Muhtemelen belediyelerdeki yolsuzluklar yok olmasa da azalacaktır, mahallelerde kreşler açılacak, ulaşım daha ucuz olacak, hatta yoksullar için aş evleri bile gündemleşecektir ve elbette hepsi iyidir, hem talep edilmeli hem de yapıldığı oranda desteklenmelidir. Ancak, Kürt halkının ve Gezi güçlerinin halkçı-demokrat enerjisinin böylesi bir restorasyon projesinin içinde eritilmesine kesinlikle izin verilmemeli, kendi bağımsız yolunda sürekli ileri adım atarak ilerleyip kendisini ülke çapındaki güç dengelerine bağımsız ve halkçı-devrimci güç alanı olarak dayatması sağlanmalıdır
Seçim, en sivri ucunda Erdoğan’ın konumlandığı AKP-MHP-Ağar-Ergenekon ortaklığının ağır yenilgisiyle sonuçlandı.
Devletin bütün imkanlarını kullandılar, bütün güçleriyle yüklendiler, akla hayale gelmeyecek hinlikleri, yüzsüzlükleri ve çirkinlikleri su içermiş gibi gayet rahatlıkla ve birbiri peşi sıra uyguladılar. Neredeyse herkesin “artık bu kadar da olmaz” dediği bir arsızlık ve saldırganlıkla davrandılar.
Ama, olmadı, yenildiler; üstelik başka biçimde değil, resmen burunları sürtülerek yenildiler; 13 bin oy farkı 800 bine çıkıverdi.
Halkı aptallar sürüsü sananlar halktan sıkı bir tokat yediler. Birçok AKP taraftarının da sandığa gitmeyerek ya da İmamoğlu’na oy vererek AKP’den kopuşma eğiliminde oldukları görülüyor.
Şimdi, ilk şokun acısını yaşıyorlar, ama yenilginin esas ağırlığı tıpkı kurşun yarası gibi sonradan gelecek.
Gemiyi hemen terk eden fareler mi dersiniz, “Reis iyi de ah şu Pelikancılar olmasa!” diyenler mi, birden bilinçleniverip de hızla saf değiştirenler mi; hepsi sırada bekliyor. Evet, esas sorun yenilen tokatın ilk anda verdiği acı değil, o tokatın şiddetinin yaratacağı iç kanamalar!
Üstelik, AKP’nin yönetimindeki herkes yapılan hırsızlıkları ve işlenen diğer bütün suçları çok iyi biliyor. Partinin orta kademelerinde ise, herkes yorgun ve artık bir gelecek görmekte de zorlanacaklar.
İktidar gücüyle ve hukuk ortadan kaldırılarak yapılıp sonra da gizlenen suçların, halkın güneşinin ışıkları karanlıkları aydınlattıkça ve gücün zayıflamasıyla birlikte açığa çıkacağı belli değil mi?
Peki, suçların açığa çıkacağını bilen yorgun ve ümitsiz bir örgüt ne kadar canlılık gösterebilir? Cebe atılanları korumaya almak ve yargılanmamak için sinsice ortadan kaybolmak mantıklı değil mi?
Elbette, herkes değil, bahsettiklerimiz zayıf halkalarda konumlananlar. Şimdi hala iktidarları sürüyor ve sürdürmek için savaşacaklardır. Ellerinde kalan ana enstrüman ise, devlet şiddeti; devlet içi güç dengeleri ne kadarına izin verecek, yapmayı düşündüklerin ne kadarını uygulayabilecekler göreceğiz. “Eh, madem halk artık istemiyor, o zaman çekilelim bari” demeyecekleri kesin.
Pusuda bekleyen Gül-Babacan ve Davutoğlu girişimlerinin de bu yenilgiden güç alıp Erdoğan korkusundan sıyrılarak daha kendine güvenli davranacakları tahmin edilebilir. Bu güçler çıkışlarını tamamen Erdoğan’ın zayıflayacağı momente ayarlamışlardı; eh şimdi tam zamanı, öyle de yapacaklardır; ama bu sefer de önceden hesaplayamadıkları İmamoğlu’nun parıltılı çıkışı onları zorlayacaktır, momentumu kaybetmiş ya da rolleri çalınmış olabilir.
