Bernie Sanders ve Alexandria Ocasio-Cortez iç politikamızı dönüştürmemize yardımcı oldular. Fakat bu politikanın kalıcı olabilmesi için, ABD emperyalizmiyle ve çok uluslu şirketlerin gücüyle de yüzleşmemiz lazım
Donald Trump’ın 2016’daki galibiyeti sol eğilimli çevreler içinde Demokratik Parti’nin geleceği konusunda iç tartışmalara yol açtı. Bugüne kadar bu tartışmalar, Sanders kanadı “Herkes için sağlık sigortası” gibi politikaları ulusal hedefleri olan parti politikacıları için basit bir turnusol kâğıdına dönüştürürken, büyük çoğunlukla yerel ekonomi üstüne sorular etrafında odaklandı. Fakat dış politikaları da tamamen es geçmedi.
Önemli ve sesini duyuran bir grup parti aktivisti için Bush ve Obama yılları ana akım ulusal güvenlik düzeninin genel ve sistematik başarısızlığının göstergesi. Barışı ve demokratik değerleri teşvik etmek yerine, bu düzenin odağındaki piyasa çıkarları ve devamlı müdahalecilik; küresel eşitsizliği, ihtilafları ve insan hakları ihlallerini daha da derinleştirdi. Aynı zamanda Trump için sahneyi hazırlayan da bu oldu, açıkça bu başarısızlıklara başvurarak kendi kavgacı ve etnik-milliyetçi “Önce Amerika” görüşünü sivriltip öne çıkarmasını sağladı.
Bu bağlamda, ki buna ben de dâhilim, gittikçe daha fazla yorumcu partinin sosyal demokrat kesiminin iki partili ve uzun süredir süregelen Beltway uzlaşmasına anlamlı bir alternatif getirmesi için çağrıda bulunmuştu. Bunu yapmayı reddetmek ülkeyi fazlasıyla sorunlu iki fikrin pençelerine bırakmak oluyor, ulusal güvenlik elitlerinin eski ve gözden düşmüş Soğuk Savaş emperyalizmi ya da Trump’ın Amerika’nın ırksal düşmanlarla çevrili olduğu yönündeki tehlikeli düşüncesi.
Yine de solun karşısındaki problem sadece belirli politik reçeteler oluşturup açıklamaktan fazlası. Sol ikinci ve belki de aynı zamanda eşit derecede önemli bir problemle karşı karşıya: Neden şu ana kadar içten bir anti-emperyalist alternatifin ortaya çıkması bu kadar zor oldu?
On yıllar boyunca, özellikle Vietnam ve sonrasına gidersek, Amerikan devletinin ve küresel bağlılıklarının yeniden düzenlenmesi için çağrılar yapıldı. Ve yine de bu çağrılar, seçilmesi büyük çoğunlukla savaş karşıtı düşüncelere bağlanan ve görünürde reformist Başkan Obama gibi adaylar tarafından bile devamlı olarak görmezden gelindi. Bugün, sosyal demokrat adayların ulusal iktidarı gerçekten ellerinde tutması ihtimali göz önünde bulundurulduğunda, bu durumun neden böyle olduğunu ve buna nasıl cevap vereceğimizi bulmamız her zamankinden daha acil bir mesele.
Obama’nın yönetim yıllarının en göze çarpan özelliği göreve nasıl geldiği ve görevini nasıl sonlandırdığıydı. Obama savaş karşıtı bir aday olarak kendisini Hillary Clinton ve John McCain’den ayırmıştı. Başkanlığına, Bush döneminden kalma ve Amerika’nın temel insan haklarına olan umursamazlığının koyu bir uluslararası simgesi olan, Guantanamo Körfezi’ndeki hapishanenin kapatılması çağrısıyla başlamıştı. Ve yine de, sonuçta dış politika takımında, Clinton’dan Joseph Biden ve Samantha Power’a, galibiyetinin reddetmesi gereken aynı savaş kışkırtıcılarını çalıştırdı. O görevi bırakırken Guantanamo açık kalmakla kalmadı; aynı zamanda başkanlığı insansız hava aracı saldırılarıyla, Libya’ya ve başka birçok yere müdahalelerle ve Afganistan’dan Irak’a sürekli bir savaş düzeninde kalışla aynı anlama geliyordu.
Bu sürüklenmenin belirgin sebeplerinden biri Demokratların dış politika oluşumu içindeki daha az kışkırtıcı seslerin, buna Obama da dâhil, Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya üzerindeki belirli bir duruşunu ne denli kanıksamış olduklarıyla alakalı. Bu da, 1940’lardan beri Amerikan elitinin düşünüşünü şekillendiren, ABD’nin çıkarlarını dünyanın çıkarları ile bir tutup doğal olarak ekonomik ve askeri üstünlüğü benimsediği iki partili Soğuk Savaş ideolojisi.
