Cuaron’un ‘Roma’sından farklı olarak ‘Sibel’ filmindeki kadın dayanışması, terk edilmenin mağduriyeti üzerinden yürüyen bir dayanışma değildir. Sibel bir mağduriyet kısırdöngüsüne takılı kalmaz. Aşkın dolayımı Sibel’i daha da biler. Kadınlığını ‘kaldırarak’ bireyin öteki birey için yürüttüğü bir mücadeleye dönüştürür; son sahnede köyün ‘sıradan’ kadınları olanların farkında değilmiş gibi susup işlerine devam ederler, ama olayı hayranlıkla izleyen aralarından ‘sıradışı’ birini fire vererek…
24 Şubat 2019’da açıklanan Akademi Ödülleri için Alfonso Cuaron’un ‘Roma’ filminin rekor sayıda ödüle aday gösterildiğini, ana akım medyanın güdümlü ve koordine şekilde bu filmi “büyük sanatsal yapıt” diye tanıttığını ve öne çıkardığını, aynı sayıda ödüle aday gösterilen Yorgos Lanthimos’un “The Favourite” filminin ise medya ve yorumculardan aynı desteği – her nedense – alamadığını, daha önceki yazımızda nedenleriyle irdelemiş, filmler üzerinden bir ideolojik savaş yürütüldüğüne işaret etmiştik.
Lanthimos’un ‘The Favourite’ filminin Cuaron’un ‘Roma’sının adeta antitezi gibi durduğunu vurgulamıştık. Özetlersek:
1) ‘Roma’ filmi, farklı sınıftan kadınların dayanışmasını anlatırken, ‘The Favourite’ filmi ise eşcinsel kadınlar arasında dönen güç savaşını ve entrikaları anlatıyor.
2) ‘Roma’ filmi, sınıf çelişkisini etnik ve feminist bağlam içinde sulandırdığı bir “mağduriyet” teması içinde işliyor. ‘The Favourite’ ise bazı talihsizlikler sonucu soyluyken hizmetçiliğe düşmüş bir kadının hırslı mücadelesiyle yeniden saraya girip Kraliçe’nin gözdesi olmasını anlatıyor, hem ‘sınıf çelişkisi’ nosyonunu hem de “mağduriyet” temasını alaya alıyor.
3) Cuaron’un ‘Roma’sı, “yerli ezilendir, ezilen de yerlidir, öyleyse yerli isyan etmelidir” şablonunu bozan Corpus Christi olayını nereye koyacağını bilemiyor. Bu nedenle Corpus Christi sahnelerini arka planda dekor gibi kullanıp hızlıca geçiyor, izleyicinin olayın oksimoronluğunu sorgulamasına izin vermiyor. Böylece ‘toplumsal olay’ nosyonuna dair kafalardaki basmakalıp gizemci çağrışım ve duyguları sömürüyor. ‘The Favourite’ ise arka plandaki makro siyasal olayı (İspanya Veraset Savaşı) neredeyse bir belgesel ayrıntısıyla verirken yeni gözdenin barışçı Tory’leri şahin Whigs’lere karşı desteklediğini de özellikle vurguluyor: İnadına “bireyin tarihteki rolünü” öne çıkarıyor.
4) ‘The Favourite’ filmindeki Kraliçe Anne, İngiltere tarihinde “birliğin” simgesidir. İskoçya ile birleşme müzakerelerini sonuçlandırıp “Büyük Britanya” birliğini kurar. Cuaron’un ‘Roma’sı ise etnik kaşıma yoluyla izleyiciye modern Meksika ulus devletinin meşruiyetini sorgulattırır. ‘The Favourite’deki siyasi tema yerellerin ekümenik alanda birleşmesini işlerken ‘Roma’ bunun tam tersini yapar: ekümenik alanların yerelliklere bölünerek parçalanması.
