Limon ağaçları, nar ağaçları, Kuzey, bir daha Ali İsmail’i görmediler, sesini duymadılar, birbirlerine dokunmadılar. Kuzey bir geldi, iki geldi, Ali İsmail yok, tüylerini döktü, sonra aldı başını gitti. Ağaçlar hâlâ onu bekliyor
Yatağı cam kenarında. Başı yastığında, bir güzel uyuyor. Bu sefer başka bir tür afili kestirmiş saçlarını. Yanlar iyice kısa, tepesinden arkaya şerit gibi uzayan saçlarıysa havaya dikilmiş. Limon ağacının dalları cama vuruyor. Ağaç, Ali İsmail’i seyrediyor… Uyurken seyredildiğini fark edermiş ya insan. Ali İsmail gözünü açıp limon ağacıyla göz göze geliyor. Çiçeklerinin kokusunu içine çekiyor. Sadece baharda çiçeklenmez Ali İsmaillerin limon ağacı. Ona yediveren derler. Her mevsim çiçek açar. Ali İsmaillerin üç katlı evinin ön bahçesinde de, arka bahçesinde de çiçekten, ağaçtan bir ormancık sarar insanı. Ali İsmail, yatağından doğrulup dışarıya bakıyor. Gün, doğdu doğacak. Cam açık. İnsanın evinde, yatağında uyanması ne güzel şey! Limon ağacının yanından nar ağacı da kafasını uzatıp Ali İsmail’e bakıyor.
Aşağıdan Kuzey havlıyor. “Hadi uyan, çık odandan Ali İsmail!” mi diyor? Ali İsmail bir güzel geriniyor. Annesinin yaptığı kabak reçelinin kokusu odasına kadar geliyor, ya annesinin sesi? Annesi o kadar güzel şarkı söylüyor ki. Ali İsmail yattığı yerden dinliyor. Bir tek Ali İsmail mi? Yanlarındaki yamaçlarındaki evlerde yaşayan kardeşler, kuzenler, komşular herkes dinliyor Ali İsmail’in annesinin mutfaktan yükselen şarkılarını… Ali İsmail, Eskişehir’den 23 Nisan tatiline geldiği için ayrı bir koşturma var kocaman mutfakta. 19 yıl önce Ali İsmail’in odasıymış şimdiki mutfak. 18 Mart 1994’te doğduktan sonra annesinin kucağında eve döndüklerinde, evin iki yanından yükselen ağaçların selam durduğu, mis kokularını annesinin Aliş’ine üfleyip gözkapaklarını düşürüp ona tatlı düşler gösteren, kulağına fısıldayıp “Uyusun da büyüsün Aliş” diyen… Şimdi odası, arkada. Arka bahçeye bakıyor… Pink Floyd’u ya da Sting’i ya da Ahmet Kaya’yı ya da Haluk Levent’i açıp mutfağa geçtiğinde “Aliiiş… Uyandın mı?” diyor Emel Anne. Sonrası can şenliği… Aile koca sofranın etrafında… Ali İsmail, Eskişehir’e dönecek bugün… Sonra, yine gelecek, sınavları bitince… Annesi diyor ki Ali İsmail’e; “Yolun açık olsun Alişim!” Aşağıya inince Kuzey’le kucaklaşıyor Ali İsmail. Kuzey’i öpüyor kokluyor. Kuzey, oraların köpeği. Ama en çok Ali İsmail’i seviyor. Bırakmıyor onu bir türlü. Uzun uzun kokluyor Aliş’i. Arkasından bir tas su döküyorlar Ali İsmail’in ardından: “Yolun açık olsun! Su gibi git, su gibi gel Aliş!” Aliş, Kuzey’i bir daha şap diye öpüyor. Haydi ama, geç kalıyorsun! Koş Ali koş! Herkeste bir telaş. Aynı alfabedeki gibi: Koş Ali koş! Yaşa Ali yaşa! Tatil bitti! Okul açılıyor! Git Ali git! Git ki geri gel Ali! Git ki, dön Ali dön!