Örneğin Obama, Nobel Barış Ödülü’nü alırken bu fırsatı sadece haklı savaş kavramını savunmak için değil, aynı zamanda Amerika’nın Soğuk Savaş dönemindeki davranışlarını ve ülkenin Soğuk Savaş sonrası baskınlığını da savunmak için kullandı. “Amerika Birleşik Devletleri olarak altmış yıldan uzun süredir küresel güvenliğin altına askeri gücümüz ve vatandaşlarımızın kanıyla imzamızı atıyoruz,” diye konuştu. Düzinelerce askeri müdahale ve dolaylı savaşlar Obama’ya göre sırtlandıkları “gerekli” yüklerdi, “kendi amaçlarını dayatmak” değil de, ulusal bir görev ve küresel özgürlüğün ve demokrasinin fevkalade bir şekilde kucaklanmasıydı. Bu arka plan varsayımlarını göz önünde bulundurursak, onun yönetiminin de, meydan okunduğunda, Bush dönemi kontr-terörizm uygulamaları ve dış politikalarına geri dönmesi pek de şaşırtıcı olmamalı.
Fakat burada gerçek bir dış politika üretmedeki zorlukla alakalı, ilkiyle direkt bağlantılı olan aynı derecede önemli ikinci bir sebep daha var. On yıllar boyunca, Amerikalıların dışişlerine yaklaşımında, yabancı ve yerel diyarlar arasında katı bir ayrım olduğuna dair yanlış bir inanç hâkim oldu. Zorunlu askerliğin sonu, Vietnam dönemindeki savaş karşıtı hareket için önemli bir başarı olsa da, bu düşünceyi pekiştirdi.
Sürekli askerileşme söz konusu iken, kitlenin savaş mekanizmasına katılımındaki düşüş gittikçe daha fazla özelleşen ve seçici, aynı zamanda da işçi sınıfına ve kırsal kesimde yaşayanların üstüne orantısız yükler bindiren bir askeri güç için kapıları açtı. Savaş karşıtı aktivistler zorunlu askerliği alt etmenin ülkenin savaş ayak izini büyük ölçüde azaltacağını umarken, bu yeni Amerikan militarizm modeli, politikacıları bu işle ilgili politik risklerden azat ederken o ayak izini kontrol edilemez bıraktı.
Yerli ve yabancı arasındaki genel ayrıma gelecek olursak da, sol eğilimli politikacılar bunu insanların hayatlarını etkileyen asıl şeylerin alışılageldik iş, sağlık sigortası ve sosyal sigorta gibi sorunların temel yerli sorunlar olduğu inancıyla içselleştiriyorlar. James Carville’in Bill Clinton’a söylediği meşhur laf gibi, iş insanların neyi umursadığına gelince, bu “ekonomi, aptal.” Demokratlar için, halk bu sorunlar etrafında örgütlenir ve politikacılar da seçmenlerinin maddi çıkarlarına yanıt verebilmelidir.
Tersi durumda, yani iş dış politikaya geldiğinde, eğer olay Vietnam ya da Irak gibi birçok Amerikalının hayatının net bir şekilde etkileneceği, büyük bir toprak parçasını işgal değilse, bu sorunlar en iyisi uzmanlara bırakılmalı. Bu argümana göre bu ayrım kabul edilebilir çünkü uluslararası şeyler çalışanların maddi çıkarlarıyla ilgili değil. İşin bu kısmı, kamuoyu baskısından uzak bir şekilde, ülkenin doğru jeostratejik amaçları hakkında bilgili karar verebilecek kimselere ayrılmış.
Ve gerçekten de Demokratların da Cumhuriyetçilerin de iç ve dışişlerini birbirine bağlama çabası, neredeyse hep aynı klişeler üzerinden ilerliyor. ABD ne gibi bir dışişleri politikası izliyor olursa olsun, Amerikan şirketlerinin pazardaki yerini korumaktan başka ülkelerin içişlerine karışmaya kadar, bunlar hep Amerikalıların anavatanlarında özgür ve güvende olmaları için yapılıyor.
Yine de emek aktivistlerinin önceki nesilleri için, özellikle de I. Dünya Savaşı dönemi ve öncesinde, bu ayrıma ekonomik ve politik açıdan ötekileştirilmiş olanların çıkarlarına karşı temel bir tehdit gözüyle bakılmaktaydı. Sorun geçim sıkıntılarının sadece içişleriyle alakalı olmamasıydı. Çünkü kapitalizmin doğası ve Amerikan emperyal gücü çalışanların dile getirebileceği talepleri ve memnun oldukları pazarlık güçlerini kökten bir biçimde şekillendiriyordu. Yurt dışında olanların, yurt içinde dalga dalga yayılan ve çalışan insanları daha az güvende ve ekonomik olarak daha bağımlı hale getiren etkileri oluyordu.
