Tam gözden kaybolacakken caddenin ortasına doğru koşup, “Kemal döndüğünde ben de burada olmayabilirim!” diye bağırdım. Durup geri döndü, gözlerini anlamlı bir şekilde kısarak beni ilk defa görüyormuş gibi tepeden tırnağa süzdü, gülümsedi çekip gitti
Kırk yıl önce bir Haziran günü can kardeşim, arkadaşım, yoldaşım yiğit devrimci Kemal Akça apoletli bir katilin kör kurşunlarına hedef olmuştu. Yüreğime saplanan o kurşunun acısı her geçen gün artarak devam ediyor.
Dümdüz bir yol üzerine dizilmiş, taşlarla örülen duvarların çevrelediği peynir ve gazyağı kokan alçak ve harap toprak damların çoğunlukta olduğu küçücük bir köyde dünyaya gelmiştik. Her sabah uyanıp dışarı çıktığımızda arkamızda tepesi dumanlı Yağlıca dağı, karşımızda da sadece bulutların üzerinde kalan kısmına güneşin yaldız vurduğu bütün heybetiyle Ağrı dağını bulurduk.
Köydeki o yokluğun ve yoksulluğun ortasında, güzel çocukluğumuzun o gün ölse bile ertesi gün doğup yaşayacak olan yeni güneşli umutlar içindeki hallerimiz geliyor gözümün önüne.
Arkadaşlığımız ilkokula gittiğimiz ilk gün aynı sıraya oturduğumuzda başlamıştı. Birlikte ders çalışır kızak kayar, topaç çevirir, oyunlar oynar, geleceğe dair umutlu hayaller kurardık. Her bir yanın pırıl pırıl parladığı baharın aydınlık günlerinde Alikeleş’in yemyeşil yamaçlarında sırt üstü yatıp Kekrelinin tepesinden gürültüyle dökülen serin dağ sularının sakinleştirici şırıltılarına kulak kabartır, bir tek bulutun bile gölgesi olmayan koyu mavi gök kubbeyi doyasıya seyredip, çocukça sohbetler ederdik. Kuşların ötüşü, dalgalanan otların güzelliği, havada yüzen binlerce çiçeğin kokusuyla kendimizden geçerdik.
Yazın sıcağında kim bilir nerelerden doğup gelen çayın önünü çim ve taşlarla keser, göl yapar serinler, neşeyle dolardık. Harman zamanı geceleyin harman yerinde dedelerimizin yanında berrak yıldızlarla dolu gökyüzünün altında yatıp, uzaktan gelen sesleri yorumlamak, sabahın sağlam havasında uyanmak büyük bir mutluluk verirdi. Hem böylece üzücü ve yorucu rüyalar görmemize neden olan kapalı odalarda yatmaktan da kurtulurduk.
Beşinci sınıfta öğretmenlik yaptığımız günleri hatırlıyorum. Birinci sınıfları okutan komşu köylü İsmail eğitmen okula gelmediği zaman bazen Kemal, bazen ben müdür tarafından birinci sınıflar için öğretmen olarak görevlendiriliyorduk. Çok da eğlenceliydi.
Okulumuzun bahçesini ağaçlandırmak için güzel bir ilkbahar sabahı, bilmediğimiz bir köyden fidan getirmiştik. Umutla sevinçle dolu bir yolculuktu. Güneş altında parlayan güzlüklerin boy attığı tarlaların arasından, ışık içinde neşe saçan yemyeşil çayırların gülümsediği yollardan geçmiştik. Gözlerimizin önünde sonsuz mavi gökyüzü uzanıyordu. Diktiğimiz fidanların üzerine kabuklarını çizerek yukarıdan aşağıya doğru isimlerimizi yazmıştık. Fidanlar büyüdükçe yazılar da büyümüş, isimlerimizle anılır olmuştu.
