AKP’nin büyük bir darbe alması, Davutoğlu ve Babacan’ın sahaya inmeleri için gerekli politik ortamı oluşturdu. Bu iki grubun parti kurması özellikle AKP kadrolarının çözülmesinde ciddi bir etki yaratacaktır
23 Haziran 2019 tarihinde tekrarlanan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi, Türkiye’nin politik tarihinde yeni bir tarihsel dönemin başlangıcı oldu. Türkiye’nin politik geleceği yeniden dizayn edilirken öncesi ve sonrasıyla 23 Haziran İstanbul seçimi önemli bir belirleyen olacaktır.
31 Mart 2019 tarihindeki yerel seçimleri İmamoğlu, %0,2 oy farkı ile kazanmasına rağmen iktidar gücü AKP’nin yoğun baskıları sonucu YSK seçimleri iptal etti. 23 Haziran 2019’da tekrarlanan seçimleri İmamoğlu bu kez %9 yani 800 bini aşkın oy farkla kazandı. Bu durumun Türkiye geneline yansıdığını düşündüğümüzde, iktidar bloğunun %45’in altına düşme olasılığının yüksek olduğu görülüyor. Tekrarlanan İstanbul seçiminde ortaya çıkan tablonun doğru analiz edilmesi, önümüzdeki sürece dair politik olasılıkların anlaşılması açısından son derece önemlidir.
23 Haziran 2019 seçimleri AKP-MHP ortak iktidarının stratejik bir yenilgisi olarak okunmalıdır.
İstanbul özellikle AKP iktidarı için oldukça önemli bir merkezdi. “İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır” gerçeğinin arka planı, Türkiye’nin bu en büyük kentinin politik dengelerin belirlenmesinde ve ekonomik güce hâkim olmada son derece belirleyici olmasıdır. Öyle ki hem ekonomik hacmi hem de nüfus açısından dünyanın onlarca ülkesinden büyüktür. Seçmenin yaklaşık %20’sinin yaşadığı İstanbul, esasen Türkiye’nin geleceğini belirliyor. İstanbul, tercihiyle tüm Türkiye’nin seçmen tercihini belirleyecek önemli bir stratejik merkezdir. Türkiye GSYH’sinden İstanbul’un aldığı pay %31,2. İstanbul’un ekonomik hâkimiyeti doğal olarak Türkiye’nin ekonomik dengelerini de belirler.
İstanbul’u kaybetmemek için devlet olanakları dahil her olanağı değerlendiren AKP, 23 Haziran kaybıyla hızla çözülme sürecine girdi. Bu çözülme sürecini hızlandıran birçok nedenden bahsedebiliriz: ülke genelinde ağırlaşan ekonomik kriz ve işsizlik gibi faktörler toplumun özellikle alt kesimlerini çok ciddi oranda sarstı. Demokratikleşme beklentilerinin tersine AKP, elit bir güç haline gelerek toplumun alt dinamiklerinden koptu. Yolsuzluk ve rüşvet özellikle İstanbul’da çok belirgin olarak hissedildi. Toplumun nerdeyse %60’ını oluşturan yoksul kesimler ekonomik krizden çok ciddi oranda etkilendi. Bu bakımdan halkın gündelik yaşamda yaşadığı sorunlar İstanbul seçim sonuçlarını doğrudan etkiledi.
AKP 17 yıllık politik tarihinin en üst evresinde bulunuyor. AKP iktidarı tek elde merkezileşti. Erdoğan, her şeyi bilen, karar veren yenilmez mutlak bir lider olarak ilan edildi. Her girdiği seçimi kazanan Erdoğan’ın hata yapma olasılığının nerdeyse imkânsız olduğu düşünüldü. Hatta sol-muhalefette, Erdoğan liderliğindeki AKP’nin kaybetmeyeceği seçime girmeyeceği algısı oldukça yüksekti.