Şirketlerin ve devletlerin dünya çapında nasıl davrandıklarını görmezden gelirken yerel olarak ne yaptıklarına odaklanmak, savaşın sadece yarısında çarpışmak anlamına geliyordu. Bu aynı zamanda herhangi bir gerçek politik muhalefetin iç ve dışişlerine bir bütün olarak yaklaşması gerektiğini ima ediyordu. Birçok yönden, konu dış politika olunca solun şu anda karşı karşıya olduğu esas sorun uluslararası işlerin “geçim sıkıntıları” üstüne odaklı örgütlü hareket politikasından ne denli kopuk olduğudur.
Yine de, bu her zaman böyle değildi. Erken 20. yüzyıl işçi hareketinin bileşenleri, özellikle Sosyalist Parti’yle ilişkili olan ve Dünya Sanayi İşçileri’ne (IWW) doğru meyledenler, açık anti-milliyetçilikleriyle ünlüydü. Bu aktivistler arasında popüler olan bir slogan şuydu, “İşçi sınıfının ülkesi yoktur. Çünkü burjuvazi her şeyi çalmıştır.” Milliyetçiliğe karşı bu düşmanlık ve yurtsever bağları geri çevirişleri sadece radikal bir duruş değildi. İşçi sınıfının karşı karşıya olduğu baskıcı güçler ve bu güçleri alt etmek için gereken dayanışma ve reformun yolu konusunda somut bir zemine sahiptiler.
Parti ve sendika üyelerine göre, dönemin önde gelen sorunu şirketlerin ve sosyoekonomik elitlerin politik yaşam üzerindeki baskın otoritesi, yani plütokrasiydi. Dahası, kurumsal kapitalizmdeki uluslararası yükselişi düşününce, bu plütokrasinin sınırlarını çizen şey kurumsal elitlerin sermayenin hareketinden ve Amerikan devletine yakınlıklarından ne kadar çıkar sağlayabildikleriydi. Amerika Birleşik Devletleri gittikçe büyüyen bir dünya gücü haline geldikçe politikaya yön verenler sermaye-yanlısı piyasa yapılarını ve devlet kurumlarını türetmeyi birincil öncelikleri haline getirdiler. Bu da Amerikan çıkarlarının istikrarının yabancı muhalefet tarafından tehdit edildiği yerlerde, çoğunlukla şiddet kullanarak müdahalede bulunulmasını ve Amerikan mallarına yeni pazarlar açılmasını gerektirdi.
Çoğu zaman açıkça ırksal açıdan haklı çıkartılan ABD kontrol ve yönetimi, yeni bir küresel ekonominin yayılmasına ve yumuşak başlı yabancı elitlerin güçlendirilmesine ön ayak oldu. Bunun sosyalistler ve emek radikalleri için altını çizdiği şey ise plütokrasinin doğası bakımından ne derece küresel olduğu ve küresel bir yanıt gerektirdiğiydi. Hıristiyan sosyalist William Brown’ın yorumunda da dediği üzere, “Plütokrasi ulusal bir mesele değildir. Uluslararası bir meseledir. Hızla dünyanın hükümeti haline gelmektedir … Zenginliğin çıkarları tüm uygar ulusların nihai politikalarına şekil vermektedir.”
IWW’dakilere göre, çalışan insanların bu gelişmelere karşı çıkabilmeleri için, yeni bir birliktelik biçimine ihtiyaçları olacaktı. Dar gelirli çiftçiler ve sanayi işçileri küçük bir grup yurttaşlarının, işverenlerinin ve onların kendilerine yakın buldukları bir grup devlet adamının toplumun birincil düşmanları olduğunu görmek zorundaydı. Sınıfsal itaatten sıyrılmalı ve sınıf düşmanlarını olduğu gibi karşıya alan tamamıyla karşıt bir politik kültür oluşturmalıydılar. Bu aynı zamanda beylik yurtseverlerin nasıl çoğunlukla, topluca “biz halkız” kurgusunu devam ettirecek şekilde işverenler ve çalışanlar arasındaki çıkar çelişkilerinin üstünü örttüklerini de görmek anlamına geliyordu.
