“Taş merdivenler”le kendisini karıştıran Yakup’un şiiri, modern dönemin şık marazı “varoluş sancısı” yaşayan insanın değil; bugün üretim bantlarında, bölmeli ofislerinde, unvanlarının veya görev tanımlarının arkasında gerçekte kim olduğu unutturulan, “telaşlı, açgözlü ve mor kurbağalar”ın işlerini yapan insanındır
İnsanların bugün şiirle kurabildiği bağ, sosyal medya paylaşımlarının arasında bir yerlerde kendisine güç bela yer bulabilmiş dizelerle, duygusal önem taşıyan günlere “romantik” katkı sunma beklentisiyle ya da şarapla ilgili. Şiirden beklentimiz en kısır haliyle bizi, yaşadığımız hayatın biricikliğiyle kutsaması. Bu bir aşk olabilir, bir yalnızlık, bir keder, bir neşe, bir sevinç, bir anı. Fakat bu “kutsama” dışında şiirden esas beklediğimiz ise bizi bize anlatabilmesi, bizde güçlü bir duyguyu çağrıştırabilmesi ve bunu bir eyleme dönüştürebilmesi. Bu eylem yalnızca bir tebessüm olabileceği gibi hıçkıra hıçkıra ağlamak da olabilir; sokakta göğe uzanan sıkılı yumruk da…
İkinci Yeni ve dönemdaşı diğer şairlerde de bu temaların hepsini görürüz. Fakat ders kitaplarında anlatılan halleriyle onlar, “imge-yoğun şiirler yazan, örtük anlatımı seçen şairler”dir. Bu görüşü kabul etmek, Birinci Paylaşım Savaşı sonrasında “Bundan sonra dünya başka bir yer olacak, demokrasi dünyanın her yerine yayılacak, en kötü şeyleri geride bıraktık ve artık arındık” cümleleriyle ikna edilen Avrupa toplumunun kendisini İkinci Paylaşım Savaşı’nın göbeğinde ve faşizmle burun buruna bulmasıyla ortaya çıkan sürrealizmi, kübizmi ya da Dadaizmi anlamamızı da engeller. Çünkü Birinci Paylaşım Savaşı ardından ortaya atılan paradigma yıkılmıştır, yeni bir paradigma yoktur; insanların yaslandıkları veya saklandıkları huzurlu bir dünya umudu yok olmuştur. Bu indirgeme, Einstein’ın “görelilik kuramı”nı ortaya attığı dönemde Potemkin Zırhlısı gibi bir eseri ortaya çıkaran, “montaj” fikrini bulan ve eserlerinde uygulayan Eisenstein arasındaki bağı yalnızca isim benzerliği olarak görmekten öteye geçmemizi engeller.
Türkiye Devrimci Hareketi’nin yükseldiği, buna koşut olarak da devlet ve devlet destekli faşizmin baskısını hissettirdiği bir koşulda yaşayan şairlerin şiirlerini yalnızca “imge kullandılar” diye sunmak, aslında o şairleri “kapitalizmin yaşamsal çıkarlarına dokunmadığı sürece – ancak soyut bir alanda hoş görülür”[1] hale getirmek, onları şiirlerini besleyen ideolojilerinden sıyırmak anlamını taşır. Oysa Cemal Süreya, 1960’ta Adnan Menderes iktidarına karşı 5 Mayıs’ta saat 5’te Kızılay’da yapılacak olan eylemin kodu olan 555K’yi şiirine taşır, Ahmed Arif “Dayan tırnak ile, diş ile, elindeki iş ile, dayan rüsva etme beni” diye seslenir. Şiirlerinde mücadelenin geçmişini, şimdisini ve geleceğini taşırlar.
İkinci Yeni’nin en çok üreten şairlerinden Edip Cansever’in şiirinin temalarında ilk anda direnişi, mücadeleyi görmeyiz. Onun şiirlerinin sınırları daha çok “bireyin yaşadığı buhran” ya da “varoluş sancıları çeken birey”le çizilmeye ve buraya hapsedilmeye çalışılır. Oysa bu yorum, Cansever’in şiirinin sadece yüzeyini kazımaktan öteye gidemez. Bu şiirlerinden bir tanesi de Çağrılmayan Yakup’tur.
“Bazen tiyatro oyunu mu yazsam” diye soran ve “Şiir varken…” diye kendisini yanıtlayan Cansever’in “bireysel buhran”ı anlatısının merkezine koyduğu söylenen bu şiiri, tiyatral anlamıyla dramatik olana da göz kırpar.
Dört bölümden oluşan Çağrılmayan Yakup, düzenin insanı kendisine yabancılaştırmasına dair eleştiri olarak okunması gereken bir şiir. Yakup’un mesleği “kurbağalara bakmaktır.” Her sabah gider ve bakar, telaşlı, açgözlü ve mor kurbağalara fakat her defasında da “Sanki böyle ben niye oradan geliyorum” diye sormadan da edemez. Şiirin birinci bölümünde kendisini Yusuf’la karıştırdığını; ikinci bölümünde ise Yusuf gibi hissettiğini fakat Yakup’luğundan emin olduğunu söyler. Fakat hemen sonrasında da “kurbağalara bağlayan taş merdivenlerle” kendisini karıştırdığını itiraf eder. Sonrasında fark eder ki herkes Yakup’tur. [2] Yine de “Ben Yakup/ Onlar kimdi” dizesi ise bu silsile ile çelişmez. Aksine “özgür ve cezasız duran” Yakup’u aynılaştıran, yorup kendisini karıştırmasına, “Kim bilir ne diyordum” diyecek kadar afazi yaşatan sisteme karşı, tüm Yakup’ların arasında onu sivrilten bir itirazı vardır:
Dedim ki kendi kendime, insan ne söylerse söylesin
Ve ne yaparsa yapsın, öyle değil mi
Bütün bunlar bir bir kalacaktır yaşamanın içinde
Diye düşündüm ya ben
Ben, yani Yakup
Bütün gücümle bunu bağırdım.