Çocukluğun o gülen ışığı, hayatın hiçbir sınır tanımayan o neşesi, soğukluk nedir bilmeyen o saflığı, gölgelenmeyen umutlarımız tomurcuklanırken ilkokulu bitirdiğimiz yıl neşemizi kaçırıp bizi üzen kötü bir olay yaşamıştık.
Muhtarlık seçimi yüzünden kavga çıkmış, yenilen tarafta olan büyüklerimiz köyden göçmeye karar vermişlerdi. Ayrılacağız kaygısıyla çocuk yüreklerimiz de ağırlaşmıştı. Şafakları pembe doğup büyüdüğümüz topraklardan kalkıp bilmediğimiz bir yere, Kars’a göçecektik.
Neyse ki kısa sürede kaygılarımızın boşuna olduğunu anlamıştık. Şimdi birbirimize daha yakındık, üstelik gaz lambasından da kurtulmuştuk. Evlerimizde elektrik vardı akşamları erken yatmak zorunda değildik. Yine de şehirde her şey farklı ve yeniydi, köye pek benzemiyordu. Komşu mahallenin çocukları sık sık gelip kavga çıkarıp gözdağı veriyorlardı. Bu bizim bilmediğimiz bir şeydi bu yüzden canımızı çok sıkmış çok da zorluk çekmiştik.
Birkaç ay sonra acemiliğimizi atıp biz de grup oluşturunca durmadan gelip gidip bize efelenenler de toz olup gitmişlerdi. Artık korkusuzca sabah evden çıkıp, pek çok mahalleden geçip Aras çayına gidebiliyor, gece yarıları dönüyorduk. Umutla, sevinçle büyümeye devam ediyorduk.
Çok kalabalık bir grup çocuğun eşkıya gibi aniden karşımıza çıktıkları günü hatırladım, çırılçıplaktılar. Biz ise üç kişiydik; Kemal, Temel, ben. Yaşlarımız on beş on altı. Taşlıyorlar, avuç avuç kumları yüzlerimize atıyor, canlarımızı alacakmış gibi davranıyorlardı. Bu tür saldırılar karşısında korkuya kapılıp kaçtığımız günler çok gerilerde kalmıştı. Tecrübeliydik, ne yapmamız gerektiği konusunda hiçbir tereddüt geçirmedik. Kemerlerimizi çıkarmamızla birlikte çığlık çığlığa kendilerini suya atmışlardı.
Hafta sonları Yeltekin Sineması’nın önüne gidip iyi birer pazarlıkçı esnaf gibi elimizdeki Teksas, Tommiks cep kitaplarını satıyor, yenilerini alıyor, kalan para ile de hoşumuza giden bir filme giriyorduk. Hikâye, roman ve siyasi kitaplar okumaya, devrimci düşüncelerle de ilgilenmeye başlamıştık. İşte tam bu sıralar da Deniz Gezmiş’lerin idamı bizi öfkeli bir kedere boğmuştu. Köylümüz Avukat Vedat Altun’un (CHP Kars milletvekili) yanına uğrayıp ona Denizlerle ve devrimcilerle ilgili sorular soruyor can kulağıyla dinliyorduk.
Şehre gelen bir tiyatro oyununu faşistlerin ve gericilerin engellemek için düzenledikleri taşlı sopalı saldırıdan sonra ise artık özgür, güzel ve ışıklı bir dünyanın hayalini kurmaya başlamıştık. Kalbimiz devrim için atar olmuştu.
Sanat Enstitüsü birinci sınıftaki başarımdan dolayı burslu olarak Erzurum’ da okuyacaktım. Kemal hep gönül koyucu laflar etmişti. İstasyona yolcu etmeye geldiğinde bile “Gidip buraları unutma!” diye söylenip durdurmuştu. Ben de hafta sonları kaçıp kaçıp Kars’a gidiyor, kısa bir süre evde soluklanıyor, zavallı anamın sızlanmalarına aldırış etmeden çıkıp Kemal’i buluyordum. Yaz tatillerini ise iple çekiyordum.