Bu sebeple, böylesi bir muhalefet kültürünü oluşturmak için gereken şöyle bir toplum vizyonu idi: ırka, cinsiyete ya da milliyete bağlı olmayan, etnik köken ya da yurttaşlık farkı gözetmeden, işçilerin ekonomik mücadeleleri ile yurt dışındaki sömürgeleştirilmiş halkların kendi kaderini tayin hakkı mücadelelerini aynı özgürlük savaşının bir parçası olarak gören bir bakış açısı. IWW broşür yazarları, hareketlerinin “uluslararası bir hareket olduğu; sadece bir Amerikan hareketi olmadığı,” düşüncesini korudular, “Biz kendi sınıfımızın yurtseverleriyiz, işçi sınıfının.” Bir broşür yazarı emeğin I. Dünya Savaşı’na girmeye karşı çıkması için şöyle bir neden öne sürdü: “Biz kendi aramızda ulusal farklılıklar üzerinden tartışırken kendi davamızı zayıflatıyoruz, kendi amacımızdan vazgeçiyoruz.”
Ülke içindeki reformcu kazanımlar (örneği sekiz saatlik iş günü ve grev hakkı) yurt dışında aynı şirketlere karşı savaşan çalışanları da güçlendirecekti. International Socialist Review gibi yayınlar Meksika ve Japonya’daki olayları da yakındakiler kadar derinlemesine inceleyerek dünya çapında işçi hareketinin geleceği konusuna uzunca yer veriyorlardı. Bu hem müştereklik hissiyatını korumak için hem de başka yerlerde iş dünyası elitlerini dizginleyen olayların ABD’deki aynı elitlerin pazarlık payını somut etkilediğini göstermek içindi.
Bu vurgu biraz da bu yıllarda göçmen çalışanların, işçi sınıfı politikasını canlandırma ve radikalleştirme konusunda ne denli merkezi bir rol oynamaya başladığıyla da ilgiliydi. Bu işçiler hem politik sorunlar hakkında kendi tecrübeleriyle hem de kurumsal imkânlar hakkındaki fikirleriyle geliyorlardı. Ve hâlihazırda var olan emek gruplarını, uluslararası sınıf dayanışmasının başarılı bir antikapitalist gündem açısından ne denli önemli olduğunu görmeye zorladılar.
Bütün bunlar Amerikan devletiyle çok özgün bir ilişki kurulmasına yol açtı. İster Amerikalı ister yurt dışında doğmuş olsun, yeni emek aktivistleri, devletin savaşlarından ve büyüyen üstünlüğünden gurur duymak yerine, çalışan insanları, devleti küresel tercihleriyle emek mücadelesini şekillendiren bir karşı taraf olarak görmeye zorladı. Bundan dolayı, işçi destek grupları kendi bağımsız dışişleri politikalarını ve dünyayla ilişki kurma biçimlerini savunmak zorunda kaldılar ki bu da devletin kendisini karşıya almayı gerektiriyordu.
1. Dünya Savaşı ve 1950’ler arasında, emek enternasyonalizmi IWW’nun etkin kriminalizasyonu ve pek çok üyesinin hapse atılması sonucu katı baskılara maruz kaldı. 1920’ler boyunca bu baskı devletin ve şirketlerin kent meydanlarında ve okullarda birlikte yürüttüğü vatansever eğitim projesiyle el ele gitti. Bu gibi kampanyalar emek aktivizmini ve özellikle de IWW gibi grupların enternasyonalizmini yabancı bir tehdit ve kökten bir biçimde Amerikan değerlerine aykırı olarak gösterdi.
Benzer dinamikler bir kuşak sonra ABD-Sovyet rekabeti bağlamında ve devletin komünist ve sosyalist siyaseti bastırma çalışması sırasında da sahne aldı. Sonuç olarak 1950’ler geldiğinde, Amerikan işçi liderleri temel Soğuk Savaş uzlaşmasını benimsemişlerdi. Bu uzlaşma onların zor kazanılmış “Yeni Düzen” kazanımlarını koruyacak fakat dış politikayı istediği gibi yönlendirme hakkını da devlete verecekti. Zaman içinde, gittikçe daha fazla işçi lideri bu uzlaşmaya pragmatik açıdan bakmayı bırakıp gerçekten devletin Soğuk Savaş projesine yakınlık hissetmeye başladı, buna bu projenin en şiddetli ve yıkıcı yanları da dahildi. Bu biraz da kimileri arasında, gittikçe büyüyen ulusal güvenlik devletinin emeğin kazanımlarını kolaylaştırdığına dair içten bir inanç yüzündendi.
Nitekim 2. Dünya Savaşı ve savaş ekonomisi gerçek bir ekonomik büyümeyi sağlamıştı da. Sendikalı çalışanların yaşam standartları ve sosyal statüleri 1950’lerde yüksek bir noktaya ulaştı. Dahası, Nazi Almanya’sından ve sonrasında da Sovyetler Birliği’nden kaynaklanan tehdit algısı, birçok Amerikalı için devletin yurtdışında ne için savaştığını biraz daha inanılır yaptı, bu potansiyel tehditler karşısında, ana vatandaki insanları koruyorlardı. Bugün, bu iddialar kulağa boş klişeler gibi geliyor, fakat Soğuk Savaş’ın ilk zamanlarında, askeri başarıları ve ekonomik kazanımları birbirine bağlayan gerçek ve derinden hissedilen tecrübelere hitap ediyorlardı.
