Bu ülkenin devrimcilerine, sosyalistlerine tarihsel bir rol düşmekte: Rejimin toplumsal meşruiyet krizi yaşadığı bu dönemde bunu siyasal bir krize dönüştürmek. Düzen güçlerinin bu krizi kendi aralarında bir mutabakat oluşturarak ve sadece kendi yararlarına olacak sonuçlar yaratarak aşmasını, düzenin onarılmasını engellemek
24 Haziran 2018-31 Mart 2019 Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin tepesindeki koltuğa, koltuk değneği Bahçeli’nin yardımıyla oturduğundan beri 9 ay geçmişti. “Başkanlık rejimi her derde deva” diyordu, ülkenin bütün sorunlarını çözecekti. Enflasyon, faiz, dolar düşecekti. Yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla (3Y) mücadele edecekti. Hayvan hakları yasası çıkacak, cemevlerine statü sağlanacak vs. birçok şey değişecekti. Uluslararası prestijimiz artacak, demokrasimiz gelişecekti.
Ne oldu?
Enflasyon yüzde 12’den yüzde 25’lere çıktı. Erdoğan 11 Temmuz 2018’de “Dolar düşecek, bu kadar emin konuşuyorum” dediğinde dolar/TL kuru 4,87’ydi. Kur, o tarihten sonra tüm zamanların rekorunu kırarak eylül ayında 7,23’ü gördü. Mart 2018’de yüzde 17,7 olan genç işsizliği bir yıl içinde yüzde 25,2’ye çıkarak Türkiye tarihinin rekorunu kırdı. Tüketici Hakları Derneği’ne göre Türkiye’nin yüzde 20’si açlık, yüzde 80’i yoksulluk sınırı altında yaşıyor.
Cemevlerinde, çocuk istismarında, havyan haklarında elbette bir değişiklik olmadı. Bunlarda bir değişiklik olmadığı gibi demokratik alanda, Kürt sorununda, kültürde, sanatta, sporda ve toplumun gelişmesinde herhangi bir konuda “bir adım ileri” sayılabilecek hamle de yapılmadı.
Ve 31 Mart yerel seçimlerine “beka sorunu” söylemiyle girdi Erdoğan-Bahçeli ikilisi. En kısadan sonuç; ülkenin büyük beş şehrinden dördünü kaybettiler (İzmir zaten kayıptı). Olmadı, oyunu bozdular, kurallarını değiştirdiler ve ülkedeki toplam seçmenin yaklaşık 5’te 1’inin yaşadığı İstanbul’da seçimi tekrarlattılar.
Üstelik bu kez ellerinde ne var ne yok hepsini masaya sürerek!
Sınır tanımayan vaatler (evleneceklere 8 bin TL destek), sınır ötesi dışlamalar (İstanbul’u Pontuslular ele geçirecek, PKK’liler su faturası dağıtacak), gözü yaşlı özür dilemeler (Saadet seçmenlerinden), ahlaksız suçlamalar (Soylu’dan), açık tehditler (Valime “it” diyen başkan olamaz) ve Öcalanlardan medet ummalar…
Bunlar yetmedi, ideolojik öncülleri de tutmadı. Dünya lideri olma ideali, bölgenin güçlü ülkesi olma hedefi, İslam dünyasına, Türk dünyasına yol gösterme ülküsü de kalmadı. Artık Rabia’yı da unuttular.
En çok övündükleri Kanal İstanbul, 3 Katlı Büyük İstanbul Tüneli ve sağlık da rafa kalktı.
Neoliberal gerici zemindeki tek parti, tek örgüt olma iddiaları da çatırdamaya başladı. Davutoğlu, Babacan, Gül kemirmeye başlamıştı örgütü.
Sonuç; Binali’nin 31 Mart’ta aldığı 4 milyon 156 bin 36 oya, +1 oy ekleyemedikleri gibi 220 bin küsur oy kaybettiler. Karşılarındaki adayın oyu sabit de kalmadı üstelik, 600 bine yakın arttı. Sadece iki ayda kendilerini, ittifaklarını, rejimlerini, kadrolarını ve hedeflerini oylattılar, kaybettiler.
Kesin sonuç; Erdoğan, partisi AKP ve onun başkanlık rejimi ideolojik, politik ve örgütsel olarak kaybetmiştir. Her türlü argümanı, her türlü yolu, her türlü devlet olanağını kullanmalarına rağmen İstanbul (ve hatta Türkiye) halklarını ikna edebilme kapasiteleri tükenmiştir.
