Levent’in sesi çalındı kulağıma. Yarım asırlık dostum, canımızla kanımızla yarattığımız Devrimci Yol’un en beyefendi, en kararlı, en alçak gönüllü örnek devrimcisi yeryüzüne bir daha dönmemek üzere haritada çizilmemiş bir yerlere doğru yolculuğa çıkıyordu
Dışarıda cam gibi saydam ılık bir bahar havası vardı. Gök mavi ve yüksekti. Birkaç bulut kuzeye doğru sürükleniyordu. Yolu yarılamadan nerden çıkıp geldikleri anlaşılmayan puslu camı andıran koca bir bulut güneşi perdeledi. Turuncu Halkevi yelekleri giymiş gençler Ankara’dan, İstanbul’dan, Aydın’dan, Muğla’dan, Salihli’den, Alaşehir’den, Manisa’dan gelen Levent’in yoldaşları ile dolu sokağın üzerini büyükçe bir brandayla kapatma telaşına düşmüşlerdi. Gazi-Der’liler, Tek-Der’liler, Bornova Anadolu Liseliler, Antep cezaevinden Levent’in arkadaşları dostları her biri bir hüzün yumağı olarak çıkıp gelmişlerdi, onu uğurlama törenine.
Halkevci gençler yıllarca severek saygı duyarak sahip çıktıkları ağabeylerini kaybetmenin derin acısını yaşıyorlardı. Kızların onu her gördüklerinde gülümseyen sevgi dolu bakışları şimdi yaşadıkları üzüntüyle birlikte kaskatı kesilen yüreklerindeki ateş gibi bir acıyı yansıtıyordu. Yaşlı gözlerindeki ışıklar donuklaşmış Levent’in henüz tazecik anılarının etkisiyle olsa gerek yer yer suratlarına masum gülümsemeler yansıyordu. Delikanlılar buğulanan bakışlarını Halkevi’nin ön tarafına asılan Levent’in büyük portresine dikerek duyularını uyanık tutmaya çalışıyorlardı.
Tohum serper gibi yağmur damlaları dökülmeye başladığı sırada slogan seslerinin ardından giderek şiddetlenen bir alkış tufanı koptu. Halkevci gençlerin omuzlarında Levent geliyordu. Yıllarca yüreğinde bitmeyen bir heyecan ve sevgiyle taşıdığı yumruklu yıldızlı bayrağa sarılıydı.
Yıl bin dokuz yüz yetmiş beş, aylardan kasım. Hukuk yurdundaki odamızın kapısı açılıyor içeri orta boylu güleç yüzlü kumral saçlı biri giriyor. Yattığım ranzanın üst katına tuhaf bir bakış atarak, “Ali!” diye seslendi. Gazi Eğitim’de okuyan hemşerim Ali aceleyle aşağı atlayıp, “Levent hayrola?” diye karşıladı. Levent bir süre odayı gözden geçirdi masanın başındaki sandalyeye oturarak, “Anons ettiriyorum duymuyor musun?” diye sordu. Gazi-Der’li Levent ile arkadaşlığım işte o gün başlamıştı. Yurda yolu düştüğünde mutlaka odaya uğrar eğitim enstitülerinin boykotuyla ilgili homurdanmalarıma muhatap olur kendini savunurdu.
Biz yüksek teknik öğretmenli devrimciler olarak her sabah şafakla birlikte İsrail evlerindeki ya da Fen İşlerindeki buluşma yerine gider oradan da topluca faşist işgal altındaki okul yoluna düşerdik. Gazi Eğitim ile bizim okul arasındaki iki tarafı duvar olan daracık yola girdiğimizde gece ormanda yol kesen eşkıyalar gibi her biri iri iri pala bıyıklı korkutucu halleriyle Gazi Eğitim Enstitüsü’nün faşistleri çıkardı karşımıza. Levent ile her karşılaştığımızda, “Bırakın şu boykotu da itlerinize sahip çıkın!” diye takılırdım.