“Biletçinin bile bilet kesmek istemediği”, o ana kadar kimsenin çağırmaya tenezzül etmediği Yakup, bunu bağırır ve “bütün kurbağalar bir olup” onu dışarı çıkarır. Telaşlı, açgözlü ve mor kurbağalar, onu bir odaya alırlar, ellerine gözbebeklerine bakarlar ve sonra ona kapıyı gösterirler.
Hiç çağrılmamış ve kimsenin kendisini merdivenlerle karıştırması halinden kurtarmamasından şikayetçi olan Yakup’u bir avukat kurtarmaya çalışmıştır, gözlüklü bir kadındır bu avukat. Sevişirler. Bu sevişmenin ardından Yakup, “Biz Yakup” der ve “gözlükten, taş hamurundan ve çarşaflardan” yaratıldıklarını söyler fakat “Yakuplar” kurtulamamıştır, kadın da artık onunladır: “Kurbağalara geldik” der.
Kurtarılamayan Yakup yılmıştır. Evine gidip “bir dilim ekmek” yiyecektir, “bir bardak süt” içecek ve sonra da “güzelce” uyuyacaktır. Yakup’un evinde “Yakup’un düşünülmesi halinde bile” kimse yoktur, çünkü Yakup, Yusuf’tur ya da Yusuf gibidir, diğer Yakup’lardır, kurbağalara bakmaya gittiği taş merdivenlerdir. “Ben/Gözlükten, taş hamurdan ve çarşaflardan/ Ve biraz hiç çağrılmamaktan yapılmış Yakup/ Uyumak istiyorum” der. Yakup, karnını doyurur, dinlenir – yani emeğini yeniden üretir – ve ertesi gün tekrar kurbağalara bakmaya gideceğini ilan eder: “Ve sabah bunları bir bir kendime anlatacağım/ Yakubun gene bir yokluğa doğru büyüyen içinde.” Oysa kurbağalara bakmaktan dönerken kızgın kağıtlara güneşten icatlar yapıyordu…
Cansever’in Yakup’unun hikayesi bugün, ücretli kölelik düzeninin içinde yaşayan ve bundan yılan, her işten çıktığında patronuna söven, işten çıkma – ve belki de birkaç ortakla beraber bir kafe, bir işyeri açma – hayalleri kuran, günün yorgunluğuyla aç kalmış insanlığını doyurabilecek kadar düşünebilecek ve hissedecek gücü kalmamış insanın hikayesidir.
“Taş merdivenler”le kendisini karıştıran Yakup’un şiiri, modern dönemin şık marazı “varoluş sancısı” yaşayan insanın değil; bugün üretim bantlarında, bölmeli ofislerinde, unvanlarının veya görev tanımlarının arkasında gerçekte kim olduğu unutturulan, “telaşlı, açgözlü ve mor kurbağalar”ın işlerini yapan insanındır. Okuduğu ve okumadığı okullar, aldığı ve almadığı sertifikalar, bildiği ve bilmediği diller, yaptığı ve yapmadığı işler, aldığı ve almadığı ücretler, tanıdığı ve tanımadığı insanlarla konumlandırılan, bunun dışında bir anlamı olmadığı için evinde olduğu anda bile evinde olamayan milyonların şiiridir. Bir hakikati yüksek sesle dile getirene kadar kimsenin görmediği, duymadığı fakat o andan itibaren herkesin dikkat kesildiği yığınların hikayesidir.
Bu bağlamda Cansever sosyalist bir şair olarak, yaşama sevinci elinden alınmış insanların varoluşunu sorgulamasına neden olan toplumsal yaşamı, sistemin dayatmalarını işaret eder. Bu şiir, “Gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir” dizelerini barındıran Mendilimde Kan Sesleri şiirinden ya da “Bu düzen size insanlığınızı unutturacak” dizelerini yazdığı Saray Köftesi’nden bağımsız düşünülemez. Haziran İsyanı’nda duvarlarda bu dizelerle yanı başımızda olan, 28 Mayıs 1986’da kaybettiğimiz Cansever’i, bu şekilde hatırlamak, anmak ve düşünmek, hem ona hak ettiği yeri vermek olacaktır, hem de bugün direnişe ve mücadeleye sanattan bakarken bize yeni bir pencereden bakma şansı yaratacaktır.
Dipnotlar:
[1] Georgi V. Plehanov, Sosyalist Açıdan Sanat (Çevirmen: Asım Bezirci), sayfa 67, Evrensel Basım Yayın.
[2] Bu dönüşüm şiirin “Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? Hayır Yakup”, “Ben sanki Yusuf/ ve Yusuf değil… Ben işte Yakup/ Yok artık karıştırmıyorum”, “Kurbağalara bağlayan taş merdivenleri/ Durmadan kendimle karıştırıyordum”, “Yoruldum! Bunu sanki biri söyledi/ Yakubun biri” dizelerinde takip edilebilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.