İki filmin mesajlarındaki bu çarpışma, bugün küresel arenada çatışan siyasal ve ideolojik blokların izdüşümü gibidir. ‘Roma’, etnik mesele ile feminist mesajları sınıf sömürüsü nosyonuna dolayarak yarattığı bulamaç içinden her izleyenin keyfine göre istediği mesajı çıkaracağı bir ‘kısır düğümleme’[1] yapıyor. ‘The Favourite’ ise ‘Roma’nın önüne takoz gibi yerleşip karikatürünü çiziyor, onu alaya alıyor.
‘The Favourite’ ve ‘Roma’ teknik anlamda başarılı filmler. Sanattaki biçim X içerik tartışması içinde düşündüğümüzde, iki film de ‘biçim’ bakımından yüksek performans sergiliyor. Ahlaksız bir içeriği izleyiciye yedirebilmek için yüksek teknik (biçimsel) performans gerekiyor. ‘Green Book’ ve ‘Sibel’ ise, senaryo filmi diye tanımlayacağımız filmler. Verdikleri mesaja, ‘içeriğe’, güvendikleri için filmi akıtan bir iki usta oyuncuyla ve ortalama yeterli bir teknikle çekilebiliyorlar.
Peter Farrelly’in 2017’nin Kasım ayında Louisiana’da çekimlerine başladığı Green Book filmi 2018 yılının Ocak ayında tamamladı. Çinli Alibaba Pictures şirketinin yapımcılığını üstlendiği bu Amerikan filmi ilk kez 2018 Toronto Film festivalinde oynatıldı.[2] Filmin ilk kez Toronto film festivalinde gösterilmesi neden önemlidir? Çünkü, Toronto Film Festivali; Tribeca Film Festivali ve Sundance Film Festivali, etnik gruplar ve azınlık sorunlarını konu almalarıyla bilinen Transatlantik film festivalleridir.
Cuaron’un ‘Roma’sının ‘hamiliğini’ üstlenen Netflix’in 2018 kârı 16 milyar dolar, Alibaba’nın ise 39 milyar dolar (bu arada ‘Roma’ filminin yapımcısının hangi firma olduğu her nedense halen kesin olarak ifade edilmiyor[3]). 16 Kasım 2018’de vizyona giren ‘Green Book’ filminin 4 Mart 2019 tarihine kadar yaptığı gişe hasılatı 190 milyon doları buldu.[4] Cuaron’un ‘Roma’sı ise daha kendi maliyetini bile çıkarabilmiş değilken Netflix’in ‘Roma’yı tanıtmak için 20 milyon dolar bütçe ayırdığı basına yansımıştı. Netflix’ten kat be kat daha büyük olan Alibaba’nın ‘Green Book’ tanıtımı için para harcamasına ise gerek kalmıyordu. Kaldı ki ‘Green Book’un bu hasılat rakamı Çin’i kapsamıyor. Filmin Çin’de ne hasılat topladığı henüz açıklanmadı. Bilindiği gibi Çin, ABD’den sonra en çok sinema izleyicisine sahip olan ülkedir.
ABD sinemasında ırkçılık konusunu işleyen onlarca film çekilmiştir. Buna benzer bir film olan ‘Mrs Daisy’nin Şoförü’ de 1990 yılında 9 dalda Oskar’a aday olmuş, en iyi film Oscar’ıyla birlikte üç dalda daha ödül almıştı. Bu filmde yaşlı ve zengin bir ABD’li Yahudi ile Afro-Amerikalı şoförü arasında gelişen dostluk anlatılmaktaydı. Film 1948 yılında geçmekteydi. ‘Mrs Daisy’nin Şoförü’ 7.5 milyon dolara mal olmuş, 146 milyon dolar hasılat getirmişti. ‘Green Book’un da benzer gişe başarısına baktığımızda, ırkçılık meselesini kaşımak yerine ‘kaldıran‘ filmleri halkın daha iyi anladığını ve sevdiğini söyleyebiliriz.
Buna rağmen ödülleri alıncaya kadar ‘Green Book’ filmin basında öne çıkarılmadı. ‘Roma’ ile kıyaslandığında çok daha az dalda aday gösterildi. Sözde “uzman” ve yorumcuların yargısıyla halkın beğenisi arasında her nedense tuhaf bir uçurum vardı. Bu “uçurumu” nasıl açıklayacağız? ‘Green Book’ filmine yönelik eleştiriler adeta kes-yapiştır yöntemiyle çoğaltılıp dünyaya servis edilmekteydi.