Erdoğan, şayet devlet şiddetiyle fazla ayakta kalamayacağını hesaplarsa, Yenikapı ruhu üzerinden bir “Türkiye koalisyonu” girişiminde bulunabilir; o durumda, kaderi CHP ve arkasındaki güç alanının elinde olacaktır.
Erken seçim ise, hiç istenmeyecek, “şimdi artık istikrar zamanı, işimize bakalım” denecektir.
O durumda, iktidarın diğer ortaklarının tutumu belirleyici olacaktır. Bu güçler, yani özellikle MHP, Ergenekon ve Ağar ekibi, farklı tarihselliklerin içinden çıkıp gelirler, birbiriyle uyumsuzdurlar ve zoraki yan yana gelmişlerdi. Şimdi zayıflayan Erdoğan’a tekme atıp yollarına başka biçimde mi devam edecekler yoksa ittifakı sürdürecekler mi, henüz belli değil.
Taraflar adım atarken, aynı zamanda hepsini üstünde güçlendiren sistemin ve devletin zarar görmemesine dikkat edecektir.
Ne yazık ki hiç görünür olmasa da seçim sürecinin asıl galibi Kürt halkı ve özellikle Gezi güçleri olmak üzere bütün halktır. Şimdi ama halkın zaferi binbir takla atılarak ve değişik maskeler takılarak sermaye güçlerinin restorasyon hamlesine destek olacağı bir hale sokulmak isteniyor.
Kürt halkı, 31 Mart’ta olduğu gibi 23 Haziran’da daha da fazlasıyla Erdoğan’ın kaybetmesi yönünde davrandı. Aslında uzak oldukları CHP’ye ve desteklemedikleri İmamoğlu’na oy verdiler.
Evet, burada bir halkın on yıllar süren zorlu bir mücadele içinde önce tohumunu attığı ve sonra da büyük bir kararlılıkla mücadeleyi sürdürerek sulayıp beslediği bir toplumsal sürecin içinde yüksek politik bilince ulaşması ve olgunluk kazanarak özneleşmesinin neredeyse “romanlardaki gibi” denilebilecek net bir örneği söz konusudur.
Üstünü kapatmak ya da gölgelemek, boşunadır; öylesine büyük bir mücadeleyle kazanılmıştır ve öylesine güçlü bir içerikle doludur ki, üstüne atılan her türlü örtüyü anında silkip atacaktır.
Öyle de oldu zaten; onca spekülasyondan sonra, İstanbul seçimlerindeki oy dağılımının kaba bir analizi bile Kürtlerin hep birlikte İmamoğlu’na oy verdiğini gösteriyor.
Kürtler, liderleri Demirtaş’ı bile isteye hapse atan CHP’ye oy atarken, aslında CHP’ye destek değil, Erdoğan önderliğindeki faşizmin inşası girişiminin önünün tıkanması bilinciyle davrandılar ve hedeflerine de ulaştılar. Gelin görün ki, Kılıçdaroğlu bir teşekkürü bile çok gördü. Bu ahmakça tutumun Kürtlerin politikleşmesi ve kendi partilerinde odaklanmaları için ek bir destek olacağı açıktır.
O arada, özellikle bazı “Türk kökenli” aydın kesimlerin seçim süreci boyunca Kürtlerin neredeyse her adımında “işte AKP ile anlaştılar” diyerek, kendi Kürt düşmanlıklarını açık ya da gizlenmiş haliyle bir kez daha dillendirdiklerini gördük. Hele son üç gündeki AKP manevrası sırasında ayyuka çıkan bu tutumlar, şimdi açıklanan seçim sonuçlarının ilk analizlerinde Kürtlerin %73 oranında “Türk kökenlilerin” %51 oranında İmamoğlu’nu desteklediğinin tahmin edilmesi üzerine düşünmeleri gerekiyor.
“Türk kökenlilerin” büyük çoğunluğunun kendi inançları doğrultusunda, ama Kürtlerin aslında desteklemedikleri bir adaya “taktik” oy verdikleri akla getirilirse; hem AKP hem de kimi “solcu” aydınlar tarafından “aptal” zannedilen Kürtlerin, tam tersine “Şeytana pabucunu ters giydirecek” bir politik manevrayı üstelik kitlesel olarak yapmayı becerdikleri netçe görülebiliyor.
