Vitrini fotoğrafladım. Gülüyordum. Biraz daha baktım. Yine gülerek. Dönüp yürümeye başladım. Gülüyordum. Büyük bir hakarete uğramış insanların yüzüne gülme olarak yansıyan acının çarpılmışlığı ile yüzüm gülüyordu. Gülen ben değildim
Acılara oynamak ya da reklam metinleri ve etik üzerine anlamaya çalışma yazısı
John Berger, “Görme Biçimleri” adlı o güzelim eserinde Rönesans çağı tablolarından gündelik hayattaki reklam panolarına uzanan tarihi bir yolculuğa çıkar ve her bir görselin detayına gizlenmiş mesajı, çaya batırılan kurabiye lezzetinde okura sunar: “Şu XVI. Asır’dan kalma resimde asilzadenin karısının yanındaki masada duran tabak neyi temsil etmektedir? Soylunun elindeki asa ile yanındaki dünya küresi ve Lady’nin yüzündeki o tebessüm ne anlama gelmektedir? İstasyon panosundaki bankada hesap açan erkeği anladık da yanındaki onca güzel kadının işi ne? Şık ve çekici kadınlar ile bankada hesap açtırmak arasında nasıl bir ilişki vardır?”
Resim, fotoğraf, pankart, film, video ve reklam… Amaçsızca üretilenler dâhil, dar anlamda siyasete geniş manada kültüre dair mesajları vardır hepsinin. Mesaj, sadece gördüğünü tasvir etse dahi manipülasyon içerir. Çünkü görmek ve hatta hissetmek de kültürden münezzeh değildir. Kültür nedir peki? İktisat, siyaset, direniş, günlük eşyalar, şarkılar, dualar, eğlence, yemek adabı, flört ve misyoner pozisyonu, sexshop ürünleri,dört kameralı telefonlar, SGK primi, ücret zamları, boş zaman faaliyetleri! Yani uygarlık. Asırlar önce Avrupa kıtasında burjuvazinin doğuşunda yağlı boya tablolar neredeyse bizzat mesajın kendisi iken bugün sadece internet üzerinde kendi videolarından ekmeğini kazanıp mesajını sıfır maliyetle sanal âleme geçen yeni bir işçi-girişimci sınıf var: Tıklatarya! Beğen butonuna tıklat ve kazan. Her tık para, şan ve şöhrete giden yolun taşı! Yeşilçam filmi gibi. Müzik Piyasası, artık kopya satışına dayanmıyor. Sosyal medyada, eserin “tık” sayısı satışın ve popülaritenin göstergesi. Peki, para nasıl kazanılıyor? Şirketler, kimin “tık”ı fazla ise ona reklam veriyor ve bu reklam gelirinden o eser pay alıyor. Satış yine var ama süreç değişmiş durumda. Değişmeyen ise reklam ve işlevi.
Reklam, kapitalizmin olmazsa olmazı. Her ne kadar mikro ekonomi teorisi, üretici ve tüketicilerin her şeyi bildiği bir pazar kurgulayıp orada reklam gibi saçma bir maliyeti ilga etse de gerçek böyle değil. Üstelik reklam sadece malın bilgisini vermez! Bunu yaparken sistemi yeniden ve yeniden üretir. Toplumu o mala ihtiyaç duyduğuna ikna ederken egemen kültürün dolayısıyla hâkim sınıf ve iktidar blokunun ihtiyaçlarını gözeten bir algı inşa eder.
