Bir sanatçının siyasi pratiğini reddediyor olmamız, doğrudan doğruya, onun yapıtlarını da bir sanat yapıtı olarak, sanat “alanında” eleştirmeden reddetmemize yol açmamalıdır
Önder Özdemir, “Hamsun, Dinamo ve bir yazarın Hitler hayranlığı”[1] (12/04/2019) başlıklı denemesinde, Ara Güler, Fazıl Say gibi sanatçıların devletin tepesine yakınlaşma, iktidarla uzlaşma eğilimi ile karşılaştığımızda aklımıza gelen, canımızı sıkan, önemli ama, önemli olduğu kadar da cevap vermesi zor bir soruyu, çok daha ağır bir örnekle gündeme getirdi. Gerçekten de iyi yaptı. Çünkü bir durumun hakikatini, en iyi biçimde, onun en aşırı örneğine bakarak görebiliriz:
Kitaplarını beğenerek okuduğunuz bir edebiyatçının ülkesini işgal eden Nazi ordusunu destekleyen, işgale direnenlere silah bırakın diye gazeteye ilan veren, savaştan sonra yargılanırken dahi yaptıklarını savunan, Hitler hayranı “inançlı” bir faşist, Norveçli yazar Knut Hamsun örneğinde olduğu gibi, karşımıza şu soru geliyor: “Hayat öyküsünü, suçlarını bilmediğimiz edebiyatçıların gerçek öyküsünü öğrenince eserlerine karşı tutumumuz ne olmalı?”
Düşünmeye yardımcı olması açısından soruyu tersine çevirelim: Siyasi eğilimini, pratiğini desteklediğimiz bir sanatçının eserlerine karşı tutumumuz ne olmalı?
Bu sorunun cevabı hem daha az riskli hem de daha kolay. Daha az riskli çünkü, sanatçı “bizden biri”; daha kolay çünkü, bizi ahlaki bir sorunla yüz yüze getirmiyor.
Bu soruya cevap olarak, “bizden biri” diye eserini beğenmek, benimsemek zorunda olmadığımızı, türlü estetik kaygıları dile getirerek, kolaylıkla söyleyebiliriz. Söyleyebiliyorsak, sanatçının siyasi eğilimini benimsemek, doğrudan doğruya onun estetik üretiminin ürünü yapıtı benimsememizi gerektirmiyorsa, bunun tam aksi de geçerli olmalıdır. Bir sanatçının siyasi pratiğini reddediyor olmamız, doğrudan doğruya, onun yapıtlarını da bir sanat yapıtı olarak, sanat “alanında” eleştirmeden reddetmemize yol açmamalıdır.
Önder’in sunduğu Knut Hamsun örneğinde olduğu gibi, bir sanatçının yapıtlarını, onun siyasi tutumunu protesto etmek amacıyla sanatçıya iade edebiliriz ama, bu tavrımız, onun yapıtlarının bir sanat yapıntısı, estetik nesne olarak anlamı ya da değeri üzerine bize bir şey söylemez. Yapıtlarının Hamsun’a iade edilmesi, yalnızca Hamsun’un siyasi tutumunun bir eleştirisidir, yapıtlarının değil! Bu yapıtlar, egemen “estetik rejimi”[2] içinde sanat ürünü olarak kabul edildikleri sürece, protesto eylemi, onlara estetik “değerlerinden” bir şey kaybettirmez.
Bu konuda, New York Review of Books’da yayımlanan bir yazıdan hareketle bir örnek de ben vermek istiyorum.[3]
Ezra Pound Mussolini hayranıydı, savaş sırasında faşist Mussolini rejimini destekleyen radyo programları yapmıştı. Ezra Pound savaştan sonra tutuklandı, yargılandı ve hapse mahkûm oldu.
ABD’nin ünlü Random House Yayınevi 1945’te bir İngiliz Amerikan şiir antolojisi hazırlarken Ezra Pound’un şiirlerini antolojinin dışında bırakmaya karar verdi. Bunun üzerine solcu bir şair olarak bilinen W.H Auden Random House editörlerine, adeta şok etkisi yapan bir mektup gönderdi. Bu mektupta Auden, Pound’un bir şair olduğu için hapis cezasından muaf tutulması gerektiğini savunanlarla aynı düşünceyi paylaşmadığını, Pound’un siyasi eyleminin sonucuna katlanması, cezasını çekmesi gerektiğini vurguladıktan sonra, editörleri aldıkları karardan dolayı eleştirdi. Auden, eğer Pound’un şiirlerini antolojiye almama kararında ısrar ederlerse kendi şiirlerini antolojiden çekeceğini açıkladı.
Auden, bu konuda editörlerle yaptığı yazışmaların birinde, “Ben, Pound’un şiirlerine hayran olduğu için onun siyasi görüşlerini benimseyen birini bilmiyorum. Buna karşılık, sizin de bildiğiniz gibi o siyasi görüşleri benimseyenlerin büyük çoğunluğu Pound’un şiirlerini okuyacak kapasiteye sahip değildir” diyordu. Sonunda Random House editörleri kararlarından vazgeçtiler ve Pound’un şiirlerini antolojiye aldılar.