Seçim süreci görmek isteyen herkese netçe gösterdi; bir Kürt halk gerçeği var, bu halk mücadele ederek kazandığı yüksek bir politik bilinçle davranıyor ve Aleviler ve kadınlarla birlikte ülkenin en güçlü devrimci-demokrat toplumsallığını taşıyorlar.
23 Haziran zaferinin bir diğer galibi de Gezi güçleridir; içlerinde kimi CHP’lilerin de olduğu bu güçler, CHP’li olanı olmayanı hep birlikte, Gezi’nin isyancı ve kararlı duruşunu bir kez daha gösterdiler.
Gezi, Türkiye toplumsallığının derinine kök salan ve yayılımını sürekli genişleten bir toplumsal doku ve ruh olarak seçim sürecinde hep devredeydi. Onu unutturmak isteyen hatta utanmazca ve haddini bilmeden onu yargılamak isteyen egemenlere inat, o bir kez doğdu ve her fırsatta kendisini gösteriyor, boy atıp büyüyor.
Elbette Gezi günleri geride kaldı, aynen tekrarını beklemek de anlamsız; ancak bir özel halk kimliği olarak şu ya da bu sebeple her fırsat bulduğunda bir biçimde kendisini gösteriyor.
Sokakların sıkça doluvermesi, düşmanın alaya alınarak moralsizleştirilmesi, kararlılık, aniden yaratıcı ve kurucu hamleler yapıverme gibi “Gezici” tutumlar, seçim süreci boyunca hep uygulandı.
Gezi’nin kurucu güçleri olan, işçi sınıfının yeni bölükleri, Aleviler ve kadınlar seçim boyunca en aktif güçlerdi.
Yoksulların semtleri, basın pek aktarmasa da seçim süreci boyunca neredeyse sürekli olarak hareketliydi. Seçim gecesi, AKP’nin en çok oyu aldığı Esenler dahil, bütün yoksul semtlerinde on binlerce kişiyle saatler süren kutlamalar yapıldı.
Tatillerini kesip oy atmaya gelen işçi sınıfının yeni bölükleri de aynı ruhla davranıyordu.
Gezi konjonktürünün içinde yer almayan sanayi işçilerinin de, oy dağılımından anlaşıldığı kadarıyla, demokrasi cephesinde yer aldığı görüldü.
İstanbul’un yağmalanmasına tepki gösteren İstanbullular tepkisini ve daha doğal bir yaşam için özlemlerini gösterdiler.
Bu güçler, sadece bir belediye başkanı seçmediler, Gezi’den beri içinde eğitildikleri mücadele sürecinin yarattığı politikleşme bilinciyle davranarak haklarının peşine düştüler.
Sağlıklı bir yaşam, kolay ve ucuz ulaşım, her mahalleye sağlık ocağı ve kreş, parasız eğitim gibi güncel talepler savunuldu. Daha da önemlisi, egemenlerin emekçileri bölmek için kullandıkları etnik ve inanç farklılıkları faşizme karşı ortak mücadele içinde, tıpkı Gezi’de olduğu gibi, eski ağırlıklarını biraz daha kaybetti.
Halk şimdi kazanmanın mutluluğunu yaşıyor.
Halk, haklarının ne olduğunu, hangi ihtiyaçlarının yerel yönetimler tarafından karşılanabileceğini seçim sürecinde öğrendi. Artık belediyelerin vurgun yeri yapılmasına karşı sağlam bir halk barikatı inşa edildiğini söyleyebiliriz.
İktidarın yapıp ettikleri, savurdukları tehditler ve sıkça gösterdiği devlet sopası, ihtiyaçlarının karşılanmasının asla yerel yönetimlerle ya da güncel mücadelelerle sınırlı tutulmaması gerektiğini halka bir kez daha gösterdi. Bu yöndeki her uygulama halkın bilincini derinleştirecek, siyasal iktidarla ihtiyaçlarını giderme arasındaki doğrudan bağı daha netçe kavramasını sağlayacaktır.
İşte, Gezi İsyanı’yla karanlıkları yırtarak ilk adımı atan, sonra da kimi zaman yavaşlasa da ısrarla devam eden halkçı-demokrat yürüyüş, sürekli zenginleşerek ve gittikçe derinleşip kök salarak devam ediyor.