Reklam, balistik füze gibidir. Başlıktaki nükleeri en hızlı ve sıfır hata ile hedefe ulaştıran füze gibi. Mesaj, hedef kitleye, o kitleyi etkileyecek şekilde ulaştırılmalıdır. Tüketici, sadece bilmemeli ayrıca almak istemelidir. Siyasi ajitasyonun mükemmelidir reklam. Kısa ve serttir. Temasın kroşe tadında olması amaçtır. Ki kitle sarsılsın.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir reklamı vardı geçmiş yıllarda. Cuma namazı vakti gelmiş, ülkede kim var kim yok camilere koşturuyor. Ama ne koşturmak. Sanki son namazlarını eda edecek hepsi. Aralarında, “sefil” çöp toplayıcılar, Mercedes’lerine kurulmuş mütekebbir “iş adamları”, uzun saçlı delikanlılar, İslami kesim sakallılar, velhasıl her sınıf, katman ve kültürden erkek var. Sınıfsız, imtiyazsız ayrı gayrısı olmayan cemaatiz mesajı geçiyor reklam. İlahiyatçı bir arkadaşım beğenmiş, paylaşmış sosyal medyada. İtiraz ettim. Mesajın eşitlik içermediğini, görünüşe rağmen içeriğin, aksini savunduğunu iddia ettim. Mevlana’nın bağlamından koparılmış “Ne olursan ol, gel!” sloganı gibiydi aslında: Sen gel hele biz seni tornadan geçirmesini biliriz! Mesaj bu idi. Çünkü Diyanet’in işlevi Resmi İslam’ı kurmak ve kollamak! Kurulduğu günden beri böyle. O uzun saçlı delikanlıdan beklenen, zamanla Resmi İslam ülkesine biat etmesi. Yoksa aynı Diyanet, Reina Katliamı’ndan yirmi dört saat önce kan banyosuna davetiye çıkaracak hutbeyi müezzinlerin eline verir miydi? “Yılbaşını kutlamak Müslüman’a yakışmaz. Hıristiyan geleneği değildir diyorlar. İnanmayın. Eğlenmeyin. Oturun evinizde. Günahtır. Yapmayın!” Günahın bedelinin ne olduğunu otuz dokuz genç kadın ve erkek, bedenlerindeki kaleşnikof mermilerinde gördüler. Diyanet o reklamda camiye akın eden ama yılbaşında da eğlenen Müslümanı sahipleniyor gibi yapıyordu değil mi? Hayır, sahiplenmiyordu! Ama sadece bu değil. Reklamda; statüsü, eğitimi, sınıfı, araba modeli, mesken metrekaresi farklı erkekler Cami’de aynı safa diziliyorlar lakin çıkışta çöp toplayıcı, kendi aracına, İş adamı ise Mercedes’ine gidiyor, hayatlarına kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Bayram günü herkesin kardeş olma yalanı gibi herkes için sevimli, fakir için anlamsız, sistem içinse meşruiyeti artıran mükemmel bir manipülasyon. Aslında ucuz ve propangadif bir dildi bu! Ey Ümmeti Muhammed camide eşitiz. Tıpkı mahşer günü gibi. Ama heyecanlanmayın öyle. Henüz kıyamet kopmadı. O yüzden sabredin ve asi olmayın. Çünkü camiden çıkışta nizam berdevam! Aman ha, unutmayın! -Sahiden reklam İsrafil’in Sur borusunu üflemesinden sonra yaşanacaklara gönderme içeriyordu sanki. Mahşer yeri yani.-
Kapitalizm yaklaşık beş yüzyıldır dünyada mevcut. Merkantilist dönemi bir kenara bırakırsak hadi üç yüz elli yıl diyelim. İşçi emeğive burjuvazinin oluşumu bağlamında diyorum. Bu kapitalizmin kuralları var. Sistemin işlemesi için o kurallar şart. Her ne kadar Siyasi Tarih dersinde Oral Sander hocamız, “Dallas dizisindeki ‘Ceyar’ neden bu kadar kötü ve hırs küpü biliyor musunuz? Çünkü genlerinde korsanlık var. Korsanlar bir limandan çaldıklarını diğer limanda satan adamlar. Bir limanda mafya, diğer limanda tüccar. Jr’ın da kökeni bu! Kızmayın adama” demişti. O “tüccar korsan”ın iş yaptığı limanda kurallara uyması gerekiyor. Pazarın kuralları var çünkü. Bu tespit doğru olmakla birlikte -bkz ahlak ne işe yarar?- bizim Karasakal’ın ruhunun halen piyasanın ortasında kural kaide takmadan durduğunu da görüyoruz. Exxon Skandalı’nı hatırlayın. Olaylar öyle zıvanadan çıkacaktı ki bunca yüzyıl sonra Kapitalizm, mabedinde kendine çeki düzen vermeye kalktı. Kalkarken de trilyon dolar batığı, yine işçi sınıfının üstüne yıkarak! Sermaye, özeleştirisini dahi kendi cebinden yapmaz çünkü! İşçi sınıfının delik cebi dururken!