Ali İsmail, Eskişehir Anadolu Üniversitesi’ni bitirecek, İngilizce öğretmeni olacak. Abisi Gürkan da Anadolu Üniversitesi’nden mezun. Babası, Gürkan okurken Eskişehir’de hiç olay olmadığı için Ali İsmail’i Eskişehir’e gönül rahatlığıyla göndermiş. Ali İsmail, Eskişehir’e vardığında iki kuzeniyle yaşadığı öğrenci evini değiştirecekler. Daha rahat bir kiralık eve geçecekler. Ali İsmail, Hatay’dan Eskişehir’e dönerken arkasında defneleri, zeytin ağaçlarını, limon ağaçlarını, nar ağaçlarını, hayat dolu evlerini, çocukları toplayıp onlara kitaplar okuduğu, kütüphanesi yeterli olmayan okullara kitaplar götürdüğü, çocuklara defterler, kalemler verdiği, huzurevine gidip yaşlıları ziyaret ettiği, fotoğraflar fotoğraflar fotoğraflar çektiği, arkadaşlarıyla Asi boyunca yürüdüğü, konserlere gittiği, filmler seyretmeye doyamadığı, önüne çıkan hayvanları okşayıp sevdiği kucakladığı, düşler kurduğu, düşlerinde özgür dünya gördüğü, lisede “Toplum İçin Gençlik” hareketini başlatıp günlüğüne de ne düşünüyorsa yazıp “Bu yazıları yazma amacım, sadece kendi kafamda toparlayıp, bu ekibi gerçekten toplum için çalışan gençleri bir yere vardırmak. Ekibi resmiyete dökmek ve tanınmak istememdi.” diye not düştüğü zamanları, daha hiç oy kullanmadığı doğup büyüdüğü şehrini, odasını geride bırakıyor.
Mayısın sonunda kendiliğinden “Her yer Taksim, her yer direniş” oluverirken Ali İsmail de, Eskişehir’de Gezi yürüyüşündedir. Farkında olmadan girdiği fotoğraf karesinde çam ağaçları da yol boyunca onunla, gençlerle birlikte yürür. Ağaç kardeşliğidir zaten yaşanan. Ali İsmail’in üstünde siyah tişörtü, saçları kısa, yüzünde endişeli bir ifade… Hatay’dan dönünce demek saçlarını kestirmiş… O gün yeni evlerini bulup kontratı imzalayıp eve dönerlerken yürüyüşü görünce katılmışlar hemen. O destek vermeyecek de kim destek verecek Gezi Parkı eylemlerine? Arkadan polis saldırınca ara sokağa girip kaçarken… Ah! Biliyoruz: Biri emri vermiş, biri çelme takmış, biri tekmelemiş, biri tedavi etmemiş, birileri de hiç unutmamış!
14 yaşında ciddi bir kalp ameliyatı geçirip göğsünde upuzun bir hayat çizgisi olan 19’undaki Ali İsmail’in kafasına, sırtına, yüzüne vurulan meşe sopaları, odunlar, coplar, tekmeler onu öldürmek için kalkmış. O gece, bütün meşe ağaçları sonbaharmış gibi yaprak dökmüş. Ali İsmail, “Vurmayın, öldüm!” demiş zalimlere. Kim bilir nasıl gitti hastaneye? Ayakta zor dururken ona bakmayıp “adli vaka” olduğu için, önce karakola gitmesini söyleyen doktor, demek ki “Hekimlik mesleğinin bir üyesi olarak; Yaşamımı insanlığın hizmetine adayacağıma, Hastamın sağlığına ve esenliğine her zaman öncelik vereceğime, Hastamın özerkliğine ve onuruna saygı göstereceğime, İnsan yaşamına en üst düzeyde saygı göstereceğime…” diye and içmemiş. Ali ısrar edince “omzunda ezik var, eve git dinlen, morluklar geçer” demiş. Eve gitmemiş Ali İsmail. Aldığı darbelerle dişi de kırıldığından, ya kanarsa, bu sefer ya bir de kanama durdurulamazsa diye hastanenin bahçesindeki bankta sabahı sabah etmiş. O zaman müdahale ederler diye düşünüp. Sonrası, eve kim bilir nasıl gidip yatağa bırakmış kendini… Sonrası, uyuyup kafasını kaldıramama… Sonra akşamüstü gene hastane, e hani karakola gidecektin? Karakol, ama o karakol değil, öteki…Yine hastane, ama o hastanede bilmem ne cihazı yok, başka hastane… Velhasıl, 20 saat Ali İsmail’e tıbbi müdahale yapılmaz. Tam 20 saat. Bu 20 saat boyunca ona bu zulmü yaşatanlar yaşayıp giderler; gülerler, uyurlar, uyanırlar, işe giderler, insanların yüzüne bakarlar, varsa çocuklarının yüzüne bakarlar, belki sarılırlar, aramızda dolaşırlar.