Seçim sürecinin diğer bir kazananı da CHP oldu; dibe doğru sürüklenen parti, canlandı ve yeniden güç kazandı.
Ama, şimdi açık olan bu konumun, henüz bir “ittifak” alanının içinde ve başka güçlerin desteğiyle kazanıldığının unutulmaması gerekiyor. Hem sırf CHP’ye ait pratik gücünün ne kadar olduğunu hem de yüklenilen sorumlulukların zamanın akışı içinde taşınıp taşınamayacağını gelecek günlerde göreceğiz.
Evet, CHP’nin zayıflıkları ve tutarsızlıkları herkesin malumu, acaba İYİP ve HDP kendileri olarak seçimlere girerse CHP kendi başına ne kadar güç toplayabilecek, sözgelimi %30’u geçebilecek mi, henüz belli değil. Üstelik, Kaftancıoğlu ve İmamoğlu’nun kişisel kapasitelerinin epey belirleyici olduğu şimdiki kazanımların, CHP Genel Merkezi’nin yapısal zaaflarıyla yüzleşince ne oranda kendisini sürdürebileceği de belli değil.
Öte yandan, seçim süreci, özellikle İmamoğlu’nun söylemleri üzerinden gösterdi ki, karşımızda artık eski CHP yok. Kemalizm hala öne çıkarılsa da bu tutum söylem düzeyinde kalıyor, yüzeysel ve içeriği zayıf.
CHP, artık bütün eğilimleri bünyesinde toplayan ve onlara “liberal” damga vuran bir parti olma yolunda; onun liberalizmi de despotizmden kopuşmayan ama onu gölgeleyen ve hatta masumlaştıran özel bir türden, Türkiye’ye özgü bir liberalizm!
“Solcu” ANAP desek, tuhaf mı olur?
Kılıçdaroğlu, Cemaat’in operasyonuyla tasfiye edilen Baykal’ın yerine “paraşütle” indirildiği CHP başkanlığında, daha ilk adımından itibaren, CHP’yi sermaye açısından “kılçıksız” hale getirmeye çalıştı. Türkiye kapitalizminin ulaştığı seviye, partiler sisteminden despotizmin (kendisine değil ama) işleyişine kadar yayılan geniş bir alanda “siyasal alanın” tam bir dönüşümü gereksiniyordu; Kemalizm ve ordunun devlet içindeki konumu başta olmak üzere, sermayenin işleyişinden “özerklik” taşıyan bütün konumlanmalar sermayenin yeni ihtiyaçlarına uyumlu hale gelecekleri bir dönüşüme zorlanıyordu.
Eh, hedeflerine doğru epeyce yol aldıkları açık; o arada sistemin bilinen-alışılageldik yapısı değiştikçe bolca sarsıntılar yaşandı, halen de yaşanıyor.
Kılıçdaroğlu elbette anti-Kemalist değil ama artık sermayenin güncel ihtiyaçları tarafından damgalanıp-dönüştürülmüş ve güncellenmiş özel bir Kemalizm’i savunuyor ve CHP’de hala bildiğimiz türden Kemalistler olsa da artık sadece merkezi ve yerel düzeyde bir eğilim olma konumuna düştüler. Özellikle merkez söz konusu olduğunda, kimse kandırılmıyor, herkes her şeyin farkında, tıpkı apoletlerini koruyabilmek için Cemaat mensuplarının orduyu ele geçirdiğini görüp sesini çıkarmayan sefil general bozuntuları gibi!
İşte, Kılıçdaroğlu misyonunu yerine getirmek için çabalıyor.
İmamoğlu ise, bir adım daha ileri attı ve hiç de kendini saklamadan halka “solcu Özal” diyebileceğimiz bir konumdan sesleniyor; ilk bakışta Kılıçdaroğlu’ndan daha güçlü ve yetenekliymiş gibi görünüyor.
O, aynı Özal gibi, bütün eğilimleri eritip-şekilsizleşerek içeriklerini kaybettikleri halleriyle kendi “liberal” bünyesinde toplayıp, temsil etmeye çalışıyor.
O, hem Kemalist hem İslamcı hem sağcı hem solcu, hem patrondan yana hem de işçiden!