Fakat Yeni Düzen bazı işçi liderlerini imparatorluk ve sosyal demokrasi arasındaki potansiyel uyuma inandırabilmiş de olsa, uzun vadede felaket sonuçlar doğurdu. İlk olarak örgütlü emeğin devletle ittifakı, sendikalar gaddar şirket elitleriyle ve ABD yanlısı diktatörlerle yurt dışında aynı amacı destekleyince hareketin ahlaki duruşunu aşındırmıştı. Özellikle de Amerikan Hür Emek Gelişimi Enstitüsü (AIFLD) gibi kuruluşlar üzerinden, örgütlü emek adına konuşan kimseler sadece Vietnam Savaşı gibi korkunç suçları desteklemediler, aynı zamanda bu hareketler güvenlik devletinin antikomünist planlarına ters düştüğünde, dış dünyadaki işçi hareketlerini de baltaladılar. IWW’nun güvenlik devletinin asli ittifakları konusundaki korkuları haklı çıkmıştı. Dış politika kararları çalışan insanlar ve onların çıkarları güdülerek değil, güvenlik uzmanları ve kurumsal elitler tarafından alınıyordu. Bu kararlar sermaye yanlısı piyasa hedefleri ve iç işlerine de karışan devamlı askeri müdahaleler etrafında kuruluydu ve bunu ya pahalı ve felaket doğuran savaşlarla ya da emeğin küresel pozisyonunu baltalayan şirket haklarını genişleterek gerçekleştiriyordu.
Bir araya gelince bu politikalar zaman içinde ABD’deki emek kazanımlarını yiyip bitiren muhafazakâr kemer sıkma ve özelleştirme döngüsünü hızlandırdı. Soğuk Savaş işçi liderlerinin umduğu gibi sosyal demokrasiyi korumaktansa, devletin şirketlere olan kurumsal bağları ve güvenlik aygıtının devasa büyümesi, geçmiş Yeni Düzen kazanımlarının istisnai ve güvencesiz doğasını açığa çıkarmıştı.
Bugün, dünyada ABD’ye ilişkin emperyal olmayan bir tasavvurun neye benzeyeceği üzerine düşünebiliriz. Bu tasavvur, yüz yıl öncenin işçi radikallerininkinden farksız, Amerika’nın uluslararası jandarmalık haline karşı çıkardı ve herhangi bir yabancı halka devletin güvenlik planlarını uygulayacağı bir müdahalenin nesnesi olarak davranmayı reddederdi. Küresel ekonomik ilişkilerin temeli olarak (katı kemer sıkma, neoliberal özelleştirme ve şirket mülkiyet haklarını koruyacak ticaret anlaşmaları olarak karşımıza çıkan) serbest piyasa kapitalizmini değil sosyal demokrasiyi görürdü.
Bu yüzden, devletin, serbest dolaşan sermayenin düzenlemelerden ve vergi ödemekten kaçmasına yardımcı olmak yerine, küresel sahnede plütokratların parasını saklayan vergi cennetlerinin sonunu getirmeyi, yabancı işçileri ABD çokuluslu şirketlerinin ellerinde ezilmekten korumayı ve şirket gücünü daha genel olarak kontrol etmek için stratejiler geliştirmeyi amaçlaması gerekirdi.
Böylesi bir yaklaşım, ABD’yi ve yetkililerini yerel ve uluslararası yaptırımlarla sınırlı bir konumda ele alarak, kaçınılmaz biçimde yerel kendi kaderini tayin hakkına dair anlamlı bir mutabakatı da desteklerdi. Bu Amerika’nın şu anki müttefikleriyle, örneğin Ortadoğu’da çok uzun süredir servet ve silahlı güçle sürdürdüğü Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail gibi ülkelerle ilişkisini de sorgulatacaktır. ABD bu süreçte, askeri yanıtlar vermek konusunda çok daha çekingen davranacaktır ya da kendi bölgesel vekilleri hukuk dışı ve vahşi şiddet eğilimleri gösterdiğinde buna ilgi göstermeyecektir.