Yine de kurallar önemli. Sistemin işlemesi için gerekli. Mesela devlet ve iktidar bloku olur olmaz birilerinin malına çökmemeli. Türkiye’de şu anda olduğu gibi. Çökerse sistem çöker. Çünkü herkes herkese çöker. Nihayetinde çökene de gün gelir çökerler. Kural önemli. Ticaretin ve üretimin sürebilmesi için önemli. Kişiye göre değişmeyen kurallar. Etik, burada devreye giriyor. Pazarın işleyişinde yazılı olmayan kurallar. Hem sistemi işletiyor hem de manevi bir değer katıyor. Şu ünlü görünmez eli düşünün. Adam Smith piyasaya ruh üflüyordu aslında.
İşte bu etik kurallar, reklam sektörü için de geçerli. Malınızı satmak, hizmetinizi tanıtmak istiyorsunuz. Çok kişiye ulaşmak ve ulaştığınız kişileri kendinize çekmek niyetiniz. Bunu en kısa sürede en etkili yolla yapmanız gerekiyor. Yani vahşi bir savaşçı gibi hissediyorsunuz kendinizi. Ama bir şeyler sizi gemliyor. O bir şey aslında siz değilsiniz. Hırsınızın kurbanı olmamak o bir şey! Malı satacağım derken ürün depolarda çürüyebilir çünkü. Çin’in yeni yükselmeye başladığı dönemde bir haber okumuştum. Suudi Arabistan’a tokyo gönderiyor bu kadim devletin zeki ve hırslı “kızıl” girişimcileri. Ama ürünü çekici kılmak için tokyoların altına kelime-i şahadet yazdırmayı ihmal etmiyorlar. Nihayetinde müşteri mütedeyyin! Sempatik gelir diye düşünüyorlar. Fakat ne oluyor? Mal “elde patlıyor”. Kimse o sandalet terlik türü ayakkabıları giyemiyor çünkü. Düşünün ayağınızın altında inancınıza dair en kutsal söz yazılı. Sıkıysa giy hadi. Çin, malı çekmekle kalmıyor, özür üstüne özür diliyor. Olacağı bu tabii. Diyalektik Materyalizm bugünler için lazım. Olguları mukayeseli anlayabilmek yani.
Etik, nedir? İnsanların birarada yaşayabilmesi için hukuklarına göstermek zorunda oldukları saygı! Yani dışsal ilahi bir olgu değil. Zamanla da değişebilir.
Spinoza koca bir cilt yazmış Etik’e dair. Kropotkin’in bir kitabı var. Yazılmış çizilmiş çokça yani. Özele saygı, postmodern çağda etik kuralların başında geliyor. Özel nedir peki? Mahrem olarak da kullandığımız kavram? Bireyin özsaygısını inşa ettiği alan. Mesela acıları mesela manevi yaraları… Mesela zor anlara gösterilen hassasiyet. Çocuk felçli Roosevelt, İkinci savaşta diplomatik bir görüşme için savaş gemisine gidiyor. Gemiden gemiye geçecek. Sürpriz şekilde ayakta tek başına yürümek istiyor. Ve kalkıyor tekerlekli sandalyesinden! Koltuk değnekli Amerikan Başkanını fotoğraflamak her gazeteci için ilginçtir. Ancak kimse buna tevessül etmiyor. Cesaret de diyebiliriz tabii. Amerikan başkanının kudretini biliyoruz, tamam! Henüz CIA kurulmamış, o da tamam! Ama etik kaygıları da not edelim. Bir tek flaş bile patlamıyor çünkü. En azından bu kaygıyı öne çıkarmak herkesin hoşuna gidiyor.