Bu kısa akıl yürütme ve iki örnek sanatçının siyasi pratiği ile eseri arasına bir mesafe koyarken, bizi sanat ile siyaset arasındaki, bu iki farklı “alan”daki pratiğin sonuçları/ürünleri arasındaki bağlantı, sanatçının ve eserin (esas olarak da modern zamanlara ait olan) otonomisi sorunu üzerinde düşünmeye zorluyor.
Hegel, Marx ve Lacan’ın, estetik yapıntıları, dolayısıyla sanat ürünlerini (her estetik yapıntının sanat kategorisine giremeyeceğini unutmadan) içinde üretildikleri kültürün (genel olarak sosyo-simgesel evrenin) dışavurumları, ürünleri, semptomları olarak görme eğiliminde olduklarını söyleyebiliriz[4]. Bu semptomları da biz egemen “estetik rejiminin” içinde ve onun koyduğu ölçütlere göre bir sanat ürünü olarak tanırız.
Bu saptama bir estetik yapıntıyı tarih ve toplum içinde belirli bir yere oturtur ama, aynı zamanda tamamen saydamlaştırır, estetik yapıntının “güzel”, “grotesk”, “yüce” kavramlarıyla ifade edilmeye çalışılan ve ona ilişkin bilginin sınırlarını aşan özgünlüğünü yok sayar.
Halbuki sanat, içinde üretildiği kültürün semptomudur ama cinselleştirilerek[5] yapılandırılmış bir öznelliği olan özgün bir birey tarafından üretilir. Bu nedenle sanat, bir taraftan, Atina’da Demokrasi ile trajedi arasındaki doğrudan ilişkiden bu yana[6] olduğu gibi her zaman siyasi bir boyut taşır, siyasi bir işlevi vardır.[7] Diğer taraftan, sanat bir bireyin emeğinin ve aklının, duygularının ürünüdür. Birey ise salt tarihin ve kültürün ürünü, sosyo-simgesel evrenin bir aracısı (taşıyıcısı), belli bir tarihin ve kültürün yansıması olmaktan öte bir varoluş (toplumda “fallusun” karşısında bir varoluş) durumunu, bilinç ve bilinçdışı ilişkisini temsil eder.
Bireyin öznelliği bir eksiklik (Lacan: yokluk) etrafında şekillenmiştir. Bu özgürlük eksikliğidir. Özne topluma, toplumun simgesel evrenine, ancak, cinsel arzularını sınırlayarak, “haz ilkesini” aşarak, “yasayı” kabullenerek girebilir. Birey açısından bu özgürlük eksikliği, cinsel arzuların tatminine ve toplum içinde varoluşa ilişkin kaygıların, sancıların kaynağıdır. Bu özgürlük eksikliği bu kaygılara, sancılara tepki olarak ortaya çıkan, estetik etkinliklerin (sanat) konusu /nesnesidir. Ya da aşk ve sanat karşımıza bu özgürlük eksikliğine, bireyin tepkisinin semptomu (hakikatinin dışa vurumu) olarak çıkarlar.
Diğer taraftan, sınıflı toplumlarda, özellikle kapitalizmde, bireyin özgürlüklerini terk ederek içine girdiği simgesel evren de bir uzlaşmazlık, (antagonizma) üzerinde şekillenmiş, bir şeyi dışarda bırakan eksik bir evrendir. Siyaset de bu eksik olanın geri getirilmesine, giderilmesine ilişkindir. Siyaset bu “geri getirme”, giderme etkinliğinin hakikatinin dışavurumudur.
Böylece, siyasetin, sosyal ilişkilerin hakikatinin (eksik olanın) ortaya çıktığı noktada şekillenen bir semptom olduğunu söyleyebiliriz. Sokrates’ten bu yana siyasetin, adalete ilişkin kaygıların konuşulmasına, eyleme dönüşmesine ilişkin olduğunu biliyoruz. Kapitalist toplumda (modern zamanlarda) sosyal ilişkilerin hakikati kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz çelişkidir. Diğer bir deyişle kapitalist toplum ve onun ideolojik alanı bu uzlaşmazlık etrafında, buna rağmen, bu uzlaşmazlığı sürekli dışarda bırakarak (uzlaşmazlığı yadsıyarak) kurulur. Bu anlamda kapitalist toplumun simgesel/ideolojik evreni “ontolojik olarak eksiktir.”
Bu simgesel/ideolojik evren, uzlaşmazlığı yadsıyarak, bir bütünsellik mükemmellik “taklidi” yapar ama gerçekte bir şeyi dışında tutar. Ya da kapitalist toplumun ideolojisi/simgesel evreni, bu bir şeyi dışında tutacak biçimde kurulur- eksik olarak. Bu eksiklik, ideolojik evrenin içine ancak siyasi eylemle, bu evrenin “bütünsellik ve mükemmellik” iddiasını sorgulayarak geri getirilebilir.