Aylar yıllar geçip giderken biz de üniversiteyi Ankara’da okumanın hesaplarını yapmaya başlamıştık. Boykot yaptığımız için ben bir yıl kaybedince, Kemal, Kars Dede Korkut Eğitim Enstitüsü’ne kaydoldu. Pek memnun değildi ama devrimci mücadelenin içinde yer almak onu heyecanlandırmış, o güne kadar hiç tanımadığı coşkularla dolmuştu.
“Ankara ne olacak?” diye sormuştum.
“Bu yıl böyle olsun seneye gideriz!” diye geçiştirdi. Cebinden çıkardığı köşesi işlemeli beyaz bir mendil gösterdi.
“Bu ne?” dedim. Gülümseyerek, “Ayşe’den!” dedi.
Bahar güneşinin ışınlarına boğulan ağaçların altındaki çimenlerin üzerine oturmuş, ellerini ellerine alıp gözlerini birbirlerine dikerek sevgiyle bakıştıkları günü hatırladım. Önlerinde çiçekli bir çayır uzanıyordu. Yakında bir yerlerde ahenk içinde coştukça coşan bir çalıkuşu ötüyordu. Sevimli burnunun etrafı hafifçe çilli Ayşe’nin aydınlık yüzünde tatlı bir gülümseme ifadesi vardı. Yanağına kondurduğu küçük bir ben de güzelliğine güzellik katıyordu.
Bin dokuz yüz yetmiş beş yılı eylülünde soğuk havaları haber veren rüzgârlar eserken Ankara garında otobüsten inip uykulu gözlerimizi ovuşturarak dolmuşa binip Cebeci’ye Hukuk yurduna, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde okuyan köylümüz Yavuz’un yanına gittik. Yurtta boş yatak yoktu, sıra beklemek zorundaydık. Bir ay boyunca her gün gece yarılarına kadar orda bura oyalanıp, güç bela bulduğumuz boş yataklara atıyorduk kendimizi. Sabah erken kalkıp birbirimizi uyandırıyor, o Hacettepe Üniversitesine ben de Yüksek Teknik Öğretmen Okulu’na gidiyorduk.
Bu sıralarda faşistler de Milliyetçi Cephe hükümetinin destek ve kışkırtmasıyla harekete geçmişlerdi. Yurtsever devrimci demokrat öğrencileri okullara bırakmak istemiyorlar, acımasız bir kıyıcılıkla kan döküyorlardı. Devrimciler ise bu saldırılar karşısında en değerli varlıklarını, canlarını ortaya koymakta bir an bile tereddüt etmiyorlardı.
Kemal arada sırada yurda gelmemeye başladı. Geceleri uyanır uyanır üst ranzaya bakardım, yatağın boş olduğunu görünce kaygılanır söylenir yeniden uyurdum. Sonraları ise sadece cumartesi ve pazar günleri uğrar olmuştu.
Sonraki günlerde neredeyse ayda bir görüşür olmuştuk. Çok ender olarak buluşup Şentepe’ye köylümüz Kemal amcayı ziyarete gidiyor sendikal çalışmalarına dair anlarını dinliyorduk.
Emperyalizmin istekleri doğrultusunda darbe tezgâhlamak isteyenler ise MİT’iyle, kontrgerillasıyla sivil faşist güçleriyle bütün ülkeyi bir baştan bir başa savaş alanına çevirmişlerdi. Sahtekâr burjuvazi ve onun bekçileri zorba ve kanlı diktatörlüklerine karşı gözleri önünde doğup büyüyen hürriyet mücadelemizi yok etmek için acımasızca tertipler düzenliyor, her türlü kötülüğü yapmaktan geri durmuyorlardı.
Kemal cesaretiyle, kararlılığı ve örgütçülüğü ile Hacettepe Üniversitesi’nde sürdürülen antifaşist mücadelenin ön saflarındaki yerini çoktan almıştı. O kadar ki artık devrimci mücadelenin ihtiyaç duyduğu başka bölgelere de gönderilebiliyordu. Bin dokuz yüz yetmiş yedi haziran genel seçimlerinden önce devrimci çalışmalar için Tek-Der’li Şaban Değirmenci ile Balıkesir’e gitmişlerdi. Kısa bir süre kalmış olmasına rağmen Şaban’ın annesi onu o kadar çok sevmiş ki unutmak bir yana kadıncağız hala onu sevgiyle anıyor.