Birkaç yıl önce olmalı. Şimdi ismini hatırlamadığım bir ülkede depremden mucize eseri kurtarılan küçük bir Yahudi kızın, kurtarma ekiplerinden ilk dileği limonlu kola olmuştu. Coca Cola firması, bunu reklamında kullanmayı düşünmüş ancak etik bulmadıkları için vazgeçmişti. İsabetli bir karar aldığı belliydi firmanın. Yapsaydı ihtimal kıyamet kopacak, milyonlarca insanı kutuları patlatırken bulacaklardı meydanlarda. Allah muhafaza, Kapitalizmin bu sembolik firması incinebilirdi fena. Zararın da bini bir para! İçilmeyecek milyonlarca şişe kolayı düşünün! Akıllı reklam direktörleri varmış.
Kitleyi avucunun içine alması önemli reklamın. Düşününce çok da zor gelmiyor aslında. Mesele insan ile temasta. Hedef kitlenin insanî vasıflarına dokunmakta. Zaaf dâhil! Bir süre önce bir tartışmaya tanık olmuştum sosyal medyada: “Erdal Eren, idam edilmeseydi bugün hangi ideolojik çizgide olurdu?” Konusu buydu münazaranın. Münazara diyorum çünkü kimsenin birbirini ikna etmek gibi bir derdi yoktu. Taraflardan biri sorunun kendisine itiraz ediyor ve etik dışı buluyordu sorma eylemini. Sorunun sahibi için bu lalettayin bir sualdi. Engellemeyi düşünce özgürlüğü ile ilişkilendiriyordu. Yine ona göre Erdal Eren, büyük olasılıkla çizgisini terk etmiş olurdu. “Ama!” diyordu karşı taraf “Bu sorunun cevabını bilmemize imkân yok. Nihayetinde bireyin tercihini tartışıyoruz ve o bireyin fikrini almamız mümkün değil artık.” İtiraz edilen, sorgulama değil bunun bir anlam ifade etmemesiydi.
Aslında soruyu ortaya atan, sosyal medyada “ultraduyar” kişiliği ile sevilen biri. Ama böyle bir konuda hassas olmaya gerek duymadı o gün. Oysa, aynı zamanda mesele, çocuk yaşta idam edilen bir devrimcinin, alternatif hayatında nasıl yaşayacağı değildi. Mesele on yedi yaşında askeri cuntanın korkunç zulmüne maruz kalmış ve o yaşta başını öne eğmemiş bir delikanlının anısına saygıya dairdi.
Bu söz ne anlama geliyor bu topraklarda? Özgürlük, Eşitlik ve Adalet! Direniş, zulüm acı ve hasret! Ve zalimin önünde diz çökmeyen o muhteşem inatçı hiddet!
Muhatap kimdir peki bu dilek cümlesinde? İdealleri için ömründen gençliğinden sıhhatinden verenler; sevdasından, çocuğundan, memleketinden ayrı düşenler. Sürgünde trafik polisinin küfrünü bile özleyenler. Babalarının cenazelerine kelepçeyle götürülenler. İşkenceli sorgularda, mahkemelerde, mahpuslarda esir düşen lakin teslim alınamayanlar. “Acılara tutunup” da ayakta kalmaya çalışanlar “Devlet dersinde” o ceberut makinenin gadrine uğrayan lakin başını öne düşürmeyenler. Gözyaşını kirpiğinin ardına gizleyenler.
Sinop Zindanı’nda 1933 yılında kaleme alınan şiirin yürek titreten dizesidir bu söz. Otuz üç yıl sonra Kerem Güney’in bestesiyle ölümsüzlük şarabından içen şiirin bir dizesi. Hapishane Şarkısı ya da bilinen adıyla Aldırma Gönül! Sinop Kalesi’nin surlarını döven dalgaların sesinden çıkan bu şiir, sol dünya hayal edenlere omuz verdi moral oldu onca yıl. Ama sıradan insan da kendini buldu, sevdi ve sahiplendi şiiri. Yetmişlerin antifaşist direniş yıllarında şiir ve şarkı solun simgesiydi. Bu şarkıya sesiyle can veren Edip Akbayram, o yüzden hedefiydi faşist hareketin. Eylülist rejimin apolitizmi ile sonraki yıllarda “Aldırma Gönül” herkesin dinlediği bir ezgi haline gelecek lakin o sol damar, orada atmaya devam edecekti. O damarı kesmeye kalksalar da! Popüler kültürün etkisiyle içeriğini boşaltsalar da!