Bu tasavvur, devlet istismarının da finansal suçların da cezasız kalmasına asla göz yummayacaktır; ki bunlar devlet yetkililerinin, şirket elitlerinin ve yabancı müttefiklerin Amerikan yönetme gücünün olağan özellikleri olarak istifade ettikleri şeylerdir. Ve son olarak, böyle bir yeniden ilişkilenme ulusal güvenlik devletinin sistematik dönüşümünü gerektirirdi, özellikle de yurt dışındaki askeri ayak izinin ve yerel güvenlik altyapısının ciddi anlamda terhis edilmesini gerektirirdi. Bu güvenlik aygıtı Amerikan müdahaleciliğini ve muhalefetin kriminalizasyonunu beslemiş ve göçmen ve Müslüman toplumlarını daimi şüphe altına itmiştir.
Fakat günümüzde, dış politika üzerine, bu kapsayıcı tabloya uygun, ilerici “beyaz sayfalar” üretmek üzerine herhangi bir çaba basit bir muhalefetten fazlasıyla karşı karşıya. Sorun sadece Sol’un emperyalist olmayan politikalara sağlam bir temel sağlayacak politika üretme altyapısına sahip olmaması da değil. Şurası kritik; eğer böyle bir altyapı bir şekilde oluşacak ve müstakbel bir Demokrat yönetim farklı sesleri de içerecek olsa, mesela Afganistan’da ne yapılacağı ya da Amerikan ticaret anlaşmalarının nasıl oluşturulacağı konusunda işlerin ne kadar değişeceği pek de net değil. Çünkü o koşullar altında bile dış politika, hala uzmanların yürüttüğü, büyük sermaye ve güvenlik ağırlıklı bir bürokrasi, ayrı bir karar alma dünyası olarak ele alınacak. Sosyal demokrat bir başkan kabineye bir ya da iki farklı ses katabilir, fakat geriye kalan tavsiyelerin hepsi, tartışmanın koşullarını saymıyorum bile, hala aynı eski figürler ve perspektifler tarafından oluşturuluyor olacak.
Dahası, herhangi bir dış baskı olmadan, ortaya çıkacak politika yine o odadakilere mantıklı görünen şey olacak. Demokrat politikacılara “Herkes İçin Tıbbi Bakım Sigortası”nı bu kadar ikna edici kılan şey, fikrin esaslarının bir şekilde karar vericilere cazip görünmüş olması değildi. Benzer çağrılar sınırlı etkilerle on yıllardır yapılıyordu. Bu sefer çağrıya örgütlü bir halk desteğiyle arka çıkılmış olmasıydı. Benzer bir şekilde, dış politika sorunlarına gelindiğinde, alternatif hedefler kitlesel demokratik basıncın gücünü taşımıyorsa, yeni fikirlerin tek başlarına bir gün bir şekilde kazanacaklarını hayal etmek pek zor.
Eski işçi radikallerinin anladığı şey şuydu ki, anti-emperyalist gündem, işçiler ve diğer örgütlü kesimler tarafından geçim sıkıntısı problemleri olarak görülüp aktif olarak uğrunda savaşılmazsa, ister istemez yenik düşecektir. Ya da daha kötüsü, Trump’ın ve aşırı sağın yaptığı gibi, elitler kendi çıkarlarını korumak ve işçi sınıfı dayanışmasına saldırmak için şovenizmi ve milliyetçiliği kullanacaktır.
Bütün bunlar, sahici bir alternatif dış politikanın ortaya çıkabilmesi ve bunun ayağının yere basabilmesi için, işçi radikallerinin bir zamanlar yaptığından farksız olarak, sol destek gruplarının enternasyonalist içerikli somut taleplerde bulunmasının ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Siyahların Yaşamları Değerlidir Hareketi’nin (Movement for Black Lives), AFL-CIO’nun son 2017 toplantısında yaptığı “Savaş Yanıt Değil” başlıklı vizyon bildirisinden böyle bir çaba oluşmaya başladığı kesin. Ve gerçekten de, bunun bir sebebi de, Trump’ın yükselişinin getirdiği bütün bu karanlığa rağmen, içinde bulunduğumuz an sol enternasyonalizmin tekrar sahneye dönebilmesi için nadir bir olanak sunuyor.
Trump’ın söylemiyle “Önce Amerika” odaklı ekonomi modeli, sermaye yanlısı korumacılığı ve geleneksel Avrupalı müttefiklerine karşı mesafeli tutumu, yerli ve yabancı arasındaki ayrımı kaldırdı. Ve bunu yaparak, belki de Sol’un bu ikisinin farklı bir birliğinin gerçekten özgürleştirici bir versiyonunu sunması için kapıyı araladı.