Bu sonuç görmezden gelinemez, üstü örtülemez. Ancak Erdoğan, tam da bunun farkında olduğu için başarısızlığı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı ile sınırlayıp, “Aslında biz kazandık, 4 yıl seçim yok, Cumhur İttifakı (yani MHP) ile devam” diyor. Ancak bu yırtık yama tutmaz! Türkiye halkları artık Erdoğan’sız bir gelecek istemektedir.
Tekelci sermaye, emperyalist/kapitalist güçler, düzen içi siyasi aktörler şimdi bir kararla karşı karşıya; toplumsal meşruiyetini kaybetmiş, her an daha ciddi bir siyasi ya da ekonomik krizle karşı karşıya kalacak Erdoğan’la ipleri tamamen koparmak mı, yoksa topal ördek Erdoğan’dan mümkün olduğunca fazla taviz koparmak, iktidara ortak olmaya çalışmak mı? (Bu noktada Bahçeli kilit rolde. Erdoğan’ın iktidarı korumak için, her konuda sadece “söz” düzeyinde de kalsa çeşitli tavizler verme eğilimi mevcut ancak Bahçeli’nin yakaladığı tarihsel fırsatı, yani iktidar ortaklığını kaybetmemek için her yolu kilitleyen tavrı “şimdilik” belirleyici.)
Tüm bu güçlerin “şu an” için takındıkları tavrın, Erdoğan’ı gömmek olmadığı söylenebilir. Sermaye çevreleri yeni bir seçim istemediklerini, ekonomide bekleyen sorunların (kendileri için elbette) çözümüne odaklanılması gerektiğini söylediler bile. Kılıçdaroğlu da “Erken bir seçim isteğimiz, talebimiz yok. Ülkenin gerçekten çok ciddi sorunları var” dedi. Akşener de “Erdoğan’ı partiler arası bir mutabakat arayışına davet ediyoruz” çağrısı yaptı. Düzen aklı, düzenin bekasından yana…
Tam da bu noktada, bu ülkenin devrimcilerine, sosyalistlerine tarihsel bir rol düşmekte: Rejimin toplumsal meşruiyet krizi yaşadığı bu dönemde bunu siyasal bir krize dönüştürmek. Düzen güçlerinin bu krizi kendi aralarında bir mutabakat oluşturarak ve sadece kendi yararlarına olacak sonuçlar yaratarak aşmasını, düzenin onarılmasını engellemek. Türkiye halkları ne uluslararası emperyalist güçlerin ne de düzen içi siyasal aktörlerin kapışmalarından medet ummak, bu kapışmalardan açığa çıkan kırıntılarla yetinmek zorunda. Kendisini farklı bir taraf olarak örgütlemesi, kendisine ayrı bir yol çizmesi mümkün ve zorunlu.
Devrimciler, bunun (sınırlı bir zaman diliminde ve görece küçük bir ölçekte bile olsa) yapılabileceğini İstanbul’da gösterdi. Bütün adayların yarıştan çekildiği, düzen içi/düzen dışı bütün aktörlerin adaylardan ikisinden birinin arkasına geçmek zorunda kaldığı (taraf olmayanların güncel politikadan bertaraf olduğu) İmamoğlu-Yıldırım kapışmasında, hem bugüne dair halkla Erdoğan rejimi arasındaki saflaşmanın ve dolayısıyla mücadelenin aktif bir biçimde içinde olunabileceğini ve bunun ayrı, bağımsız bir eksen ve söylem oluşturularak yapılabileceğini gösterdi.
“İstanbul seninle, emekle, mücadeleyle, sosyalistlerle kazanacak” denilerek alınan inisiyatif, sadece lafı söylemekle yetinmeyip İstanbul’un 39 ilçesinden 33’ünde ete kemiğe büründü. CHP örgütünün arkasına dizilmeyen, İmamoğlu’nun gönüllüsü olarak görülmek istemeyen sosyalistlerle birlikte neredeyse her gün İstanbul’un mahallelerinde, onbinlerce İstanbullunun kullandığı 22 ulaşım noktasında İstanbul halkıyla yüz yüze buluştu. Üstelik tüm bunları “İstanbul Türkiye’dir, Türkiye İstanbul’dur” diyerek İstanbul’u seyirlik halden çıkararak, doğrudan müdahil olunacak, inisiyatif alınacak mücadele alanı olarak örgütlemeye çalışarak yaptı.