Özetle sanatsal pratiğin ve siyasi pratiğin her ikisinin de toplumsal olmakla birlikte farklı “eksiklerin” semptomu olduklarını düşünmek olanaklıdır. Siyasi çizgisi, eylemi açıkça muhafazakâr, hatta reaksiyoner olarak tanımlanabilecek kimi bireyler, kimi zaman, özgürlük eksikliğinin bilinçdışından gelen basıncı altında yapıtlarını tamamen denetim altında tutamazlar. Bireyler, öznelliklerinin dayandığı eksiğin getirdiği gerginliklerin, çelişkilerin bir semptomu olarak, kendi niyetlerinin aksine, ya da onu aşarak, muhafazakâr düşüncenin tam aksi duyarlılıkları canlandırabilecek estetik yapıntılar üretmeyi başarabilirler. Hatta bu estetik yapıntılar egemen estetik rejiminin sınırlarını zorladıkları, o rejimin istikrarını sarstıkları oranda “ilerici eserler” olarak da tanımlanabilirler. Örnek olarak, ilk anda aklıma Monarşi yanlısı Balzac’ın “İnsanlık Komedyası” (La Comédie humaine), Yahudi karşıtı Wagner’in operaları, Kraliyetçi ve Katolik Eliot’un “Çorak Ülke”si (The Waste Land), Pound’un “Kantolar”ı (The Cantos), Yeats’in aşk şiirleri ama özellikle Paskalya ayaklanmasını anlatan “Paskalya, 1916” (Easter, 1916) şiiri, İsmet Özel’in kimi şiirleri geliyor.
Sonuç olarak, şöyle de sorabiliriz: Sanatçının siyasi pratiğini eserine, ya da eserini siyasi pratiğine indirgeyebilir miyiz? Biri diğerini ne kadar açıklar? Yoksa, aralarında, en azından bir “göreli bağımsızlık” ilişkisi var mıdır? Ben birinin diğerine indirgenemeyeceğini ve aralarında en azından bir “göreli bağımsızlık” ilişkisi olduğunu kabul etmemiz, her ikisini, birbirinden farklı ölçütlerle değerlendirmemiz, bu değerlendirme sonunda aralarında doğrudan bir nedensellik ilişkisi kuramadığımız takdirde, bireyin siyasi eyleminden hareketle estetik eserini mahkûm etmememiz gerektiğini düşünüyorum.
Bu nedenle bir sanatçının siyasi eylemini andaki siyasi koşullar bağlamında, siyaset alanının etik ölçütleri, teorik araçlarıyla eleştirebiliriz. Bu eleştirinin sonunda tepkimizi belirtmek için yapıtlarını boykot etmeye karar verebiliriz. Bu karar estetik değil siyasi bir karar olacak, o sanatçının eserleri üzerine bize bir şey söylemeyecektir. Ya da bir adım daha atar ve sanatçının siyasi çizgisinin eserleri içindeki izlerini sürerek, bulduğumuz yerlerde, bu bulguyu estetik yargıya çevirmeyi dener ve başarılı olduğumuz oranda o eserleri siyasi ve etik olarak, mahkûm edebiliriz. Dahası bu zeminde, sanat alanı içinde değersizleştirebiliriz.
Tüm bunları yapmadan eseri mahkûm edersek hem çok aceleci davranmış, hem de siyaset, etik ve sanat alanlarının kesiştiği yerde anlamlı bir katkı yapma fırsatını kaçırmış oluruz. Dahası, yapıta gerektiği gibi cevap vermemiş olmaktan dolayı etik açıdan hatalı bir tutuma düşmüş olabiliriz.
Dipnotlar:
[1] http://sendika63.org/2019/04/hamsun-dinamo-ve-bir-yazarin-hitler-hayranligi-542580/
[2] Jacques Ranciére, Politics of Aesthetics, Continuum, 2018
[3] Edward Mendelson, “Auden on No-Platforming Pound”, New York Review of Books, 27 Şubat 2019
[4] Tim Dean, “Art as Symptom,- Zizek and the Ethics of Psychoanlaytic criticsm”, Diacritics 32.2; 21-41, Yaz 2002
[5] Biyolojik farklılığı aşan “Sexuation” kavramı yerine kullanıyorum.
[6] Cornelius Castoriadis, “The Greek Polis and the Creation Democracy”, The Catsoriadis Reader, Oxford, Basil Blackwell, 1977, içinde.
[7] Sanatçı, “Sanat için sanat”, kendisinden başka bir şey gönderme yapmadığını söylediği “anda” bile , sanatçı bu tutumuyla, bunun tam aksini dayatan “dini estetik rejimine” karşı çıktığından, yapıtı, özgürlüklerin geliştirilmesi anlamında siyasi bir işleve sahiptir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.