Öyle değil mi, İmamoğlu, hangi görüşte olursa olsun herkesin mutlu olmasını her şeyin de çok güzel olmasını istiyor; tıpkı Özal gibi! Siyasal kariyerine ANAP’ta başlamış olması hiç rastlantı değil ve üstelik doğrudan sermaye sınıfının içinden çıkıp geliyor.
Gelin görün ki, ufak bir “pürüz” var; şu hep üstü kapatılan sınıf sorunu!
Evet, pazarda patates ve soğan bile alamadığı için isyan eden gariban ev kadınıyla saygıdeğer sermaye sahiplerinin aynı anda nasıl mutlu edileceği meçhul! Bildiğimiz kadarıyla iki tarafın ihtiyaçları çok farklı ve birbirine zıt isteklerde bulunuyorlar!
İçinden geldiği sınıfın ihtiyaçlarını kendi yaşam pratiği üzerinden çok iyi bildiğini tahmin edebileceğimiz İmamoğlu’nun, tıpkı Özal gibi, her ne kadar bütün eğilimleri temsil etme iddiasında olarak Topal Osman’dan Demirtaş’a, Koç Holding’den işçilere herkese güzel sözler söylese de; görünüşte “omurgasız” gibi olan bu duruşun, tıpkı Özal gibi sermayenin ve devletin despotik yapısın hizmetinde olduğu gizlenmiş bir “omurgaya” sahip olduğundan şüphe etsek, çok mu evham yapmış oluruz?
İşte, sermaye güçlerinin ve devlet fraksiyonlarının, kazanda sıkışan gazı patlamadan kapağı biraz aralayıp kısmen boşaltması gerekiyordu. Gezi’den beri biriken ve devrimcileşmeye aday olan toplumsal dinamizm sisteme içerilmeliydi. Nitekim, tam da böyle davranılıyor.
Muhtemelen belediyelerdeki yolsuzluklar yok olmasa da azalacaktır, mahallelerde kreşler açılacak, ulaşım daha ucuz olacak, hatta yoksullar için aş evleri bile gündemleşecektir ve elbette hepsi iyidir, hem talep edilmeli hem de yapıldığı oranda desteklenmelidir.
Ancak, Kürt halkının ve Gezi güçlerinin halkçı-demokrat enerjisinin böylesi bir restorasyon projesinin içinde eritilmesine kesinlikle izin verilmemeli, kendi bağımsız yolunda sürekli ileri adım atarak ilerleyip kendisini ülke çapındaki güç dengelerine bağımsız ve halkçı-devrimci güç alanı olarak dayatması sağlanmalıdır.
Böylesi bir halkçı süreç, şayet güç kazanırsa, İmamoğlu’nu “daha iyi” olmaya zorlayacak, aksi durumda şimdiki kazanımların sınırlanması hatta sönümlenmesi yaşanacaktır.
Despotizmle mesafeli ve üstelik sola açık anti-faşist kimliği yüzünden faşistlerin hedefi olan Kaftancıoğlu ise, sol Kemalizm’le “batı tipi” sosyal demokrasinin sosyalizme de yer veren eklektik bir duruşunu/özel türden bir “solculuğu” savunarak, CHP’nin içinde farklı bir eğilimi temsil ediyor. Kendi duruşunu derinleştirebilirse, şimdi geride kalmış gözükseler de CHP içinde oldukça geniş bir alana yayılmış olan “sol Kemalistler” ve demokratlar üzerinden ağırlığı artacaktır.
CHP dışında konumlanan ama Kaftancıoğlu’na oldukça yakın bir siyasal zemine yerleşmiş olan ÖDP ya da despotizmden kopuk gerçek bir halkçılığı temsil eden HDP, Kaftancıoğlu’nun kendi yolunda ilerleyebilirse-ilerledikçe tercih etmek zorunda kalacağı iki farklı ittifak gücü olacaktır.
Ancak, CHP merkezinde ve teşkilat ağının kritik noktalarında konumlanan devlet fraksiyonlarının böylesi bir gidişten memnun olmayacağı açıktır.
Farklı güç alanları tarafından sarılıp sarmalanan CHP’nin şimdiki güçlenmesi, içindeki o güç alanlarının rekabeti ve iç gerilimleriyle birlikte görülebilmelidir. Eski Türkiye’de yaşamıyoruz, CHP de eski CHP değil. Bir geçiş döneminin sürüp giden sancıları hem toplumda hem de bütün siyasal eğilimlerde olduğu gibi CHP’de de fay hatlarını harekete geçiriyor.