23 Haziran 2019’da tekrarlanan İstanbul seçimlerinde ortaya çıkan sonuçlar, AKP’nin kaybetmesinin çok ötesinde bir çözülme sürecinin politik verilerini de oluşturmaya başladı. Hemen herkesin kamuoyunda izlediği kadarıyla, çok büyük bir sürpriz olmadığı takdirde AKP’den yeni partiler doğacak gibi görünüyor. Bir yanda nispeten muhafazakâr kesimlere seslenecek olan Davutoğlu, diğer yanda Gül’ün yönlendirdiği Babacan’ın başında olduğu partinin kurulması süreci hızlanacak. Her iki taraf da 23 Haziran seçimlerinde ortaya çıkacak sonuçları bekliyordu. AKP’nin büyük bir darbe alması, Davutoğlu ve Babacan’ın sahaya inmeleri için gerekli politik ortamı oluşturdu. Bu iki grubun parti kurması özellikle AKP kadrolarının çözülmesinde ciddi bir etki yaratacaktır. Milletvekilleri, belediye başkanları, belediye meclis üyeleri, il ve ilçe yöneticilerinde belirgin bir kopuş yaşanacaktır. AKP, partilerin mecliste grup kurabilmesi için gereken milletvekili sayısını 20’den 30’a çıkartmak için yeni bir yasa önerisi vermeye hazırlanıyor. Böylelikle Davutoğlu’nun ve Babacan’ın AKP’den kopma olasılığı yüksek olan milletvekilleriyle mecliste grup kurmalarını engellemeye çalışacaklardır.
Babacan’ın ve Davutoğlu’nun kuracakları partinin olası bir erken genel seçimde yüksek bir oy almaları beklenmeyebilir. Ancak kurulma olasılığı yüksek görünen her iki partinin alacağı toplam oy %5-6 civarında olsa dahi AKP’deki olumsuz yansıması en az %10 olacaktır. AKP’nin bölünmesi, iktidar dengesini de çok ciddi oranda etkileyecek ve ciddi sürprizler ortaya çıkacaktır.
İslamcı cemaatler, İstanbul’un hemen her ilçesinde tahmin edilenden çok daha kapsamlı olarak faaliyet yürütmektedir. Toplumun bütün katmanları içerisinde örgütlenen cemaatler, iktidar olanaklarından sınırsızca yararlanmaktadır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin olanakları yıllarca İslamcı cemaatlere sunuldu. Her cemaatin birkaç vakfı bulunuyor. Hemen her vakfın hazırladığı ancak ne kadar işlerli veya verimli olduğu bilinmeyen projeler için Büyükşehir Belediyesi’nden çok büyük parasal kaynaklar aldıklarına dair çok sayıda veri kamuoyuna yansıdı. Bu nedenle İslamcı cemaatlerin nerdeyse tamamı tekrarlanan İstanbul seçimlerinde AKP’nin adayı Yıldırım’ı desteklediklerini kamuoyuna deklare ettiler. Cemaatlerin toplumsal tabanı yüz binlerle ifade ediliyor. Bu nedenle Yıldırım’ı destekleme kararı almaları önemli bir avantaj olarak değerlendirildi. Ortaya çıkan tablo ise tersine bir etki yarattı.
Bunlara dair birkaç çıkarsama yapalım. Cemaatlerin sosyolojik değil politik kurumlar olduğu görüldü. Toplumsal güçlerini sürdürmelerinin devlet olanaklarından yararlanmaktan geçtiğini gösterdiler. Devletin kurumsal örgütlenmeleri haline geldikleri bir kez daha ortaya çıktı. Devletten beslenen cemaatlerin üst düzey yöneticileriyle sahip oldukları taban/kitle arasında sınıfsal bir farklılaşmanın oluştuğu çok daha belirginleşti. Bu nedenle cemaatlerin etkiledikleri kitleyi doğrudan yönetme ve yönlendirme gücüne sahip olmadıkları, tabanın kendi iradesiyle hareket etmeye başladığı görüldü. İstanbul’da İmamoğlu’nun 800 bini aşkın bir oyla, açık farkla kazanmış olması, cemaatlere de çok yönlü bir darbe vurdu. Bundan sonra hem Büyükşehir Belediyesi’nin olanaklarından yararlanamayacaklar hem de kendi tabanları karşısında çok daha ciddi bir prestij kaybı yaşayacaklar.
Yıllardır başarılı seçim stratejileriyle övünen AKP ve özellikle Erdoğan’ın, 31 Mart 2019 öncesinde MHP’nin söylemi olarak ön plana çıkan ‘beka’ ve ‘terör’ eksenli, Kürt seçmen kitlesini hedef tahtasına oturtarak yürüttüğü yerel seçimler stratejisi Türkiye genelinde tepki aldı ve Adana, Mersin, Antalya, Ankara ve İstanbul gibi stratejik merkezlerde kaybetmesine yol açtı. 31 Mart-23 Haziran arasında ise bu kez ‘beka’ ve ‘terör’ meselesini bir kenara bırakarak Kürt seçmen kitlesini kazanmaya yönelik oluşturduğu taktik dil beklenilen etkiyi yaratmadı. Yıldırım’ın Diyarbakır’a gidip ‘Kürdistan’dan bahsetmesi, Kürt hareketi için devletin kullandığı geleneksel dilin dışına çıkarak ‘pe-ke-ke’ demesi, Osman Öcalan ile TRT Kürdi’nin röportaj yaparak yayımlanması, Kürt oylarına yönelimin önemli birer hamlesiydi. Ancak büyük bomba; seçimlere iki gün kala, Munzur Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı ve Rektör Danışmanı olan Ali Kemal Özcan’ın İmralı adasına gönderilerek, Kürt kitlesinin ‘tarafsız’ kalması gerektiğini ima eden Öcalan imzalı bir mektubu kamuoyuna sunması oldu. Böylelikle AKP-MHP iktidar gücü, ciddi bir risk alarak Öcalan üzerinden Kürt seçmen kitlesini etkilemeye yönelik son hamlesini gerçekleştirdi.
Peki, Öcalan adına kamuoyuna sunulan mektubun etkisi ne oldu? Öncelikle çok net olarak vurgulamak gerekir ki, Öcalan’ın muğlâk cümleler içeren, çok yönlü yorumlanabilecek mektubunun bu tarzda kamuoyuna sunulması Kürt seçmen kitlesini hiçbir şekilde etkilemedi. Hatta ters etki yarattı. Mektuba rağmen politik stratejisinde bir değişiklik yapmayan HDP bütün gücüyle İstanbul seçimlerine asıldı. Diyebiliriz ki, HDP’nin çalışmaları CHP ve İYİ Parti’den çok daha yoğun ve aktifti. İmamoğlu, bugün İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na oturmuşsa, bunda İstanbul’da oy kullanan %9-10 civarındaki HDP’li seçmenin mutlak ve tartışmasız bir desteğiyle var. Ayrıca Demirtaş, cezaevinde olmasına rağmen, zor koşullar içerisinde attığı tweet’lerle Kürt seçmen kitlesinin nabzını elinde tuttu. Bu durum göstermektedir ki önümüzdeki süreçte olası politik dengelerin değişmesinde, Kürt seçmen kitlesi ya da HDP stratejik bir konumda olacaktır. Eğer HDP, oluşan politik atmosferi doğru değerlendirirse, Türkiye’nin politik ilişkilerinde ve hedeflerinin belirlenmesinde kilit bir rol oynar. Bunun için meseleye AKP-CHP denkleminde değil, toplumsal değişim, demokratikleşme, özgürlükler ve hukuksal değerler üzerinde bakmalıdır.
Öcalan’ın Ali Kemal Özcan ile kamuoyuna sunduğu mektup öncelikli olarak HDP seçmenini olumsuz yönde etkilemedi ama milliyetçi seçmenin hızla İmamoğlu’na yönelmesini tetikledi. Bahçeli’nin ve Erdoğan’ın Öcalan’ın mektubunda belirtilen iki blok arasında ‘tarafsız kalınması’ çağrısını uygulanması için HDP’ye baskı yapmaları, AKP ve MHP’li milliyetçi seçmenin İmamoğlu’na oy vermeye zorladı. Böylelikle AKP-MHP ikilisi, Öcalan üzerinden Kürt seçmenin sandığa gitmemesini sağlamaya çalışırken, tersine milliyetçi seçmeni kaybetti.
Ali Kemal Özcan, kimin adına ve kimin kararıyla adaya gitti ve Öcalan’ın mektubunu okudu?
Doğrudan bu yazının konusu olmamakla birlikte Öcalan mektubuna birkaç vurgu yapmakta yarar var. Öncelikli olarak İmralı adasına avukatları zor koşullarda giderken, ailelerin gidişi engellenirken, devlet bir akademisyeni Öcalan ile görüştürmek üzere alıp götürüyor ve Öcalan’ın mektubunu kamuoyuna yansıtıyor. Bu akademisyen Londra’da PKK üzerine doktorasını yapıyor. Sanırım doktorasını yaparken Bekaa vadisine gidip Öcalan ile görüşüyor. Sonra Londra’dan Türkiye’ye geliyor ve akademisyenlik yaşamına devam ediyor. Akademisyenlik süreci nasıl işledi bu ayrı bir konu. Ancak devlet, neden başkasını değil de Özcan’ı adaya gönderdi. Herkesin kafasında bir soru işareti. Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla milletvekillerinden avukatlara, araştırmacılardan gazetecilere kadar onlarca kişi İmralı’ya gidip Öcalan ile görüşmek istemiştir. Öcalan’ın cezasının kesinleşmiş olması nedeniyle infaz kurumu kanunu gereği avukatları ve ailesi dışında kimseyle görüştürülemez. Peki, seçime iki gün kala Özcan, hangi kriterlere ve statüye göre görüştürüldü. Özcan, eline verilen mesajı neden okudu. İmralı’dan İstanbul’a gelerek Öcalan’ın avukatlarıyla görüşebilirdi. Bunu yapmadı, Tunceli’ye giderek kamuoyuna açıkladı. Öcalan’ın ‘milli ve yerli’ olduğunu belirterek kime nasıl bir mesaj verdi. Böyle olağanüstü zamanlarda böyle görevler üstlenen biri hakkında olumsuz yargıların oluşması pekâlâ mümkün. Özcan, kamuoyuna doyurucu bilgi vermelidir.
Öcalan’ın da seçime birkaç gün kala kamuoyuna böyle bir mesaj vermesinin gerekçesi ne olabilir? Mektupta muğlâk da olsa, Kürt seçmen kitlesinin ‘tarafsız’ kalması gerektiğini belirten cümlelerin mesajı nedir? Öcalan, kamuoyuna yansıtıldığı gibi Kürt seçmen kitlesinin seçime gitmemesi için mi çağrı yaptı? Neden böyle bir risk aldı? Devletle yaptığı bir başka pazarlık mı var? Yoksa başka dolaylı bir mesaj mı vermek istedi? Bu durumun da Öcalan tarafından avukatlarıyla görüştüğünde açıklığa kavuşturulması gerekir. Öcalan akademisyen Özcan üzerinden böyle bir açıklama yapılmasını istemiş midir? Yoksa Özcan kendi inisiyatifini mi kullanmıştır? Sürecin doğru okunabilmesi için bu tür sorulara da cevap verilmesi gerekir.
Gerek AKP-MHP iktidar bloğu gerekse CHP-İyi Parti bloğu erken bir genel seçime karşı olduklarını kamuoyuna deklare ettiler. Erdoğan, seçimlerin normal sürede yapılacağını sıklıkla dile getiriyor. CHP de kazanmış olduğu Büyükşehir Belediyelerde somut başarılar elde ederek, bunun kamuoyunda yaratacağı pozitif havayla seçimlere gitmek istiyor. Bu nedenle erken genel seçim, CHP’nin stratejisine pek uymuyor.
İktidar kanadı, 2023 yılına kadar, özellikle ekonomideki sorunları aşarak toplumsal tabanını yeniden kazanmayı hedeflerken, muhalefet de ekonomik ve toplumsal koşulların daha da kötüleşeceğini düşünüyor, toplumsal tepkinin çok daha artacağını, belediyelerde elde edeceği nispi başarıyla 2023 seçimlerinde hükümet olanağını yakalayacağını hesaplıyor. Erdoğan hem ülkenin hem de partisinin sorunlarını aşarak 2023’te cumhurbaşkanlığını garantilemek istiyor. Muhalefet ise tersine iktidarın yıpranmasıyla İstanbul seçimlerindeki rüzgârı devam ettirerek İmamoğlu veya bir başkasını cumhurbaşkanı yapmak istiyor.
Ancak, ülkenin içte ekonomik olarak karşı karşıya olduğu devasa sorunların çok daha derinleşeceği, S-400’ler nedeniyle ABD ve NATO ile, Doğu Akdeniz’de AB, ABD, İsrail-Mısır eksenli oluşumla, Suriye’de içine düştüğü bataklık gibi tahminimizden çok daha büyük sorunlarla karşı karşıya olan iktidarın mevcut problemleri çözmesi artık nerdeyse imkânsız hale gelmiş bulunuyor. Çok yönlü krizin toplumsal reaksiyonların artmasına yol açma riski çok daha artıyor. Kimse erken genel seçimleri istemediğini belirtse de gelişmeler tersine erken genel seçimlerin zorunlu hale geleceğini gösteriyor. 2020 yılı içerisinde erken genel seçimin kapımızı çalması sürpriz sayılmamalıdır
23 Haziran 2019 yerel seçimleri İstanbul’un değil Ankara’daki iktidarın dengelerini sarstı. Politik dengelerin değişmesinin önünü açtı. Politik kartların yeniden dizilmesini sağladı. Başta iktidar olmak üzere bütün politik güçleri, yeniden hesap yapmaya zorladı. Politik değişimlerin önü açıldı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve önümüzdeki bir yıllık süreçte çok yönlü sürprizlere hazır olalım. Bu süreci doğru okuyan kazanır. Bildiğini okuyan, değişimden dersler çıkartmayan politik olarak tasfiye olur ya da edilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.