Çok duygusal mı oldu? Farkındayım. Süfli politik melankoli ile işimiz yok! Affedin. Lakin bu satırların yazarı sosyalisttir. Ve o söz 2 Nisan 1948 yılında, bir devlet operasyonunda, dağ başında aynı devletin ajanı tarafından katledilen Sabahattin Ali’nindir. Çünkü o söz, bu topraklarda kim haksızlığa uğradıysa, kimin canı yakıldı, onuru incindi, başı yere eğdirilmeye çalışıldıysa hepsini elinden tutan, onları kucaklayan, nazikçe nasihat eden kudret ilacıdır. Manevi kudret ilacı! Lakin padişah macunu değil!
Pazar günüydü. Yaz henüz gelmiş, İzmir yanma derecesine erişmemiş olsa da şehir denizlere boşalmıştı. Alsancak, güneş ikindiye inerken neredeyse boştu. Aracı park ettim. Arkadaşımın gecikeceğini öğrenince adımlarımı iyice yavaşlatıp vakti genişleterek yürümeye başladım. Yavaşlamak görüş alanını genişletiyor. Görmek hassaslaşıyor.
Eczanenin önünden geçerken bir söz dikkatimi çekti. Yürüyüp geçtim. Sonra durdum. Gerçek mi diye geri döndüm. Ve baktım. Vitrinin hemen önünde teşhir edilen ilaç seti ve setin üzerinde bir slogan yazılıydı: Başın öne eğilmesin! Boğazlı kırmızı kazağı ile orta yaşlarda bir erkek mahcup bir tebessümle bir şey işaret ediyordu eliyle. Daha dikkatli bakınca o sloganın aslında bir cümle olduğunu ve adamın yüzündeki o hüzünlü mahcubiyetin sebebini anladım:
Erken boşalma ve sertleşme sorunuyla başın öne eğilmesin!
Vitrini fotoğrafladım. Gülüyordum. Biraz daha baktım. Yine gülerek. Dönüp yürümeye başladım. Gülüyordum. Büyük bir hakarete uğramış insanların yüzüne gülme olarak yansıyan acının çarpılmışlığı ile yüzüm gülüyordu. Gülen ben değildim.
Aslında çok başarılı bir reklamdı. Bilinen ve herkese tanıdık gelen bir dizeyi alıyor, ürünle ilişkilendiriyor ve hedefi on ikiden vuruyordu! Ürünün işlevi ile söz arasında sadece mantıklı bir ilişki kurmakla kalmayıp üstüne çift anlam katarak olabilecek en çarpıcı sloganı elde etmek! Erkek anatomisinde “baş” olarak geçen iki uzvu da içeren bir anlam. İstisnasız her gören anlıyor ve çarpılıyor. Hani şu kroşe vardı ya. İşte o kroşeyi, herkes beyninde hissediyor. Mesaj kafaya kazınıyordu. Artık o başların hiçbiri ne eğilecek ne de bükülecek! Mesaj yerine ulaşmış durumda.
“….. erektildisfonksiyon, iyi huylu prostat hiperplazisi ve pulmoner arter hipertansiyonu tedavisinde kullanılan bir ilaçtır. Ağızdan alınan bir tablettir. Başlangıcı genellikle yarım saat içinde ve süresi 36 saate kadardır.” Wikipedia böyle yazıyor ilaca dair. Sonsuz bir direnç bahşetmiyor. Kimse de bunu talep etmiyor zaten. Tadında bırakacak kadar. Postmodern zamanların ruhuna uygun şekilde. Sosyal aşırılığa lüzum yok. 36 saat biraz fazla sanki? Canım bireysel zevkin kime ne zararı var ki?
Reklamcı bu sloganı yaratırken Sabahattin Ali’nin şiirini biliyor muydu acaba? Yoksa tuhaf bir tesadüf mü bu! Reklam metni yazmak kolay iş değil. Sadece kıvrak bir zekâ ve sokağa yakınlık değil entelektüel bilgi de gerektiriyor. O yüzden, Eylül darbesi sonrası hapisten çıkan sosyalistler reklam sektöründe rahatça iş buldular. Başarıları göz kamaştırıcıydı.