Bazen, şimdi bile geç kalırken, Ali İsmail, 20 saatten sonra beyin ameliyatına alınır. Sonrası 38 gün yoğun bakım. Hastanenin bahçesinde kendilerinden ALİ yazan gençler. “Uyan Ali” diye seslenenler… Ali İsmail’in annesi Emel Anne, o günlerde Gürkan’la Antakya’da sabah yürüyüşlerine çıkarlar. Canları istemez o gün. “Yarın yürürüz!” derler. Yarın var mıdır ki? Varsa da, kim bilir nerededir yarın? Gece yarısı haberi alır almaz yarın ana oğul Eskişehir’dedirler. Bense ağır bir kemik ameliyatından çıkmış, yatağa bağımlı halde İstanbul’da, Gezi’yi internetten takip etmekte, evimin önünden geçen gençlerin sesine kulak vermekte, gaz atıldığında açık pencerelerimizden eve giren gazı solumamak için başucumdaki gaz maskesini takmakta, ne zaman tencere tava sesi duysam başucumdaki tencere tavayı yattığım yerden tıkırdatmakta, “Uyan Alim”i dinlemekteyim:
Magusa Limanı limandır liman…
Aman aman…
Beni öldürende yoktur din iman
İskeleden çıktım yan basa basa…
Aman aman…
Mağusa’ya vardım kan kusa kusa…
Uyan Alim uyan…
Uyanmaz oldun…
Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun…”
Bakımımı yapıp, beni bırakabildiğinde ne zaman Gezi’ye gitse eve dönsün diye kızım Can’ı beklemekteyim yüreğim ağzımda. Hayat, belki de eve dönebilmektir. Ne kadar sokakta olsa da hayat… Şans eseri de olsa, eve döndün mü yaşıyorsun demektir…
10 Temmuz’da haber internete, oradan yüreğime düşmüştü. Yüzünü bile görmediğim Ali İsmail’i canından etmişlerdi. Canımdan can kopartılmış, daha 19’undaki bir oğula “Vurmayın, öldüm!”, annesine “Çok acı çekmiştir, keşke kurşunla öldürselerdi” dedirtmişler, Ali İsmail’i evine döndürtmemişlerdi.
Limon ağaçları, nar ağaçları, Kuzey, bir daha Ali İsmail’i görmediler, sesini duymadılar, birbirlerine dokunmadılar. Kuzey bir geldi, iki geldi, Ali İsmail yok, tüylerini döktü, sonra aldı başını gitti. Ağaçlar hâlâ onu bekliyor. Bilgisi “iyilik”, Kâbe’si “insan” olan abisi Gürkan “Ali’yi bu hale getiren insanlar için dahi inşallah ne kendileri ne de aileleri bu acıyı yaşamazlar” der. Emel Anne’yse, “Yatacak yeriniz, tutacak eliniz, bakacak yüzünüz yok! Tuttuğunuz oruç değil, kan sofrasında iftar açıyorsunuz!” diyecektir. “Ben evlatlarım okusun diye Arabistanlarda yıllarca taş taşıdım, tuğla taşıdım!” diyen Ali İsmail’in babası Şahap Baba’yaysa oğlunun tabutunu taşımak düşecektir; Hatay’da onbinlerce insanla birlikte. Alkışlar kopacak, feryatlar yükselecek, yürekler dağlanacak, gözyaşları Asi’ye karışacaktır.
O gün, Hatay “Boyun eğme” yazılı pankartlar taşır. “Ölüm toplasa da çiçekleri /Çiçek de, tohum da biter mi?” yazarlar bir pankartın üstüne. Tabutunun üstüne mezun olduğunda giyeceği cübbesini, kenarı püsküllü kebini koyarlar. Ali İsmail’in annesinin yanından yamacından kimse ayrılmaz ama iki anne hiç mi hiç ayrılmaz. Kendi acılarını yüreklerine gömüp Ali İsmail’in annesinin acısına ortak olurlar. Biri Ethem Sarısülük’ün annesidir, biri Abdocan’ın; Abdullah Cömert’in. Onbinler, “Ali İsmail ölümsüzdür” der yol boyu. “Bizi de öldürün memleketi kurtarın” derler. Ama, en çok “Ağlama anne, evlatların burada!” diye haykırırlar. Ağlama anne, evlatların burada! Cenaze boyunca atılan bu slogan, hâlâ Hatay’ın kulaklarında çınlar. Sadece Hatay’ın mı? Antakya’dan yayılıp nerelere nerelere ulaşan bu haykırış vicdanlarımızda çınlayıp durur. Ali İsmail’in annesi, o gün Emel Anne olur.
