Tüm bu süreç devrimciler için seyredilecek, sonuçları değerlendirilecek ve sadece örgütlülük çıkarlarına göre taraf olunabilecek şekilde yaşanmamalı. Gerek tüm seçim süreci boyunca ve elbette seçimden sonra sosyalistler yaşadıkları kentin politik özneleri olmak zorundadırlar
Kabul edilir ki İstanbul, başka hiçbir şehre benzemez. Sadece nüfusu, ekonomisi, sosyal yaşamı değildir fark yaratan, bu ülkede yaşayan her bireyin İstanbul’la bir “bağlantısı” da vardır mutlaka. Bir de bunların üzerine AKP’nin kutuplaştıran, nefret üreten söylemi eklenince İstanbul yerel yönetim seçimleri, İstanbul sınırlarına hapsedilemez olur. Sadece İstanbul’da kayıtlı seçmenler saf tutmaz, ülkede yaşayan herkes taraftır ve tarafını eylemle, sözle ortaya döker.
Bir başka ülkede olsa anlaşılmaz, hatta komik olabilecek tercihler bu ülkede seçimin mutlak normali olarak yaşanıyor. New York’a ya da Roma’ya belediye başkanlığı adaylığını koyanların Teksas’ta ya da Sicilya’da miting yapması komik olur ama Ekrem İmamoğlu’nun Trabzon’da, Binali Yıldırım’ın Urfa’da miting yapması seçim propagandasının olmazsa olmazıdır.
Kültürel olarak az buçuk gelişmiş, medyası az buçuk serbest olan bir ülkede “Pontuslu”, “it dedi”, “uçağını kullandı” gibi söylemler, kullanana yapışır, özür dilenmek zorunda kalınır ama bu ülkede yalandan vazgeçmenin değil, yalanı daha da büyütmenin oy getirdiğine inanılır.
Bizzat Tayyip Erdoğan tarafından gasp edilen İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanlığı seçimi, sadece İstanbul sokaklarında değil bütün ülkede bir olağandışılık yarattı. Tekrarlanacak seçimin arefesinde ülkenin bütün insanları saf tutmakla kalmadı, siyasal egemenlik ilişkilerini değiştirmeyi amaçlayan çeşitli siyasi güçlerde de bir “hareketlilik” başladı.
İBB Başkanlığı seçimi iptal edilmemiş olsa Erdoğan, kısa dönemde İstanbul’un rantından olacak ve bu rant sayesinde beslediği pantronaj ilişkilerinde sıkıntı yaşayacaktı. Uzun dönemde ise AKP’nin inişe geçmesini engelleme derdiyle boğuşacaktı. Oysa şimdi tekrarlanacak seçimin kaybedilmesi, AKP için çok daha büyük bir darbe olacağı gibi AKP karşıtları için de “yeni ve farklı hesapların” yapılmasının yolunu açacaktır. Saray’da yapılan hesapların, İstanbul sandığından çıkıp çıkmayacağı, çok değil 23 Haziran’da görülecek.
İstanbul sandığından çıkacak sonuç aynı zamanda birikmiş siyasi krizi etkileyeceği gibi Kürt sorunundan Suriye’ye, ABD’yle yaşanan S-400/F-35 krizinden Avrupa ile ilişkilere kadar birçok mecrada kullanılacaktır.
Merkez sağda Erdoğan’ın yarattığı tek kutupluluktan “sıkılanlar”, görüldüğü üzere Ahmet Davutoğlu ile bir “tavşan atlet” denemesine girişti ve bu hamleyi Erdoğan, Bülent Arınç’ı Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu’na atama hamlesiyle karşıladı, arkası da gelecektir. İstanbul kaybedilirse başta Gül-Babacan ekibi tam mesai ile arenaya giriş yapacaklardır ki bu süreç sonbahara bile kalmayabilir.
Açıktır ki S-400/F-35 krizi sadece bir silah pazarlığı olmaktan çıkmış durumda. Aslında tercih edilecek olan topyekun bir yönelim. Ve bunun için de İran’a karşı hangi pozisyonun takınılacağından, Suriye’nin gelecek planında nerede durulacağına, Kürt Siyasi Hareketi ile nasıl bir ilişki tercih edileceğine kadar bir dizi siyasi tercihle birlikte karar verilmesi gerekecek. İstanbul’un kaybedilmesi demek Erdoğan’ın dayandığı tek “meşruluk” iddiasının yani kitle desteği argümanının elinden alınması demek olacak ki bu da Ortadoğu’da maceracı hamlelerin artık son bulmasına yol açabilir. Tersten söylenirse, İstanbul’u kazananlar artık çok daha güçlü bir biçimde “Sen, neye dayanarak ve hangi hakla, bu ülkenin geleceğine karar veriyorsun?” müdahalesinde bulunma olanağına sahip olacaktır.