Mesleğin edebiyatla, hatta sektörün solla ilişkisini düşünürsek bu sloganı üretenin şiiri bilen hatta soldan biri olduğunu düşünebiliriz. Ki bu da zamanın ruhuna uygun değil midir? Değerlerin gündelik hayata bağlamından koparılarak sunulması. Yeniden üretiminde çöp edilmesi. Ve bunun yapanın da vaktinde bizzat o değer için mücadele edenlerin arasından çıkması. Peki, ya solcu değilse reklamcımız? Malum, o eski solcular da artık emekli olmak üzere. O halde düşünelim. Başın öne eğilmesin, klasik bir şarkı. Yani şairi tanımayan da şarkıdan haberli. Yüz yıl sonra dinleneceği aşikâr bir sanat eserinden esinlenmek için öyle derin entelektüel bilgiye gerek yok. Ama sözün alternatif kullanımları da var: “Başını eğme!” “Kaldır başını” vesaire. Burada popülarite devreye giriyor. Nihat Behram’ın “Haykır acını ey halk, baş eğme haykır!” dizesi bu denli popüler olsaydı reklam yazarı onu da kullanabilirdi. Kroşe etkisi demiştik değil mi?
Lakin kroşe boşa çıkabilir. Reklamın yüzünde patlayabilir. Yalçın Küçük bir kitabında “Bir insan buzda kayıp düşerse herkes güler. Ama düşüp de ölürse kimse buna gülmez” diyordu. Kapitalizm ile Sosyalizm arasındaki farkı göstermekti amacı. Bu mukayese reklam sektörü için de geçerli. Toplumun acılarını, hafızaya kaydolmuş trajedileri, hüzünle hatırlanan direniş ve eylem anlarını, daha çok mal satmak için, reklamın konusu yapmak etik bir tartışmayı önünüze getirip koyar. Keder ve bu kederle yüklü hatıralara dokunmak incitici olabilir. Auschwitz Toplama Kampı üzerine bir fıkra düşünün mesela. Kim gülebilir ki oradaki mizaha? Sosyal medyada toplama kampına ilişkin bir fıkra paylaşmıştı genç bir kadın: Hitler, bir Yahudi’yi çağırıyor. İki rakamı toplamasını istiyor. Cevap yanlış olunca da “burası nasıl toplama kampı!” diyor. Komik mi? Pek zekâ içermediği için değil! Ama Hitler ve Yahudi’yi bir fıkrada bu şekilde buluşturmak zaten gülmeye engel oluyor. Fıkra tartışmasının muhatapları ne Alman ne Yahudi’ydi. Ama herkesin yeterince malumatı vardı kampa dair. Ne oldu peki? Kızılca kıyamet koptu! “Bırakın şu dar kalıpları!” diyerek sunturlu küfürler savurdu o genç kadın. İkna olmadı yani etik meselede.
Peki hiç mizah yapılamaz mı konuya dair? Şu Oscarlı “Hayat Güzeldir”, bir toplama kampında geçen ve insanları güldüren bir film değil miydi? Hem de izleyenlerin içini acıtarak. Demek mizahın da seviyesi ve inceliği var.
Doksanların pop müziği furyasında “milyonların sevgilisi” olmuş üç kişilik bir grup hatırlıyorum. Eylül darbesi ile yükselen neoliberal dalganın kültürel ayağını en iyi temsil edenler arasında bu hırslı ve yetenekli gençler de bulunuyordu. Vasatın yüceltilmesi, entelektüalizmin aşağılanması, geçmişte ezilmiş avamın özgüvenle öne çıkarak mevcut haliyle övünmesi ve o güne kadar önem verilen değerlerin apolitik bir radikalizm ile reddedilmesi, grubun ideolojik referanslarıydı. Berbat ama kolay besteler üzerine günün ruhunu yakalayan ve vasatı eğlendirirken değerli hissettiren sığ ama etkili ilkokul tekerlemeleri yazıyorlardı. Eylül faşizmi doksanlarda kültürel meyvesini bu genç müzisyenlerde verecek bugünlerin hâkim sosyokültürel dokusunun temeli pop müzik üzerinden atılacaktı. Üstelik o dönem piyasa katıksız sekülerdi. Genç müzisyenlerin hepsi iman etmiş laiklerdi. Laisizm hakkında iki cümle kuramayan sağ popülist ideolojinin temsilcisi yeni kuşağın gençleri.