Ankara’da koyu bir karanlığın yaşandığı günlerdi. Biz ise baskının, zulmün zorbalığın olmayacağı bir dünyanın özlemi içindeydik. Bu baskıcı ruhu yırtabilmek, okullarımızda özgürce okuyabilmek amacıyla hiç tereddüt etmeden en değerli varlıklarımız canlarımızı ortaya koyarak sokaklara çıkmıştık. Işıklı güzel bir dünya için haklılığımızın verdiği güven ve cesaretle atılmıştık mücadeleye, güneşi zapt etmeye çıkan umut kervanı gibiydik. Neredeyse hemen her günü yoldaşlarımızın, dostlarımızın, sevgililerimizin ölüm haberleriyle yaşıyorduk. Kitaplarımızla, türkülerimizle, bayraklarımızla, dalga dalga olmuş, yürüdükçe yürümüştük karanlığın üstüne üstüne.
Levent ile artık görüşemiyorduk. Sonradan öğrenmiştim, önce gecekondu mahallesi Yükseltepe’ye, beş altı ay sonra da İzmir’e gönderilmişti. 78’in eylülünde İzmir’e geldiğimde Emek Dağıtım’da karşılaştım. Sevinçli bir mutlulukla sarılıp, “Hoş geldin!” demişti.
Levent, İzmir bölgeler sorumlusuydu. Bir türlü istediği gibi olmayan dişlerini yaptırmaya kampüse geldiğinde ya da Devrimci Sağlık-İş sendikasındaki karşılaşmalarımızda bol bol Ankara sohbetleri yapardık. Yakın dostumuz örnek devrimci, ustamız, can yoldaşımız Necdet Erdoğan Bozkurt katledildiğinde saatlerce ne yapacağımızı tartışmıştık. Acı ve öfkemizle geniş katılımlı korsan gösteriler düzenlemiş, bombalı bombasız pankartlar asmıştık. Demokrat gazetesi için deri topladığımız günler geliyor aklıma, ne çok mutlu olmuştu. Sonrasında ise yakalanma kaygısıyla kaygılandıkça kaygılanmıştı.
70’li yılların sonu, yeni MC hükümeti, 24 Ocak kararları, kışkırtmalar, faşist katliamlar geliyor aklıma. Emperyalist tekellerin istekleri doğrultusunda ilk adım olarak Tariş’in özelleştirilmesini hatırlıyorum. İşten çıkarmalar başlamış işçiler de direnişe geçmişlerdi. Hakimevleri’nde bir arkadaşın evinde yaptığımız il komitesi toplantısında bütün gücümüzle bu direnişin yanında olacağımıza dair karar almıştık. Ölümün sıyırdığı Ankara yolunu trafiğe kapatma sonrası çıkan çatışmadan sonra geç vakit gazeteye gittiğimde şaşırarak, “Vurulduğunu söylediler!” diye mırıldanıp, sevinmişti.
Tariş İplik’te başlayan direnişin hemen ertesi günü yaptığımız toplantıda Levent Gültepe’den, ben de Çimentepe’den sorumlu olacaktım. İzmir’in her mahallesi bir direniş alanı haline gelmiş, faşizme karşı hürriyet kavgamız büyüdükçe büyümüştü. Darbe tezgâhlama peşinde koşanlar ise gözleri önünde doğup büyüyen güneşi zapt etmeye çıkan yolcuları, güzel olanı, güzelden yana olanı, her şeyi herkesi ve büyük direnişi durdurabilmek için hiçbir kötülüğü yapmaktan geri durmuyorlardı.
Her sabah Çimentepe’den çıkar gelir, buluşur, bir önceki günü değerlendirir, eksikliklerimizi tespit eder görev yerlerimize geri dönerdik. Direniş sonrası ilan edilen sıkıyönetim ile birlikte düzenin savunucuları onların sadık uşakları, emperyalizmin bekçi köpekleri, CIA’sıyla, MİT’iyle, kontrgerillasıyla üzerimize çullanmışlar, neredeyse bütün mahalle sorumlularımız ve pek çok devrimci militan yoldaşımız ya yakalanmış ya da aranır duruma düşmüştü. Eksikliklerimizi giderip direniş mücadelesini sürdürmeye çabalarken mayısın başında da o yakalanıp askeri cezaevine gönderildi.