Dahası, eğer anti-emperyalist politikalar geçmişte katı devlet baskılarıyla yüzleşmek zorunda kaldıysa, bu devlet baskısının başarısının bir kısmı da dünya savaşı gerçeği ve ciddi küresel zıtlıkların var oluşuna bağlıydı. Bugünün sol güçleri, hâlâ, hiper-milliyetçiliğin militarize ve karşısına çıkan rakibi, milli marş çalınırken diz çökmekten yeni silahlar satın alınmasını sorgulamayı vatanperver olmamakla suçlamaya kadar karalamayı göze alan bir çeşidiyle karşı karşıya gelmek zorunda kalacaklar. Ama gerçekten var olan rakiplerin yokluğu ve de açıklanan Amerikan düşmanlarının zayıflığı, bu ister El Kaide ister İran ister Kuzey Kore olsun, geçmişte muhafazakar reaksiyonlara ve baskılamalara destek verilmesini sağlayan korku tellallığını zayıflatıyor.
Bu kısmi açıklıkları düşünürsek, sol enternasyonalizmi yeniden ayağa kaldırmak için şu anda en çok ihtiyaç duyulan şey, yerli ve yabancı olanın çarpıcı bir biçimde temasa geçip maddi gündelik ihtiyaçlarda yankılanacağı yerler üzerinde odaklanmaktır. Bir önemli kesişme noktası savunma bütçesidir. ABD’nin 2017’deki 800 milyar dolarlık yıllık savunma bütçesi, dünyadaki tüm savunma harcamalarının neredeyse yarısını oluşturuyor. Bu, yurt dışında uluslararası büyük bir kontrol gücü bulundurulmasına, uluslararası istikrarsızlığın teşvikine ve ülke içinde de askeri şovenizmi beslemeye yarayan, kamu hazinesinin dağılımında temel bir bozukluktur.
Herkese sağlık, eğitim, barınma, güvenceli bir iş hakkı ve diğer temel ihtiyaçlar üzerinden sosyal demokrasiyi gerçekten sağlamlaştırmak, belirli bir gelir gerektirir; Vietnam döneminde savaş karşıtı ve yurttaşlık hakları aktivistlerinin “özgürlük bütçesi” dedikleri şey gibi. Ve böyle bir bütçenin temel şartı da sadece şirketleri ve zenginleri vergilendirmek değil, aynı zamanda da askeri bütçede ve istihbarat bütçesinde büyük düşüşlerdir.
Ama kamu kaynaklarının dağılımındaki bu bozukluğun da ötesinde, bütçenin politikası da çalışan kesimin neden ABD hükümetinin sürdürdüğü daha büyük ve yıkıcı jeostratejik ittifaklar konusunu umursaması gerektiğini gösteriyor. Şirketlere büyük bir eşantiyon haline gelen savunma bütçesi, hem dünya ile askerileşmiş bir ilişkiyi hem de silah satışları ve finansal yardımlarla belirli bölgesel müttefiklerin aşırı şiddetini besliyor. Aynı zamanda güvenlik devletinin nasıl yerel halkın doğrudan zararına, şirketlerin çıkarlarını koruyacak şekilde onlarla yakın işbirliği içinde olduğunun da altını çiziyor. Böylece, sol destekçiler, bütçe üzerine tartışmayı reddettiği sürece Ortadoğu gibi yerler dahil olmak üzere jeostratejide gerçek bir değişim olasılığı ve bu yoldan da manalı bir dış politika ihtimali ortadan kalkıyor.
İkinci bir kesişme noktası ise dokunulmazlık politikasıdır. Trump gibi oligarklar, vergi kaçakçılığından para aklamaya kadar finansal suçlarından ve çalışan haklarına dair ihlallerinden dolayı hesap vermedikçe, işkence yapan ya da insan haklarını ihlal eden görevlilerle aynı dokunulmazlığın keyfini sürüyorlar. Her ikisi de plütokrasi adına çalışan bozuk bir politik düzenin örnekleri. Bu sebeple, verilecek herhangi bir yanıtın hem devlet şiddetine hem de finansal suçlara dair meselelerde kitle baskısı oluşturması gerekir.
Bu aynı zamanda Trump’ın korumacılığının ne denli sığ olduğunu da açığa dökmek anlamına gelir. Sırf onun korumacılığı Cumhuriyetçi ticari ortodoksiye ters gidiyor ve bazı kurumsal etliler tarafından karşı çıkılıyor diye işçi sınıfına bir fayda sağlıyor ya da şirket hakimiyetine karşı çıkıyor diye bir şey yok elbette. Ve gerçekten, Trump’ca (Trumpian) tarifeler ve ticaret diyalogları sadece bir avuç şirket hesaplaşması olarak kalıyor. Bunlar aynı zamanda sınıf dayanışmasını, işçilerin Amerikan kapitalizmi ve onun yerel suç ortakları tarafından değil de yabancı işçiler tarafından tehdit edildiği yalanını tekrar ederek kırıyorlar.