Açıktır ki bu emek, her türlü ufak/büyük kazanımın yanında çok daha önemli bir şeyi göstermiştir; devrimciler, burjuva siyasetin öznelerinin belirleyici olduğu güncel çatışmalarda dahi halkın bağımsız çıkarını savunarak ve halkı özne yapmayı hedefleyen bir çizgi ile kendilerine ayrı bir yol inşa edebilir ve siyasal gelişmelere sosyalist hedeflerle müdahale edebilir.
Şimdi mücadele hedefi (İmamoğlu’nun o koltuğa oturmasıyla) noktalanmamış tam tersine hedef büyümüş ve farklılaşmıştır. Unutulmamalıdır ki başarının sahibi tek başına ne İmamoğlu’dur ne CHP’dir ne de HDP’dir. Ve bundan sonraki süreç ne İmamoğlu’na ne CHP kadrolarına ne de CHP-HDP arasında kurulacak bir ilişkiye terk edilebilir.
Sosyalistler, başta CHP’li belediyeler olmak üzere tüm yerel yönetimler üzerinde halkçı, demokratik bir yerel yönetim anlayışının baskı gücünü oluşturmak, bu belediyeleri halkla birlikte denetlemek ve kontrol etmekle yükümlüdür. Şu an CHP kadrolarının yönetiminde bulunan belediyelerin asıl işlevi rant yaratmak, rant dağıtmak değil; AKP iktidarı altında yozlaştırılmış, gericileştirilmiş, kamusal haklarından mahrum bırakılmış bu kentlerin halkları için laikliğin, eşitliğin, kardeşliğin kentlerini yaratmak ve kamusal hakları kazandırmak olmalıdır. Bir kez altını çizmek gerek, özellikle AKP’den CHP’ye geçmiş yerel yönetimler sadece belediye hizmetleriyle yetinemez, aynı zamanda sosyal-kültürel bir dönüşümden de sorumludurlar.
AKP-MHP ittifakının, yeniden bir toplumsal meşruiyet oluşturma olanağı kalmamıştır. Belediyelerin ellerinden gitmesi bu süreci hızlandıracak etkenlerden sadece biridir. İki aylık bir zaman diliminde bile AKP seçmeninin (hiç de azımsanmayacak bir oranının), Erdoğan tarafından önüne konan hedefleri kabul etmemesi, toplumsal altüst oluşun önümüzdeki dönem çok daha çalkantılı olacağının en açık göstergesidir. Bu konuda bir benzerlik Kürt seçmenlerde de yaşandı. Abdullah Öcalan mektubu aracılığı ile seçim tavrı değiştirme girişimi gerek Kürt siyasi hareketi gerekse Kürt halkı tarafından “uygun” görülmedi.[1]
Bakmayın Gezi’nin üç-beş kişiye indirgenerek marjinalize edilip Silivri’deki salonlara tıkılmaya çalışılmasına, Gezi’nin yaktığı ateş hâlâ sönmedi. Kah Trabzon’da kah Fatih’te, kah “İstanbul bizimle kazandı” önlüğünde kah “oy kullanmaya gelmek için” doluştukları otobüste… Ve Gezi İsyanı, aynı zamanda sandık sonucundaki farkta.
Şimdi bu ülkenin ilericilerine, sosyalistlerine, devrimcilerine düşen görev; Türk ve Kürt halklarının ortaya koydukları bu iradeye sahip çıkmak, onların tercihinin düzen içi kanallarda “restorasyon, revizyon, reform” gibi kavramlarla belirsizleşmesine izin vermeden Erdoğan rejiminin yıkılışında öncü inisiyatifi almaktır. Bu misyon ertelenemez, başkalarına devredilemez. Artık geriletmek için değil, yıkmak için en öne…
Dipnot:
[1] Selahattin Demirtaş 2010 referandumu öncesinde de Abdullah Öcalan imzasıyla kendilerini “Evet” oyu vermeye çağıran bir yazı iletildiğini açıkladı. Kürt hareketi o dönemki tartışmaların ardından “boykot” tavrına dönmüştü. Ve sonuç, “Yetmez ama Evet”çilerin, Gülencilerin desteğiyle yüzde 57,88’si “Evet”, yüzde 42,12’si “Hayır” olarak çıkmıştı.