Evet, hayat eve dönmekmiş. Sınavlarını verip Hatay’a; evine dönecekken, o güzel odasında camın kenarındaki yatağına kendini şöyle bir bırakıverecekken, şimdi Ali İsmail, insanları diriltip Ekinci’de evine giden yol üstünde bir ağaç altında, toprak ananın kollarına bırakılmış, sonsuz uykusundadır. Odası Ali İsmail’siz ama Ali İsmail’le doludur. Moda marka kahverengi kumaştan bir cep gibi cüzdanı, evine en son geldiği 23 Nisan’da yeni telefon almak yerine, hiç de umurunda olmayıp tuşlarını yeniletip kullandığı iyice eskimiş cep telefonu, mavili kırmızılı trampeti, ortaokuldan mezun olurken bütün arkadaşlarının üstüne bir şeyler yazıp imzaladığı okul tişörtü, (ki üstünde “Gün olur devran döner” yazmıştır bir arkadaşı, bir diğeri “Adın gibi büyük, okyanus gibi dopdolu olan kardeşime başarılar.” yazmıştır.), üç küçük parfüm şişesi, üstünde iki beyaz kuş konmuş bir küçük kutusu, öğrenci pasoları, vesikalık fotoğrafları, üstünde birbirinden güzel tişörtlü fotoğrafları, birbirinden güzel gülüşlü fotoğrafları, doğum günü pastasının mumunu üflerken fotoğrafları, Fenerbahçe formalı fotoğrafları, yatağının üstünde Fenerbahçe nevresimi… Yatağının yanındaki camdan yine dallarını uzatmış limon ağacının ve nar ağacının gözleri, Ali İsmail’i arar. O gün bugündür hiç kimse Ali İsmail’in annesinden bir şarkı duymaz. Duymaz ya, Ali İsmail’in annesi öyle bir kalkar ki ayağa, Emel Anne’nin ayaklanışının sesini duymayan kalmaz. Elinde Ali İsmail’in fotoğrafı, Şahap Baba’yla, büyük oğlu avukat Gürkan’la o mahkeme senin, bu mahkeme benim, hak arar, adalet ararlar. Uyanamayan evladının uyandırdığı Emel Anne, yasıyla köşesine sinmek yerine, Ali İsmail’i ölüm biçimiyle değil yaşam biçimiyle yaşatacak, bu ağır zalimlikle, bu tarifsiz acıyla, ancak böyle baş edebilecek, şiddete, sıradanlaşan kötülüğe, vicdansızlığa böyle kafa tutacak, karanlıktan böyle aydınlık doğuracaktır. Değil mi ki Ali İsmail’in düşlerinde özgür dünya vardır, Ali İsmail’in yarıda bile değil daha hayatının başında elinden alınan düşleri başka çocuklar için gerçek olsun diye Ali İsmail Korkmaz Vakfı’nı kurup öğrencilere burs verecektir. Öğrencilere burs için sağlanacak bağışları, İstanbul Maratonu’na katılarak, koşarak toplayacak, koşarken bir yandan da haykıracaktır: “Aliii… İsmaiiiil… Korkmaaaaaz!” diye… Bir zamanlar şarkılar söyleyen Emel Anne, şimdi oğlunun adını haykırır avazı çıktığı kadar… Bizler de sağında solunda arkasında, ama hiç önüne geçmeden, 92 yaşındaki Safder Baba olsun, 72’sindeki Hüseyin Abi olsun, gencecik gönüllü koşucular olsun, kaç yaşında olursak olalım 19 yaşındaki adımlarımızla, “Düşlere güç ver” diye haykırırız… Emel Anne’nin sesine ses katarız: Aliii… İsmaiiii… Korkmaaaaz…
Bu yıl, Mart’ta Ali İsmail’in doğum gününde gerçekleştirilen Hatay Barış Koşusu’nda Asi nehrinin iki yakasında koşarken düşündüm Ali İsmail, nehrin hangi yakasını daha çok severdi diye. Künefe sever miydi? Nereden simit alırdı? Nerede turlardı arkadaşlarıyla? Sınavlar bitince açılacağını söylediği kız arkadaşı Antakya’da mıydı, Eskişehir’de mi? Antakya’ya çarşıya indiğinde neyle dönerdi evlerine? Neredeydi evleri? Ekinci’de mi? Artık kullanılmayan durağa yeşil boyayla yazılmış Can’ı görünce yüreğim hop etmesin mi? Dedim, ev buralarda. Sanki Ali İsmail karşılıyor beni. Sonra limon ağaçları uzatıyor başını. Sonra limonların arasından, yokluğu varlık olan Ali İsmail’in evi… Emel Anne, Şahap Baba, Gürkan, iki ablası, yeğenleri, hepsi bir işin ucundan tutmuş ALİKEV’in gönüllü koşucuları… ”Ali İsmail’in odasını görebilir miyim?” diyorum. Gürkan, odaya götürüyor beni. Ayrılıyor yanımdan. Kapıyı kapatıp Ali İsmail’in yatağına oturuyorum… Cam açık. Odayı limon çiçeği kokusu sarıyor… Cep telefonumda Sting’in o çok sevdiği Fragile (Kırılgan) şarkısını açıyorum. Şarkı boyunca ağlıyorum. Ali İsmail, şarkının sözlerinin ayrımında mıydı acaba diye düşünüyorum.
