim içinde olunan siyasal öznelerden ve elbette karşı olduğu/yıkmak istediği egemen bloğun tercihlerinden tamamen bağımsızlaşarak oluşturulamaz.
İçinde bulunduğumuz tarihsel kesit de, Erdoğan diktatörlüğünün kendi yarattığı sorunların kendisini yok edeceği beklentisi içinde geçiştirilemez. Açıktır ki sistem, kendi krizlerini aşmak için başka krizler yaratacak olsa da kendisini devam ettirme kapasitesine hala sahip.
Düzenin siyasal güçleri de rejimi yıkmaya değil, rejimi onarmaya “meyilli”.
Tam da bu nedenlerle bir devrimci çizgi, rejimin kendi kendisini yıkmasını beklemek ya da rejim güçlerinin “birbirini yemesini” seyretmek üzere inşa edilemez.
Kritik bir eşikteyiz. Erdoğan’ın diktatörlüğünü inşa ettiği sandık çoğunluğu tam da çözülmeye başlamışken, bu çözülmeyi derinleştirmek önemli görevlerden biri. AKP’nin yeniden kurmaya çalışacağı “mahalle baskısına” önlem almak; 17 yıldır AKP iktidarının yarattığı siyasal, ekonomik ve toplumsal tahribatı sürekli gündemde tutmak; AKP-MHP seçmenini bir bütün olarak değil, ayrı ayrı “değerlendirmek”; AKP kadrolarının yetersizliğini, AKP kadroları ile seçmen arasındaki “farklara” vurgu yapmak; dış politikanın hatta özellikle Suriye politikasının başarısızlığını ve bu tercihlerin halkların değil doğrudan egemenlerin çıkarına işlediğine işaret etmek; ekonomik krizin kimlik siyaseti üzerinden değil geçiştirilmesini değil sınıf siyaseti üzerinden “çözümüne” vurgu yapmak vs.
Bununla birlikte Erdoğan rejiminin kendisini yeniden tahkim etmeye çalışacağı her yönelime karşı “uyanık olmak” gerekli. Açıktır ki doğrudan ya da dolaylı Erdoğan rejiminin bir şekilde devamına hizmet edecek pek çok girişim HDP’den CHP’sine, TKP’den bilumum aydın geçinen akiline kadar geniş bir yelpazede sergilenebiliyor. Bolca örnekten birkaçı rahatlıkla sıralanabilir; İmamoğlu’nun Erdoğan ziyareti ve tescilli AKP’liyi belediye müdür olarak ataması gibi, “AKP’yle bu işin olmayacağını kesin olarak olmayacağını anladık” açıklamalarına rağmen iyi niyetinden kuşku duyulmasa da Demirtaş’ın Erdoğan’a “”Kendisi demokratikleşme konusunda bir adım atarsa biz de kendisine on adım atarız” çağrısı gibi, TKP’nin S-400’den yana olan tavrı gibi, Fazıl Say’ın onca laftan sonra Erdoğan’ı konserinde ağırlaması gibi, gibi, gibi… Erdoğan’ın yalnızlaşması mutlak sağlanmalıdır, ona ve onun rejimine bir nebze bile meşruluk sağlayabilecek herkes, sosyalistler açısından hedeftir.
İster kontrgerilla siyasetini, isterse tekelci sermayenin ekonomik saldırı programını isterse emperyalist yayılmacılığı/taşeronluğu arkasına alsın, Erdoğan rejimi yıkılmak zorundadır.
Kontrgerillanın karşına demokrasi ve özgürlük mücadelesi, tekelci sermayenin karşısına emek ve kamusal hak mücadelesi, emperyalizmin karşısına yurtseverlik ve bağımsızlık mücadelesi dikilecektir.
Dipnotlar:
[1] Bu konuya daha sonra dönülecek olmasına rağmen bu noktada belirtmek gerekir ki Babacan ve Davutoğlu tam da bu eğilimi değerlendirmek istemektedir. AKP seçmenini tutarak, adayı yani Erdoğan’ı değiştirmek.
[2] Brüt dış borç stokunun, GSYİH’ya oranı 2002 yılı sonundan bu yana görülen en yüksek seviyede. Brüt dış borç stokunu 137 milyar 65 milyon doları kamu sektörüne, 5 milyar 504 milyon doları Merkez Bankası’na, 305 milyar 882 milyon doları ise özel sektöre ait bulunuyor. Toplam borç; 448 milyar 452 milyon doları buluyor.
[3] Büyük bir ekonomik kriz, kapitalist sistem içinde bölgesel ya da sektörel büyük bir krizle tetiklenebilir gibi gözükmektedir.
[4] Örneğin Ürdün, Türkiye’den çok daha fazla Suriyeli göçmen akınına uğramış olsa da bu göçmenleri Avrupa ülkeleri karşısında şantaj unsuru olarak kullanamamaktadır.
[5] Putin’le neredeyse her konuda iş pişirirken Putin’in kanlısı Ukrayna’yla kanka olabilmekte, Trump’la yarenlik ederken Trump’ın tanımadığı Maduro’ya arka çıkabilmektedir.
[6] Hakkını yememek lazım, elinde Ukrayna var (o da şimdilik).
[7] “Zaten Tayyip’in hastalığı da nüksetmiş” lafı, bu yazıda değerlendirmeye değer görülmemiştir.
[8] Bu özellik Türkiye siyasi tarihinde Menderes ve Özal’la da yaşanmıştır. Farklı tarihsel kesitlerde ve fırsatlarda yaşanmış olsa da.
[9] Bu arada, erken seçim kaçınılmaz diyen muhaliflere hatırlatmak gerekir ki erken genel seçim ya cumhurbaşkanının kararıyla ya da mecliste 360 milletvekilinin oyuyla mümkün. Yani MHP blok olarak oy verse bile AKP, mecliste bölünmeden “sayısal olarak” erken seçim mümkün değil.
[10] Turgut Özal bunu denemişti. Siyasi yasakların kalkma(ma)sını referanduma götürmüş ancak başarılı olamamıştı.
[11] Artık devlette tek bir kontrgerilla merkezinin olduğunu söylemek güç; Ergenekon diye tabir edilen artıklardan Gülen artıklarına, tarikatlara bağlı ilişkilerden Rusçulara kadar değişik/bağlaşık ilişkiler mevcut. Hatta ulusalcı denilenler bile MHP’yi, İYİP’i, Perinçek’i, OdaTV’yi kendisinin siyasi sözcüsü olarak kullanabiliyor.
[12] Erdoğan’ın Türkiye kontrgerillasını arkasına alma tercihi Menderes’in ve Özal’ın düştüğü hatadan ders almak mıdır, bilinmez!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.