Bu uzun paragrafın gizli öznesi Grup Vitamin’in 1991’de çıkmış şarkısından söz etmek istiyorum. Şarkıda, bir zamanların özgün müzik denilen sol eğilimli bir pop müzik türüyle kendi meşrebince dalgasını geçiyordu grup. Güftenin bir yerindeyse hızını alamıyor; Nevzat Çelik’in idama mahkûm bir devrimcinin ağzından kaleme aldığı ve Ahmet Kaya tarafından bestelenen Şafak Türküsü şiirine genelevi ekleyiveriyordu: “Beni burada arama anne! Ayıp oluyor. Burası genelev!” Ercan Saatçi, Ufuk Yıldırım gibi dönemin faşizme teşne üyelerini de düşünürsek tam da yükselen değerler sistemine yakışanı yapıyorlardı aslında.
Beste sahibi Ahmet Kaya, grubu mahkemeye veriyor. Sonrasında gazetelerde çarşaf çarşaf özür ilanları yayımlanıyor. Ekşi Sözlük’te bu bilgiyi veriyor yazarlardan biri. Sahiden de şiirden haberleri olmayabilir. Ne dediğinden. Yüzeysel kültür, detayla ilgilenmez çünkü.
Etik neden gereklidir? Genç yaşta trafik kazasında ölen, grubun beyni Gökhan Semiz’i, mesela bu ölümü üzerinden hedef almamak için. Ama Gökhan Semiz’in böyle bir hassasiyeti yoktu. Ve o siyaseten hayatları karartılan onbinlerce insanı değersizleştirmekten geri durmadı. Aynı şekilde o ilaç reklamının yazarı da Cumhuriyet tarihi boyunca siyaseten zorbalık edilen onca insanın anısını, bir kutu daha fazla ilaç satmak için hiçe sayabildi. Oysa o ilan, Auschwitz fıkrasını okuyan bir Yahudi’ye ne hissettirirse aynı burkulmayı hissettirir acılara muhatap olan herkese
Yok! Bir yasaklama talebi değil sözü edilen. Sansür Kurulu devreye girsin diyen de yok. Mizah ve edebiyatı yok etmek istiyorsanız birkaç maddelik ilke ve yasaklar bildirgesi ilan edin. Kısa sürede bildirgeye yüzlerce madde eklendiğini görürsünüz. Yasak yasağı çeker. Devlet yasağı sever. En berbat sansür ise insanın aklında olandır. İslamcı Misvak dergisinin mizah seviyesi çizerlerinin yeteneksizliğinden mi düşük? Orası da var ama Charlie Chaplin’i getirin o dergiye. Şarlo’nun doğmadan son nefesini verdiğine tanık olursunuz. Mizahın mukaddesi olmaz çünkü. Jdanov’un geldiği yerden fikir kaçar. Lakin kalem de cellâdın baltası değil.
Etik, bir kontrol mekanizması sunar. İnsanî hassasiyetlere hassas bir mekanizma. Birilerini yasaklamadan veya da birilerini yasaklamaya çağırmadan muhatapların meseleleri tartışabileceği bir düzlem. Hemen söyleyelim. Hassasiyet; ideoloji, lider, din, inanç ve fikir meselesinde değil. Şu aşamada bireyin özel hayatına dair somutlukları kapsayan bir alandan söz ediyoruz.
Bu topraklarda çok zor yaratılabilecek bir süreç bu. Siyasi cenazelerin huzur içinde gömülmesine izin verilmeyen bir kültürün hakimiyetindeyiz. Yine de başımız öne eğilmesin! Şair kendisine söylüyordu o sözü önce. Çünkü ihtiyacı vardı. Herkesin ihtiyaç duyduğu bir an olabilir. O halde acılarla oynamayı ve aslında ruhları daha da nasıl acıtabilirim diyen mevcut tarza itiraz edecek bir eleştiri kültürünü toplumsal ile harmanlama işi itiraz sahiplerine ait.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.