Aranıyor olmama rağmen bu sorumluluk bana verildi. Yedi ay sonra da ben yakalandım.
Bir taraftan atanmış albaylı binbaşılı hâkimlerden oluşan uyduruk mahkemelerde savcı yüzbaşıların hazırladığı bol idamlı iddianamelerle yargılanıyor diğer taraftan da cezaevindeki baskı ve zulme karşı direniyorduk. Faşist cuntanın bütün görevlileri büyük bir kin ve öfkeyle cuntanın ilan edilmesine de gerekçe yapılan İzmir direnişinin intikamını alıyorlardı. Mahkeme salonlarında bile çırılçıplak coplanıyor, yerlerde sürüklenip akla hayale gelmedik baskılar yaşıyorduk ama yine de tek tip elbiseyi giymemiştik. Bazıları Şirinyer Askeri Cezaevi’ni ne kadar görmezden gelse de onurlu bir direniş sergilediğimiz, zulme boyun eğmediğimiz bilinen bir gerçektir.
Seksenlerin ortasında farklı cezaevlerine gönderilince beş yıl kadar ayrı kaldık. 1991 yazında tahliye olunca ikimiz de yeniden İzmir’e döndük. Bir daha da hiç ayrılmadığımızı hatırlıyorum. Acı çekerek pazar pazar gezip penye sattığı günlerde de, bir arkadaşıyla ortak kırtasiye dükkânı işlettiklerinde de hep özgür bir dünya için mücadele etmenin yollarını aradığını neredeyse hemen her gün kahırlanarak anlatırdı.
2009 yılında aylarca süren Tekel direnişi geliyor aklıma. Soğuk Ankara gecesinde Sakarya Caddesi’nde kar yağıyordu üzerimize. Zifiri karanlıkta bir yerde durup horon tepen gençleri seyretmiştik. Ağır ağır dilsizce dolaşıp direnişçilerin heyecan ve coşkusuna gıpta ile bakmış içimiz sevinçle dolmuştu. Dönüş yolunda durmadan birbirinden bağlantısız düşüncelerle geleceğe dair kafa yorup durmuştu.
Yıl iki bin on dokuz, mayısın yedisi, mezarlığa akşam çöküyor. Şimdi onun koca bir çiçek yığınına dönüşmüş mezarı başında duruyordum. Köpük köpük bulutlar çiyle yüklü bir çiçeğin taç yapraklarını açması gibi etrafa açılarak arkalarında nemli mavi bir parlaklık bırakarak yamaçlardaki ilkbaharın tazeliğine bürünmüş yeşil çamların üzerinden geçip yamanların tepesine tırmanıyor, mezarlığa ıslak tülden bir örtü yayılıyordu.
Levent’in sesi çalındı kulağıma. Yarım asırlık dostum, canımızla kanımızla yarattığımız Devrimci Yol’un en beyefendi, en kararlı, en alçak gönüllü örnek devrimcisi yeryüzüne bir daha dönmemek üzere haritada çizilmemiş bir yerlere doğru yolculuğa çıkıyordu. Derin bir acı çöktü yüreğime. Geberesiye bir kedere gömüldüm. Daha önce de yaşamıştım böylesi durumları; genç yaşımızda morglarda katledilen arkadaşlarımızı teşhis etmiş mezarları başında tepeden tırnağa acı ve öfkeyle sarsılmıştık; şafak yaklaşırken idam sehpasında sandalyelerini tekmeleyip “Kahrolsun faşizm!” diye slogan atan yoldaşlarımızın sesleriyle yüreklerimize kurşun dökülmüştü ama hiçbirisi böyle acı ve kahır yüklü olmamıştı.
Yarım asırlık arkadaşımdan yoldaşımdan ayrılmak çok zor gelmişti.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.