Devrimci güçlerin CHP’den ayrı bir özneleşme konusunda programatik ve örgütsel netlikte bir yönelimde yoğunlaşmakla birlikte, CHP’nin içindeki halkçı güçlerle ilişkiyi özellikle sürdürmesi ve CHP’nin tümüyle de HDP ile de ortaklaşarak farklı biçimlerde ilişkilenmeleri zorlaması gerekiyor. CHP’den bağımsız ve halkçı-demokrat nitelikli bir özneleşme yol alıp güçlendikçe böylesi ilişkilenmeler CHP içindeki fay hatlarını özgürlükçü ve halkçı güçlerden yana harekete geçirecektir. Sermaye güçlerinin CHP içindeki hamleleri tam tersi yönde güçlü biçimde hareket halinde ve mevziler kazanarak ilerliyorlar.
Gezi’nin özgürlükçü ruhu ve Kürt halkının halkçı-demokrat nitelikli özneleşmesi, CHP ile ilişkilerin sigortası olacaktır.
Şayet ama sol çok alışık olduğu gibi “cin olmadan adam çarpmaya” çalışırsa, halkın devrimci özneleşmesi süreci zahmetli bulunup “kurnazca” atlanarak bir parazit gibi CHP’den nemalanma ucuzluğuyla davranılırsa, her seferinde olduğu gibi şimdi de halkın devrimci enerjisinin sisteme içerilmesine hizmet eden ucuz figüranlar olmaktan öteye geçilemeyecektir.
Kürt halk hareketinin yapısı, içinde oluştuğu sürecin kendisine yüklediği belirlenimlerin desteğiyle, bu türden ucuz tutumlara kapalı. Ancak, solun genetiği ne yazık ki hiç öyle değil ve şimdi aynı genetik çalışırsa, Gezi’den itibaren binbir zorluğu aşarak ilerleyen halkın özgürlük arayışına ihanet edilmiş olacak, o özgürlükçü arayış “sol” eliyle sürüklendiği bataklıkta boğulacaktır.
Kemalistler, özellikle de sola yakın olan demokrat-solcu-yurtsever Kemalistler, ortada çırılçıplak duran gerçeği göremiyor ve yeniden “eski güzel günlere” dönüldüğünü sanıyor olsalar da ne yazık ki onlara kötü haberimiz var:
Ne İmamoğlu Kemalist ne de CHP, üstelik ordu da devlet de artık Kemalist değil; artık buralarda sermayenin ve farklı devlet fraksiyonlarının borusu ötüyor, daha da fazla ötecek. Elbette M.Kemal’e saygı gösterilecek, hatta kimileyin parlatılacak bile, ama işte o kadar!
Despotizm hala sürüyor ama artık ordu merkezli değil!
İstanbul seçimleri, TÜSİAD-ABD-AB/Batı ekseninin pozisyonunu güçlendirdi.
Bu eksenin, seçim sonuçlarını arkasına alarak şimdi hemen yapmaya çalışacağı, Erdoğan’ın kurduğu ama yine onun istikrarını bozduğu yeni “Başkanlık Sistemi” rejimini restore ederek sürekliliğini sağlamak olacaktır.
Yeni rejimin sorunu, Erdoğan’ın şahsı üzerinden ve belli bir ideolojik motivasyonla yaptığı dayatmaydı. İşte, İstanbul seçimlerinin Erdoğan’ı kısmen zayıflatarak sorunun çözümü yönünde bir fırsat verdiği açık. Ama, Erdoğan’ın kolay vazgeçmeyeceğini ve faşizmi kurumsallaştırma sürecini ilerletmeye çalışacağını da görmeliyiz.
Restorasyon girişimi şayet güç kazanıp hâkim hale gelebilirse, “Başkanlık” sisteminin kendisine dokunmayacak, onu göz boyayan kimi denetim mekanizmalarıyla çevreleyerek sürdürmeyi hedefleyecektir. Bu sürecin içinde, seçimlerde gösterdiği yüksek performansla Erdoğan’a seçenek olabileceğini gösteren İmamoğlu yeni “Başkan” adayı olabilir.
CHP ve İYİP hangi sebeple olduğu şimdilik tam anlaşılamayan bir netlikte erken seçim istemediğini vurguluyor.