Kan akacaksa eğer birleştiğinde etle kemik
Kuruyarak akşam güneşinin renginde
Yarının yağmuru silip götürecektir izleri
Yine de bir şey hep kalacaktır zihnimizdeBelki bu son sahne perçinlemek içindir
Bir ömür süren düşünceyi
Şiddetle hiçbir şey elde edilemeyeceğini ve edilemediğiniÖfkeli bir yıldızın altında doğan bizler
Unutmayalım nasıl da kırılgan olduğumuzuDamla damla düşer yağmur
Gözyaşları gibi gökten
Damla damla söyler yağmur
Nasıl da kırılgan olduğumuzu*
Ali İsmaillerden ayrılırken, limon ağacıyla bir türlü ayrılamayınca Gürkan, limon toplayıp veriyor bana. Çantam limon doluyor.
18 Eylül 2012’de büyük olasılıkla Eskişehir’e giderken attığı son tweetinde “Direnen Antakya halkı, şehrine sahip çıkan halkım, şehrimi ve sizi hep sevdim; her zaman bedenimle ve ruhumla bir parçanız oldum. Sesinize ses kattım, direnişinize destek oldum. Daha direnmek yok. Artık sadece ruhumla yanınızdayım. Kendine iyi bak ey Antakya. Savaşa karşı direnen halkım, şehrime iyi bakın.” diyen, facebook sayfasının kapağına ise: “Adım: Ali İsmail, Vatanım: Dünya, Irkım: İnsanlık, Dinim: İyilik yapmak…” yazan Ali İsmail’in gömütünün başında “18.3.1994, 10.07.2013” yazıyor. Tepesinde bir kuş; uçtu uçacak.. Bir gün mutlaka uçacak. “Düşlerinde özgür dünya” da yazıyor gömütünde. Önünde de “Gezinin güzel çocuklarına” yazısı… Ayakucunda bir tütsü tütüyor. Başucunda bir çam ağacı yükseliyor. Toprağında karanfiller. Antakya sokaklarında yürürken görüyorum; bir duvarda yazıyor: “Nasıl anlatılır bu sızı?”
Hatay’dan eve; İstanbul’a dönüyorum. Üstümde en sevdiğim tişörtüm; ALİKEV’in Ali İsmail’in üstünde barış işareti olan yeşil tişörtünün aynısını tasarlayıp sundukları o yeşil tişört… İlk işim çay demlemek oluyor, hemen içine bir dilim Ali İsmail’in limonlarından kesip koyuyorum. Ortalığı mis gibi limon kokusu sarıyor. Hayat, eve dönmekmiş diyorum. Meğerse Ali İsmail, evine değil bütün evlere dönmüş bir bir… Vicdanı olan her eve… Ali İsmail hayatta olmasın da, kim olsun? Kara kuzum benim… Biz varsak, sen de varsın! Sen bizden sonra da var olacaksın!
Dipnot:
*Çeviri: Can Gürses
– Düşlere güç vermek için: https://alikev.org/
– Ali İsmail’in yeşil tişörtüne sahip olmak için: https://www.duslerindeozgurdunya.com/urun/dunya-barisi-tisortu
– Sting’in Fragile şarkısını dinlemek için:
https://www.youtube.com/watch?v=lB6a-iD6ZOY
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.