Başta Kaz Dağları olmak üzere Türkiye’deki altın madenleri ruhsatı alan şirketler işte bu sözü edilen “sözleşmeli madencilik” anlaşması ile iş görmektedirler/iş bitirmektedirler. Bu hem sömürgeci şirketlerin istediği bir şeydir. Hem de sözleşmeyi yapan, ruhsatı veren yönetimlerin/iktidarların “sınıf-ekonomi” ilgi, ilişki ve uygulamaları ile ilgili kendilerince “olumlu” sonuçları olan bir durumdur
Yeraltı kaynaklarının bir ülkenin zenginliklerinden olduğu tartışmasız bir gerçekliktir. Bu zenginliklerden söz konusu ülkenin, kendi özgün iradesi ile yararlanması isteği ve gereği de tartışmasız bir gerçekliktir. Lakin işin “ülkenin sürdürülebilir geleceğine” olan katkısı veya zararları yanında, toplumsal ve ekolojik boyutlarının çok daha önemli olduğu bir gerçektir.
İşin elbette gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkeler açısından bilindik boyutları da var. Bunlardan birincisi sömürgeleştirme ve yeni sömürü biçimleri, talan etme ve işbirlikçi sermaye yapılanmaları ile ilgili boyutlardır.
Türkiye gibi kendine özgü bazı özellikleri olan, gelişmekte olan ama gelişmekten ziyade büyüme ve zenginleşme peşinde olan ülkelerde yeraltı kaynaklarının yer üstüne çıkarılması ile ilgili stratejik kararlarının siyasal yönetimler ve rejimler ile ilgili kararlar ve uygulamalar olduğu da şüphesizdir. Yani verilen kararların ülkenin, vatanın, doğanın ve halkın ne düzeyde yararına olup olmayacağından öte, bir takım idealler, ideolojik nedenler ve gündelik politikaların etkisinde verilip verilmediği meselesi çok ciddi bir durumun yansımalarıdır.
Örneğin “sözleşmeli madencilik” denilen bir anlaşma biçimi vatan, doğa, adalet, yerin üstünü yerin altından daha çok önemseyen insanları kuşkulandıracak, haliyle mutlu etmeyecek ve dahası karşı duracak bir içerik taşımaktadır. Yer üstünün talan edilerek bir anlamda yok edilerek elde edilecek yeraltı zenginliği, her halükarda karşı durulması gereken bir durum olsa da, ülkemizdeki altın madenciliği özelinde yaşananlar ve “sözleşmeli madencilik” özelindeki uygulamalar karşı mücadele adına çok daha haklı gerekçeler doğurmaktadır.
2016 yılı Nisan ayı itibariyle Türkiye’de 95 altın madeni ruhsatı verilmiştir. Muhtemelen bu sayı günümüz itibariyle artmış bulunmaktadır. Bu arada ruhsat prosedürleri devam edenler söz konusudur. Diğer maden işletme ruhsatlarını da işin içine dâhil ederseniz, bu işin boyutları emperyalizmle işbirliği boyutlarının da düzeyi açısından bir gösterge olmaktadır.
Başta Kaz Dağları olmak üzere Türkiye’deki altın madenleri ruhsatı alan şirketler işte bu sözü edilen “sözleşmeli madencilik” anlaşması ile iş görmektedirler/iş bitirmektedirler. Bu hem sömürgeci şirketlerin istediği bir şeydir. Hem de sözleşmeyi yapan, ruhsatı veren yönetimlerin/iktidarların “sınıf-ekonomi” ilgi, ilişki ve uygulamaları ile ilgili kendilerince “olumlu” sonuçları olan bir durumdur.
Sözleşmeli madenciliğin en önemli özelliği, “açık çukur madenciliği” yöntemi ile çalışılan altın madenciliği işletmeleri olmasıyla ilgilidir. “Açık çukur madenciliği” olağanüstü ağaç katliamı, olağanüstü kazı, çok büyük oranlarda hafriyat, dolayısıyla araç-gereç ve büyük işgücü gerektiren bir iştir. İşte tam bu noktada devreye yerli taşeronlar sokulmakta hafriyat, makine-teçhizat ve işgücü sağlama ile ilgili tüm yükümlülükler taşeron şirketler tarafında üstlenilmektedir.
Özetle ve kısaca;
Eğer ülke için ekonominin biricik ölçüt ve amaç olduğunu varsaysak dahi, kısa vadede yerin altından elde edilecek zenginliğin, uzun vadede yerin üstünün sağlayacağı ekonomik zenginliği sağlayamayacağını hepimiz biliyoruz. Onlar da biliyor. Onun için yerin üstü, yerin altın(ın)dan daha güzel ve daha değerlidir diyoruz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.