Sosyal demokrat bir alternatif en azından şirketlerin uluslararası mülkiyet hakları üzerinde bazı ciddi kısıtlamalar getiren bir küresel ticaret görüşü üstüne kurulu olmalı. Ülke içinde sıfır işsizliği hedeflemeli ve yurt dışında şirket dokunulmazlığının sonunu getirmekle el ele yürüyen bir güvenceli iş bulma programı oluşturmalı ve bunu da çevre ve iş standartları getirerek, üretim zincirinde olanlardan şirketleri sorumlu tutarak ve yasayı çiğneyenleri cezalandırarak yapmalı.
Son bir kesişme noktası göçmen emeğini ve göçmen haklarını ilgilendiriyor ki günümüz Amerika’sında bu sınıf temelli politik mücadelenin temel noktalarından biri. Göçmenliği bir sorun gibi gösterme konusundaki aşırı yönelim, ki bu sadece Sağ’a ait bir sorun değil, ülke sınırında, belirli tarihi gerçeklere, uluslararası ekonomik problemlere ve bu göç yönelimlerini ortaya çıkaran belirli ABD dış politikalarına neredeyse hiç dikkat vermeden başlıyor. Kadınların ve erkeklerin yurtlarını terk etmesi olayı bir boşlukta gerçekleşmiyor ve sadece sömürgeci geçmişinin Küresel Kuzey’i Küresel Güney’e bağlamasıyla değil ama aynı zamanda sermaye tarafından başlatılan ve devlet tarafından desteklenen politikalarla da alakalı.
Bu politikalar, yerel şiddetle suç ortaklığı da yaparak yurt dışında sermaye kontrolünü ve işçi güvensizliğini teşvik ediyorlar. Gerçekten de, Küresel Güney’deki kitlesel mülksüzleştirmenin ve bunun doğal bir sonucu olarak kitlesel göçün temel nedeni, Batı ve dünyanın geri kalanı arasındaki, temel ve yapısal politik hakimiyet ve ekonomik sömürü ilişkileridir.
Yerli ve yabancı işçi arasında bağ kurmanın yanı sıra emeğin elini güçlendirmeye yönelik çabalar, yukarıda sözü edilen gerçekle yüzleşmek için devamlı bir çaba gerektiriyor; burada, ABD’deki göçmenlere gerçek ekonomik ve politik haklar sunma şartıyla başlayarak… Bugün hala devam eden katı sınır uygulamaları korku salmak ve göçmen işçileri susturmak için devlet izniyle gerçekleştirilen bir terördür ve bu uygulamaların da kökü kazınmalıdır. Eğer Trump yerli ve yabancı olanı ırksal şeytanlaştırma ile bağladı ve sınırın gerekliliğine odaklandıysa, Sol’un görevi de tam da bunu tersine çevirmek ve onun ortaya çıkardığı bu sahneyi tanımamaktır.
Amaç bu sınır gerekliliğini tamamen reddetmek ve göçmenlerin korunmasını emek mücadelesinin başlıca hedeflerinden biri, işçi sınıfını güçlendirmenin gerekli bir unsuru olarak göstermektir. Ve dahası, bu politikanın önderliği bizzat göçmen işçiler tarafından yürütülmelidir. Sadece yüz yıl önce, bu işçiler kendi politik mücadeleleriyle geldiler. Emeğin gündemini yeni bir enerjiyle ve ahlaki bağlılıkla doldurmak ve aynı zamanda tecrübeleri sayesinde, anti-emperyalizm ve ekonomik özgürlük arasındaki bağları göstermekte kilit rol oynadılar.
Sol bir dış politika boşlukta ortaya çıkamaz. Emperyal olmayan değerler üstüne kurulu entelektüel bir altyapıya ve daha eşitlikçi ve demokratik küresel bir yapıya nasıl geçebileceğimiz konusunda gerçek ve dişe dokunur bilgilerle donanmış olmaya ihtiyacı olacak. Ama her şeyden önce, ABD içerisinde yerel olanı enternasyonal bir gözle görebilen, ki bu on yıllardır ihtiyacını duyduğumuz bir şey, örgütlü ve iddialı bir politikaya ihtiyacı olacak.
Yani, eğer Demokrat Parti’nin Sanders kanadı ülke içi reform tartışmasını mümkün olanlar üzerinden yeniden şekillendirirse, bu hedeflerin başarılı ve kalıcı olması için, ikinci bir dönüşüme daha ihtiyaç duyacak. Böyle bir dönüşüm, gündelik politika içinde, birinin ötekinin desteği olmadan imkânsız olduğunu düşünürsek, sosyal demokrasiyi ve anti-emperyalizmi birleştirmelidir.
[Jacobin’deki İngilizce orijinalinden Ali Ergin Demirhan tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.