Bu durum, yeni bir seçim sürecinin şimdiki kaotik ortamı ve istikrarsızlığı derinleştireceğinden korkup sistemi koruma isteğinden mi doğuyor; zor durumda kalan AKP’ye el vererek sistemin zaaflarını giderecek bir “Türkiye ittifakı” denemesi mi yapılıyor; yoksa daha sinsice bir hesap üzerinden hamle yapmak için AKP’nin kendi içinden çözülmesi mi bekleniyor, yakın zamanda anlaşılacaktır.
Ancak, seçim sonucu, olası bir seçimi kazanma ihtimalleri yüksek olan partilerin erken seçim istemelerinin koşullarını oluşturmuşken, böylesi bir “ketum” tutum takınılması, işin içinde tahmin ettiklerimizle ya da başka içerikle yüklü özel hesapların olduğunu gösteriyor.
Öte yandan, CHP’nin bir kez daha “Yenikapı ruhuna” sürüklenerek “Türkiye ittifakı” denilen bataklığa girmesi, 31 Mart ve 23 Haziran’da kendisini destekleyenlere ihanet olacaktır. HDP ve sosyalist güçlerin böylesi bir sürüklenişi engellemek yönünde tutum almaları gerekiyor. Şimdi, AKP ve ittifak güçlerinin faşizmi inşa faaliyetleriyle uzlaşma değil, tersine tam da zayıf düştükleri anda geriye sürükleyerek tasfiye etmenin zamanıdır.
CHP zayıflayan faşist girişime “koltuk değneği” olmak yerine, yeni ve demokratik bir anayasa girişiminin mücadelesine yönelmeye zorlanmalıdır. Zorlamanın gücü belli eşikleri geçebilirse, CHP içindeki halkçı güçlerin önü açılabilir ve CHP merkezindeki kaşarlanmış tilkilerin kuyrukları birbirine dolanabilir.
Devrimci güçler ise, yeni ve zorlu bir mücadele sürecini hızla başlatmalıdır.
Ülkede her şey anbean yaşanıyor; boşluk oluştuğunda hemen doldurup kendi gücünü arttırmaya hevesli güçler hızla hamle yapıyorlar, herkesten önce görüp herkesten önce hamle yapmak gerekiyor. Mücadelenin hem yayılacağı hem de derinleşeceği yeni bir dönemin ilk adımlarını tereddütsüz ve hızla atmak gerekiyor.
Seçim sürecinde farklı adlandırmalarla girişimleri yapılan ve aslında kökleri Gezi’de atılmış olan mahalle ve semtlerdeki yerel meclisler, ilk elden ve hemen, yerellerin belediyelerle sorunları ve tatilde boşluğa sürüklenen yoksul çocukların eğlenerek öğrenecekleri şenlikleri örgütleyerek kendisini sürdürebilir. AKP’nin yarattığı ekonomik krizin dibe doğru ittiği yoksulluğa karşı dayanışma pratikleri ve zamlara ve işten atmalara karşı meşru protesto gösterileri yerel meclislerde tartışılarak hayata geçirilebilir.
Gündeme girmesi sadece zamanlamaya bağlı olan erken seçim ihtiyacı da yerel meclislerde tartışılmalıdır.
Ancak, temel sorun, yerel meclislerin halkçı-demokratik bir niteliği “kendiliğinden” değil “kendisi için” bilinçlice taşıyabilecek ve ülkenin acil ihtiyacı olan demokratik bir anayasa tartışmasını kendi gündemi yapabilecek bir siyasal olgunluğa sıçrayabilmesidir.
Halkçı-demokratik, anti-kapitalist ve devrimci toplumsal dinamiklerin harekete geçmesi için bütün koşullar var; evet, böylesi bir süreç, kendiliğinden değil emekle ve yaratıcı-kurucu hamlelerle ilerleyebilecek, oldukça zorlanacağı eşikleri aşabildiği oranda gerçekleşebilecektir.
Bir kavşağa gelinmiş ve önemli yol ayrımlarıyla yüzleşilmişse hangi yola girileceğine/hangi toplumsal güçlerin ihtiyaçlarının daha çok karşılanacağına karar verilecekse, çözümün kolay bir yolu yok!
25 Haziran 2019
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.