Balıkesir’den döndükten sonra bir süre daha Ankara’da kalıp il sorumlusu olarak Çorum’a gönderildi. Artık hiç görüşemiyorduk.
Bin dokuz yüz yetmiş sekizin bir sonbahar günü sormuş soruşturmuş Cebeci Halkevi’nde bulmuştu beni.
“Hadi memlekete gidiyoruz!” dedi.
“Hayrola?” dedim.
“Düğün vakti geldi. Sen de sağdıçlık yapacaksın.”
Gökyüzü sakin, parlak, güzel bir gündü. Hafif rüzgârlar ağaç diplerine dökülen tarihi eser gibi yaprakları oradan oraya sürüklüyordu. Düğüne mahallelilerin dışında onlarca Karslı Dev-Gençli arkadaşımız katılmış, geç vakitlere kadar çılgınca halaylar çekilip oyunlar oynanmıştı. Gelin ve damadın yüzleri mutlu bir sevinçle parlıyordu. Gençlik zarafetiyle sevimlilikleriyle çok güzeldiler. Halay çekenlerin dans edenlerin arasında neşeyle gülümsüyorlardı. Çalgılar susup misafirler dağıldıktan sonra, solgun ay ışığı altında eve döndük. Yakışıklı genç damat odanın ortasında durup, kaşlarını hafifçe kaldırarak sanki bir şeyleri hatırlamak istiyormuş gibi eliyle alnını ovuşturup, sevimli güler yüzlü, güzel geline bakıyordu. Tepeden düşen sarı ışık, biçimli kumral bıyıklarına ve saçlarına hoş bir parlaklık veriyordu. Kararlı ve sevecen bir sesle, “Mutluluğumuz ve sevincimiz devrimle tamamlanacak! O zaman özgür olacağız!” dedi. Geç vakit mutluluklar dileyerek sağdıçlığımı selametle tamamlamanın huzuruyla yanlarından ayrıldım. Ertesi gün de Ankara’ya döndüm.
Bir hafta sonra Cebeci Halkevi’nde otururken caddede Kemal’i gördüm. Halkevi’ne doğru geliyordu, karşılamak için dışarı çıktım. Ayağında botları, sırtında renk atmış bir kaban vardı. Yaklaşınca kabanın yakasından tutup, “Bak Filistin’e giden kabanım sonunda döndü” dedi. Yüzünde o güne kadar benzerini görmediğim bir gülümseme vardı. İki yıl önce aldığı kabanı bir arkadaş üşüyorum diyerek giyip çıkmış sonra da başka bir arkadaşa verdiğini onun da Filistin’e gittiğini söylemişti.
“İyi ya temsilen kabanın gitti” diye takılmıştım. Çorum’da mutlaka halletmesi gereken bir işi varmış. “Sana uğramadan gidemedim!” diye mırıldandı.
Uzun uzun düğün ve sağdıçlığımla ilgili konuştuk. İkindiye doğru birden saatine bakıp, “Geciktim!” diye söylenerek kalktı. Tam gözden kaybolacakken caddenin ortasına doğru koşup, “Kemal döndüğünde ben de burada olmayabilirim!” diye bağırdım. Durup geri döndü, gözlerini anlamlı bir şekilde kısarak beni ilk defa görüyormuş gibi tepeden tırnağa süzdü, gülümsedi çekip gitti.
Faşizme karşı sürdürdüğümüz hürriyet kavgamızda bayraklaşan Devrimci Yol’un yiğit militanı, yoldaşım, can kardeşim.
ÖZLEM VE SEVGİYLE ANIYORUM!
UNUTMAYACAĞIZ!…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.