En büyük etkilerinden biri de Kürt halkı üzerinde olacaktır. Binali’yi Diyarbakır’a gönderip iki tane Kürtçe sözcükle birlikte “Kürdistan” lafını kullandırmanın amacı açıktır; yıllardır savaşla yıldırılan bir halkın “barış için olabilecek en ufak bir umudunu” suistimal etmek. Bunu daha önce denemiş ve başarılı olmuştu Erdoğan. Ancak şimdi işler hiç de öyle gözükmüyor. Kürt Siyasi Hareketi çok açık ve net bir biçimde farkında; “HDP defalarca 31 Mart’ta nasıl oy verdiyse yine aynı oyu vereceğini söylemiştir. Yani AKP-MHP ittifakına kaybettirme tutumunu sürdüreceğini vurgulamıştır. Demokrasi güçleriyle birlikte hareket edeceğini söylemiştir. Bugün demokrasi güçleri kime karşıdır; AKP-MHP ittifakına karşıdır. Bu açıktır. Bu yönüyle de AKP-MHP ittifakının adayı Binali Yıldırım’a kaybettirmek için çalışmaktadırlar. HDP’nin tutumu da böyledir, Kürtlerin tutumu da böyledir. Bu, Kürtlerin şu partiye ya da şu kişiye oy vermesi değildir. AKP-MHP’ye kaybettirme politikası Kürtlerin kendisine, demokrasiye oy vermesi politikasıdır.”1 İstanbul’u kaybedecek olan Erdoğan’ın Kürt illerindeki (atadığı ve atamayı düşündüğü) kayyum siyaseti de darbe alacaktır. Hepsinden ötesi Kürtlerin beklentisi, Erdoğan’ın Suriye’deki tercihlerinin değişecek olmasıdır.
Ancak Kürt Siyasi Hareketi’nin İstanbul’daki dezavantajı örgütlülüğünün zayıflığıdır. 1 milyonun üzerindeki Kürt seçmen HDP’nin örgütsel ağıyla kapsanabilmiş durumda değil. Açıktır ki bu handikap Kürt seçmenler üzerinde “mahalle baskısı” ile aşılabilir ancak.
Türkiye’nin diğer illeri, bu ülkede yaşayan halklar (Pontuslular dahil!), dış politika, iç politika vs. bir şekilde İstanbul sandığından “nasibini” alacak. Kuşkusuz bu sonuçtan en çok etkilenecek olan İstanbul halkı olacak. Ve elbette İstanbul’un ilçe belediyeleri.2
Ya rant ve yağma düzeni devam edecek ya da farklı bir başlangıç yapılacak.
Farklı bir başlangıcın hiç de zor olmadığını Mansur Yavaş bile gösterdi. Melih Gökçek’in ciplerini, futbol toplarını öğrendik. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’ne Ankara Büyükşehir Belediyesi 22 yıl aranın ardından destek verdi. İstanbul’da bunların kat be kat fazlasına şahit olunacağı açıktır.
Ve açıktır ki (tekrar edilmiş olacak ama) tüm bu süreç devrimciler için seyredilecek, sonuçları değerlendirilecek ve sadece örgütlülük çıkarlarına göre taraf olunabilecek şekilde yaşanmamalı. Gerek tüm seçim süreci boyunca ve elbette seçimden sonra sosyalistler yaşadıkları kentin politik özneleri olmak zorundadırlar ve öyledirler de. Bu iddia hem sokakta bir güç olarak kendisini gösterdiği gibi aynı zamanda o kentin bugünü ve yarını üzerinde de geliştirdikleri politik/pratik (çözüm) önerileri ile de kendisini var eder.
Başta Halkevciler olmak üzere “yerel siyasi güç” olmayı özellikle amaç haline getiren hareketlerin bu konudaki etkinlikleri çok daha önemlidir. Toplumsal devrimin (dönüşümün) başrolünde olmaya soyunanlar bu iddialarını ne başkalarına devredebilir ne de kendi dışlarındaki gelişmelerden medet umabilir. Devrimciler olmadan “başarı”, devrimciler olmadan “kalıcı başarı”, devrimciler olmadan “faşizme karşı başarı” olmaz.
Şimdi İstanbul’u da ülkeyi de kazanma zamanı!
Dipnotlar: