Eski Yahudi mahallesinde, Romeo ve Juliet öykülerinin yaşandığı gecekondu adalarında, lise çağındaki gençlerin mahallelerini korumak için nöbet tutarken faşist pusularda can verdikleri sokaklarda, Eren ailesinin bir tarihe tanıklık eden ve tüm yaşananlara inat edercesine hala ayakta duran gecekondusunun önünde, Hasköy sahilinde dolaşıyoruz. Biz soruyoruz o anlatıyor
Türkiye’de devrimci mücadelenin yükselişte olduğu 1970’li yıllar, o dönemin işçi semti Hasköy, faşist saldırılar, faşist saldırılara karşı silahlı direniş içinde hızla büyüyen Hasköylü devrimci gençler, o devrimci gençler içinde önemli bir rol oynayan ve daha sonra kayıplar mücadelesinin simge isimlerinden biri haline gelen Hayrettin Eren’in öyküsü… Gazeteci Faruk Eren, hem Hasköy’ün hem de gözaltında kaybedilen ağabeyi Hayrettin Eren’in öyküsünü “Kayıp bir devrimin hikayesi” adlı kitabında anlattı. Büyük beğeni toplayan kitap dönemin Hasköy’ünü büyük başarıyla okurun gözünde canlandırıyor.
Kitabı ve kitapta anlatılan Hasköy üzerine konuşmak üzere, Hasköy’e doğru Faruk Eren’le birlikte yola çıkıyoruz. Eski Yahudi mahallesinde, Romeo ve Juliet öykülerinin yaşandığı gecekondu adalarında, lise çağındaki gençlerin mahallelerini korumak için nöbet tutarken faşist pusularda can verdikleri sokaklarda, Eren ailesinin bir tarihe tanıklık eden ve tüm yaşananlara inat edercesine hala ayakta duran gecekondusunun önünde, Hasköy sahilinde dolaşıyoruz. Biz soruyoruz o anlatıyor.
Kitapta geçen komik bir kovalamaca öyküsü var. Faruk Eren ve arkadaşı bellerinde silah kaçıyor, arkalarında asker ama kovaladıklarını kaybedecekleri sırada mahallenin delisi Deli Mehmet devreye giriyor ve Faruklar önde askerler arkada, kaçanların girdiği sokakları kovalayanlara tarif ederek koşmaya başlıyor.
Burada mı kovaladı sizi Deli Mehmet?
Faruk Eren: Şu ileride. İşte bizi bu futbol sahasında kıstırdı askerler, biz oradan böyle kaçtık Deli Mehmet de şuradaydı. Buradan böyle bu sokağa daldık. Gürültülü bir kovalamacaydı. O zaman burası hep gecekonduydu ve evler bahçeliydi. Bu bayağı uzun bir sokak, oradan bir eve girip camından atlayıp arka sokağa geçtik.
Şimdi sizi acayip güzel bir sokağa götüreceğim ama acıklı biraz. Burası sinemaydı. Kışlık sinemaydı. Böyle değildi, daha içerideydi. Şimdi geçen gün bu sokağı gördüm rüyamda yine. Yıkılıp yapılmış, boş bir sinema salonuydu.
Yolumuz uzunken biraz kitabın hikayesinden bahsetsen. Bu kitap kimler için yazıldı?
Faruk: Buranın gençleri 60’ların sonundan itibaren hızla devrimci olmaya başladı. Tabii devrimcilerin güçlenmesi devleti rahatsız etti, faşistleri saldı üstümüze. Çok kanlı çatışmalar oldu ve çok arkadaşımızı kaybettik. Hem faşistlerle hem de devletle çatışmalarda. Bu gençler infaz edildiler doğrudan.
Burası bizim sokak.
Basmacı Ruşen Sokak… Eskiden de böyle miydi?
Hep cumbalı evler vardı, bunlar yoktu (apartmanları gösteriyor).
Bu cumbalı evler, şu kırmızı tuğlalar var ya, o aslında tipik bir Yahudi mimarisi. Ama yok oluyor bunlar. Böyle evler vardı. Daha öncesi hep ahşaptı.
Acayip yangın çıkardı. Bir tanesi yanınca dördü beşi yanardı. Buralarda insanlar oturuyordu (Metruk evleri gösteriyor).
Hani bir Romeo ve Juliet hikayesi anlatıyorum. Şu ev bir gecekonduydu. Apartman oldu sonra. Yandaki evde oturan çocukla aralarında bir aşk hikayesi vardı.
Bu ada hep gecekonduydu. Şöyle küçük bir ada. Sonra burada oturan biri bütün bu adayı aldı ve apartman yaptı.
Burada oturan teyze bizim evi “ben ölene kadar bu evde kalacağım” dedi. Şimdi orada oturuyor. Burada top oynardık araba yoktu zaten.
Burası Sinagog. Önce Marko Bakkal, sonra Kürt Bakkal dediğimiz yer. Şimdikini bilmiyorum. Onlar beni tanır ama ben onları tanımam.
Sinagoga gelip giden yok. Duvarları sonradan eklemişler, saldırı ihtimaline karşı. Burası benim top alanımdı.
Şimdi beni en çok acıtan hikayelerden biri. Burada eskiden bir çeşme vardı, sokak çeşmesi. Arap çeşme.
Burada muhteşem bir konak vardı. Bildiğin tarihi eser. Herifler yıktı. Kim yıktı bilmiyoruz. Bak sokağın adı halen Harapçeşme Sokağı.
Bir de şöyle bir şey var. Kitapta diyorum ya “Kolera neden gecekondularda başladı?” diye. O afişi burada görmüştüm ben. Sürpriz şu oldu. Kitap çıktıktan sonra bir arkadaş dedi ki: O afişi bulduk dedi. İzini bulmuşlar. Türkiye İşçi Partisi Beyoğlu İlçe Örgütü yapmış.
Sonradan öğrendim onu. Sırf gecekondu mahalleleri için yapılmış, asılmış hepsi.
Burası benim İlkokulum. Ben de yıllar sonra ilk defa göreceğim. Buraya hiç gelmedim 40 yıldır. Yıkıp yeniden yapmışlar.
Biz çok küçük olduğumuz için bize çok büyük geliyordu. Ona rağmen üst katlardan Unkapanı Köprüsü’nü görürdük. Mesela şunu hatırlıyorum; 15-16 Haziran’da köprüyü açtılar insanlar geçmesin diye ama ben ne olduğunu anlamadım. 7 yaşındaydım. Sonra evdeki konuşmalardan anladım. İşçiler geçmesin diye köprüyü açmışlar.
Burası olduğu gibi gecekonduydu. Burada bir teyze vardı, turşucu. “Turşucu Apartmanı”nı şimdi gördüm. Bir gecekonduda turşu yaparlardı. Biz ilkokulda teneffüslerde kaçıp 25 kuruşa alırdık. Buralarda sinagog, bir de kilise gibi bir yer vardı.
Buradan böyle ortaokula giderdim o yoldan. Gideceğimiz yerle Okmeydanı arasında daha çok duvar yazıları var.
Bak buralar eski gecekondular, bunları yıkıp yıkıp bina yapıyorlar.
Şurada tarihi bir yapı vardı. Ben 80’den beri buraya hiç gelmedim. Hasköy’e geldim de.
Biz böyle ortaokula giderken geçiyorduk buradan. Şurada dik bir yokuş vardı bana çok uzun geliyordu. Oradan da ilk defa geçeceğim yıllar sonra.
En keyiflisi kış tabii. Kar oluyordu. Çantalarımızı alıp okula kadar iniyorduk. Okul bizim sabahtan akşama kadardı. Öğlen paydosu oluyordu. Bütün bu yolu geçip eve öğlen yemeğine gidip tekrar geri dönüyorduk. Paramız olsa köfte ekmek yiyorduk ama genelde paralarımızı bisiklet kiralamaya harcıyorduk.
Bak bu da kilisenin parçası ya Ermeni ya Rum kilisesi. O dediğim yer burası. Tarihi bir cami, kırmızı minare.
Akşamları faşist saldırılar olurdu. Onun için, düşün, daha 15 yaşındayız, bellerimizde tabancalarla Kulaksız Mezarlığı’nın oradan Haliç Köprüsü’ne uzanan bölgede sabaha kadar nöbet tutardık.
O kadar kalabalıktınız yani…
Tabii… İkişer ikişer ya da teker teker oluyorduk. İkişer üçer saat nöbet tutuyorduk.
Burada bir kahvehane vardı. Kubilay ile Enver öldükten sonra bildiri dağıtıyoruz. Ben de tam şu köşede nöbet tutuyorum.
Arkadaşlar içeri giriyor bildiri dağıtıyor. Biz de üç dört kişi güvenlik alıyoruz. Sonra birden bir silah sesi geldi ve şurada duran arkadaş yere düştü. Ben de silahımı çektim ve eğilerek yanına koştum. Bir yerden ateş edildi, nereye ateş edeceğimizi anlamaya çalışıyoruz. Meğer arkadaş belinde silahla oynarken kendi kendini vurmuş.
Burası Hasköy aslında. Bu yolun sonu Kalaycıbahçe diye bir semt. Esas her şeyin merkezi burasıydı. İstanbul’da sanırım ilk devrimci semtti. Devrimcilerin elinde olan ilk semtti. Birçok hareket için önemli bir yerdi.
Şimdi bu muhafazakarlık denen şeyin belası şu; hiçbir şeyi muhafaza etmemek. Oradaki evlerin harap hallerini görüyorsunuz. Halbuki onlar onarılsa, biraz restore edilse çok acayip bir sokak olurdu. Buranın sonunda bir camii var. Çok şirin bir tarihi camiydi. Önünde çok güzel çeşme vardı. O çeşmenin bizim için hikayesi şuydu aslında; orada millet su içerken cebinden paralar düşürürlerdi 5 kuruş 10 kuruş. Biz onun dibinden para toplardık. O camiyi yıkıp aha şu çirkin hale getirmişler.
Kitap çok beğenildi. Hasköylüler de kitabı sevdi mi?
Sevdiler kitabı. Sırf Hasköy’de 200 tane satıldı kitap. Burada Hasköy Spor Kulübü var. Yayınevinden kitaplar alındı, oraya konuldu, insanlar oradan aldı. İşte burası Kalaycıbahçe. İçeride küçük meydanımsı bir yer var.
Mahallenin gençleri kitabı nasıl bulmuş?
Birçok genç arkadaştan olumlu tepki aldım.
(Kitapta bahsi geçen, nöbet tutarken faşistler tarafından katledilen iki devrimci gencin, Kubilay ve Enver’in öldürüldüğü kahvenin yakınlarına geliyoruz.)
Faşistler o kahveye gelmek için buradan geldiler. Tam bu sokağın sonunda oldu çatışma.
Onlar buradan geliyor bizim çocuklar fark ediyor. Karanlık, ne olduğunu anlamak için Enver geliyor önce, silahını bile çekmiyor, eli belinde onu şurada vuruyorlar. Kubilay da şurada vuruldu.
Enver burada vuruldu. Kubilay da şu bankamatiklerin olduğu yerde. Nalbur olan yer kocaman 100-150 kişinin oturduğu kahvehaneydi. Önü ağaçlık olduğu için çınaraltı diye bir kahveydi. O kahveyi korumak için nöbet tutuluyordu.
Kitapta bahsedilen “dandik binalar” bunlar.
Buralar duvardı. Ünlü Dev Genç abinin bir adam boyunda yazdığı gölgeli şey buradaydı. Şimdi otopark oldu.
Mesela anlattığım bir yazlık sinema vardı. Orası da otopark oldu. Buralara bizden izinsiz kimse giremiyordu. Terör estirmiyorduk ama…
Kitaptan önce buranın gençleri biliyor muydu hikayeleri?
Buranın devrimcileri halen burada. Ayrılıp evlenip burayı terk edenler bile haftasonları meyhaneye gelir. Onlar konuşurken yanındaki insanlar da tarihi öğreniyor.
Bu yolun sonunda bizim ortaokulumuz vardı. Öğlen paydoslarında biz okulun orada bisiklet kiralayıp buralarda kaptırıyorduk, kızlara hava atmak için.
Çok kısa sürdü tabii bu durum. Birden çok hızlı gelişti o süreç.
Bu arada yaşın kaç?
Ben ’64 doğumluyum, bizim ev ilk tarandığında ’77 sonuydu, sanırım 13-14 yaşındaydım. O andan itibaren silah kuşanmaya başlamıştım. Çok küçüktük ama okuyorduk. Kendimizi baya Marksist olarak görüyorduk. Ben Komünist Manifesto’yu ortaokulda okumuştum. Ezbere biliyordum neredeyse.
Burası da yazlık sinemaydı. Şimdi depo gibi bir şey. Şurası yazlık sinema. Şurası hamam diye biliyorduk, başka bir şey de olabilir, şimdi Koç aldı.
Harabeydi. Hatta burada bunun sırtlarında baraka dükkanlar vardı ama kaldırmışlar. Şurası da ortaokuldu ama devletin malı değil, yani birinden kiralanmış. Abim de ablam da hepimiz bu ortaokulda okuduk.
Burası yün iplik fabrikasıydı. (Alttaki fotoğrafta sol taraf)
Mesela buranın gençlerinden, abimin arkadaşlarından biri nasıl devrimci olduğunu şöyle anlatıyor: “Annem burada işçiydi, buradan emekli oldu zaten. Sendika vardı. Sendikanın dergileri geliyordu eve, annem getiriyordu. Ben de onları okuyarak solcu olmaya başladım.” İşçi semti diyorum ya, böyle bir etkisi de vardı.
Beni babam, eskiden buralarda lastik fabrikaları varmış, oralarda işçilik yapmış. Sonra, köprünün arkasında mezbaha vardı, şimdi kongre merkezi oldu, orada işçiydi.
Buranın karşısı Balat. Balat’ın yanı Cibali. Şimdi Kadir Has Üniversitesi olan yer Tekel sigara fabrikasıydı. Orada çalışıyordu… İşçi semti yani burası.
Şimdi hem ulaşımın kolay hale gelmesi hem de bu Koç Müzesi ile buranın dokusu biraz değişti. Dışarıdan çok insan geliyor gezmeye.
Hâlâ semt meyhaneleri vardır. Biz mesela arkadaşlarla ayda bir falan burada oturur rakı içer sohbet ederiz. Tabii fabrikalar yıkılınca park oldu buralar. İnsanlar geziyor buralarda. Buralar hep fabrikaydı. Tabii temizlenmesi iyi oldu ama o fabrikalar ne oldu bilmiyorum.
O zamanlar da kokuyor muydu Haliç?
Korkunç! Korkunç kokardı ve o Haliç’te ben yüzdüm!
Şu bina şapka fabrikasıydı, kahverengi olan.
Şu lise Hasköy Lisesi’ydi sonra adını değiştirdiler, İkbal falan buradan mezun. Sonra Güner Akın Lisesi yaptılar şimdi de imam hatip.
(Uzun bir yürüyüşün ardından Hasköy sahilinde kahvehaneye varıyoruz. Kitapta adının sık sık gördüğümüz Ali Abi orada bizi bekliyor. Bir masaya oturup birlikte konuşmaya başlıyoruz.)
Kitapta bir tür borçluluk duygusu hissediliyor. Kitabı yazdıran asıl motivasyon geçmişine, Hayri’ye, Hasköy’e karşı bir borçluluk duygusu mu?
Birincisi biz burada çok büyük bir mücadelenin içindeydik. Hem anti-faşist mücadele içindeydik hem de bir tür sosyalizm mücadelesi veriyorduk. Çok bedel ödendi. Bunun unutulmamasını istiyordum. Ölen arkadaşlarımızın anısını korumak gibi bir motivasyonla yazdım.
Mesela beni yazmaya iten etkenlerden biri şuydu: Kızım var, yeğenim var, onların da bunları bilmesini istiyordum. Ali Abi’nin çocukları var, ölen arkadaşların çocukları var. Onların da bu tarihi bilmesini istiyorduk. Zaten hep sık sık görüşüyoruz biz burada, Hasköy’de. Oturup konuşurken genelde temel konumuz hep bu oluyor; eski öykülerimiz, ölen arkadaşlarımız…
‘70’lere dair kitapların çoğu egosantrik, ya övgüyle ya da yergiyle dolu oluyor. Sen kitapta hem dalga geçiyorsun hem övüyorsun…
Böyle bir kitap asla objektif bir kitap olamaz. Sonuçta bir anı kitabı ve bütün anılar gibi sübjektiftir. Dolayısıyla hiç objektif olma kaygım olmadı. Ama bize bu semti verdiği bir şey var, fırlamalık var. Sanki o fırlamalık yansıdı kitaba… Bir de biz o sert dönemde bile her şeyle dalga geçebiliyorduk. Bu Hasköylülere özgü bir şeydi. Abimin cezaevi günlüklerini Ali Abi anlattı, birlikte yattılar içeride. Mahalleye dışarıdan gelen devrimci bir abi var sorumlu, hapishanede bunları kaldırıp sabah spor yaptırmaya, disiplinli olmalarını sağlamaya çalışıyor. Bunlar da asla yapmıyorlar…
Ali Abi: Biz aynı böyleyiz; çay, sigara, havalandırma… Bir gün oturuyorduk böyle, bu da (o sorumlu) gelip Hayri’ye diyordu ki, “Ya Hayri olmuyor böyle!” Hayri de “Olmuyorsa bir numara büyüğünü al” diyordu (gülüyor).
Faruk Eren: Bunu yapanlar, bu “disiplinsiz” ekip, bu arada bütün siyasiler gönderilmiş bunlar sadece dört kişi, bütün cezaevinde uyuşturucuyu yasaklıyor!
Esrar serbest mi kalıyordu, kitapta böyle geçiyordu?
Abi Abi: Esrar serbestti. Onu da yasaklasak bizi öldürürlerdi.
Faruk Eren: Bunlar tahliye olduktan sonra şikâyet etmiş galiba… (İçerideki sorumlu örgüte şikayet ediyor)
Ali Abi: Sonra bir toplantı yaptık biz burada; Hayri, ben, bir arkadaş daha geldi dışarıdan. “Bunlar cezaevinde disiplinsiz hareket ettiler. Spor yapmadılar, şunları yapmadılar falan…” Sonra diğer arkadaşlar “Bunlar Hasköylü!” dedi. Ama o disiplinsiz dediği 6-7 arkadaşımız öldü. O siyasal olayların ivmesinin yükseldiği zaman mücadele edenler bu insanlardı. Hasköy’ün insanları böyleydi…
Kahvehanenin önünde nöbet tutarken ölen çocuklar çok genç, daha liseliler. Koca koca adamlar oturuyor ama o liseli çocuklar onları koruyor…
Faruk Eren: Burada en yaşlısı abimdi değil mi?
Ali Abi: ‘54’lüydü, bizler ‘58’liydik.
Faruk Eren: Tabii Ali Abiler bizlere göre büyüktü. 20’li yaşlarındaydı, bizler daha 10’lu yaşlardaydık. Ama tabii hepimiz çok küçük de değildik. Yaşımız küçüktü ama harekete destek veren, işte burada oturan insanlardı. Bu civardaki işçiler bizi saklıyorlardı evlerinde.
Aranırken tiyatroya, sinemaya gidiyorsunuz. Normalde hep çok sert ve yalnızca bunun içinde mücadele anlatılır. Senin anlattığın bu ayrıntılar çok hoştu. Bu sadece size, Hasköy’e özel bir şey miydi yoksa? Bu da mı disiplinsizlik?
Faruk Eren: Evet, disiplinsizlik (gülüyor). Fırsat buldukça sinemaya, tiyatroya giderdik. Arada kaçamak içki içerdik. Galiba bu Hasköy’e özgü bir şeydi.
Şunu anlatayım mesela; Ali Abi’nin de dediği gibi çok ağır kayıplar verdik, bedeller ödedik. Tabii en ağırı da abimin kayıp olması… yazmanın bir sağaltıcı yanı da var. Rahatlatır insanı. Ben de öyle olacağını sanıyordum ama tam tersi oldu. Ne oldu mesela; abimin yıllardır görmediğim arkadaşlarını gördüm. Çıktılar ortaya. 1978’den beri görmediğim biri çıktı. Abimin çocukluk arkadaşı, hatta senden kitap aldı değil mi Ali Abi?
Beni facebooktan buldu. Böyle her karşılaşma, yeni anılar, daha hüzünlü konuşmalar demek oluyor. Öyle şey birikti ki mail atan, mesaj atan ya da yüz yüze anlatanlar… Şimdi şunu yayıncılarla konuştuk; kitap tükensin, belki on yıl sonra bir daha basılacak. On yıl sonra acayip ekler olacaktır… Ama bir tanesi hepimizi ağlattı. Ali Abi de şimdi ilk kez duyacak bunu.
Kitapta da fotoğrafı olan Zeki Abi vardı, Hayri’nin arkadaşlarından. O da gitar çalardı. Hâlâ da müzikle ilgisi kopmadı. Otuz yıldır Almanya’da yaşıyor, avukat. Pek irtibatımız da yok. Kitap çıkınca kitabı istedi, Almanya’ya kitap yolladık. Sonra bana bir mesaj attı. Uzun ama özetleyeceğim. Diyor ki “Ben Yiğidim Aslanım türküsün hep Hayri’ye ağıt olarak çalarım ve ağlarım her seferinde.” Eşi Alman vatandaşı. “1995’te Küba’ya gittik” diyor. Kaldıkları otelde bir orkestra var, akşam müzik yapıyorlar. “Orada bir tane şarkı çalındı, çok hoşuma gitti” diyor. Comandante Che Guevara var ya… “Gittim müzisyenlere bana bunun akorlarını göstersenize dedim” diyor. Gitarda göstermişler. Alman, Hollandalı, İsveçli falan 150 kişilik bir ekip. Sahilde demiş ki o müzisyenler “Sen de bize bir şey çal.” Bu da “Kolay çalabileceğim bir şey çalayım, rezil olmayayım hepsi çok iyi müzisyen dedim. Yiğidim Aslanım’ı çalmaya başladım” diyor. Sonra bir yerinde ağlamış. Sonra “nedir bu şarkı” diye sormuşlar. Abimden bahsetmiş, böyle bir hikayesi var, demiş.
Ertesi akşam, diyor, yine müzik yapılıyor. Bir şey çalıyor. Ben bunu tanıyorum, diyor. Bunu çalarken, müzisyenler kapmış melodiyi. Ama Latin motifleriyle süslemişler. Müzisyen bunu Türkiye’de faşistler tarafından hunharca katledilen bir devrimci için çalıyoruz demiş. Zeki abiyi sahneye çağırmışlar. Diyor ki, “İngilizce ve Almanca anlattım hikayeyi. Tekrar çaldım herkese, inan Faruk, herkes ağlıyordu.”
Yani kitaba Küba’daki Hayri diye bir bölüm girebilirmiş.
Söyleşi: Aylin Kaplan & Ali Ergin Demirhan, Fotoğraflar: Vecih Cuzdan