Cuaron’un ‘Roma’sını göklere çıkaran aynı eleştirmenlerin ‘Green Book’ filmini kötülediklerini gördük. İşte aşağıda birkaç örnek[5]:
Eleştirilerin hemen hepsi sanki talimatla yazılmış gibi. Aşağı yukarı aynı gerekçeleri kullanıyorlar: bir siyahla bir beyazın süreç içinde birbirlerinden bir şeyler öğrenerek, birbirlerini tanıyarak ırkçılığı aşmaları aşırı iyimserlikmiş, siyah özgürlük hareketinin sulandırılmasıymış, problemin fazla basite indirgenip çözümlenmesiymiş. Filmin sorunu böylesine basit ele alması beyazlara kendilerini iyi hissettirmek içinmiş. Oysa ırkçılık öyle basitçe aşılacak bir şey değilmiş. Irkçılığını eyleme döken kaba gericilerle mücadele etmek yetmezmiş (“kaba gerici” derken burada genelde Tony Lip kastediliyor). Asıl insanların kafasındaki ırkçılıkla mücadele etmek gerekirmiş…
İşte burası önemli:
Bu yazarlar “kafalardaki ırkçılıkla mücadele edilmeli” derken acaba bir soruna gerçek bir çözüm mü arıyorlar? Yoksa çözümsüzleştirip süreklileştirebilecekleri bir sorun mu arıyorlar?
‘Roma’ filminin tanıtımı için Netflix’in 20 milyon dolar ayırdığı basına yansımıştı. Bu paranın nerelere harcandığını da böylece anlamış oluyoruz. Bir filmin tanıtımı elbette diş macunu reklamı gibi billboardlar, afişler, TV reklamlarıyla yapılmıyor. Ana akım medyada köşe tutmuş böyle “uzman” yorumcularla yapılıyor.
Türkiye’deki yorumcular da İngilizce basından almaları gereken mesajı almışlar:
Kimisi daha da ileri gitmiş, öfke kusan tuhaf yazılarına, ayrımcılıkla suçlanacağı için Batı’da dile getirilmesi mümkün olmayan ifadeler de eklemişler: “siyahlar kızartma tavuk yer“:
Yazar kafasındaki zenci <> kızarmış tavuk; Kürt <> dürüm (ya da “çiğ köfte”) gibi eşleşmelerden sonuçlar çıkarıyor. Böylece “sosyoloji” yaptığını sanıyor. Bu tabii ki sadece bu yazarın kafasında olan bir eşleşme değil, zamane sosyal bilimler paradigmasının arızalı bir şablonu. Bu şablon üzerinden çıkarımlar yapmak geçerli midir, ahlaki midir? Bu felsefenin sorusu ve Hegel buna aşağıda cevap verecek. Önce ‘Green Book’ filminin neden bu kadar rahatsızlık yarattığını, kimlerin kuyruğuna bastığını anlamaya çalışalım.
“Jim Crow South” adıyla anılan ırkçı yasalar, ABD İç Savaşı’nın hemen akabinde 1862 tarihinden itibaren devreye girdi. “Jim Crow“, İngiliz komedyen Thomas Rice’ın 1828’de yarattığı zenci bir karakterdi. Geri zekalı, ilkel, her türlü aşağılamaya mağruz kalan bu karakter, dönemin beyazlarının siyahlara bakışını yansıtıyordu.
İç Savaş’ın Kuzeylilerin zaferiyle sonuçlanması üzerine, aslında doğru sosyolojik tanımı ‘feodal serflik’ olan kölelik biçimi bütün Amerika’da kaldırıldı. Ne var ki bu kez de sanayi kapitalizmine uygun başka tipte bir köle, serbest hareket edebilen, eyaletler arası göç edebilen, vasıfsız kol emeğine dayalı işkollarında istihdam edilmiş bir ‘köle-işçi’ gerekiyordu. Bu ‘köle-işçi’ tipinin, işçi sınıfının diğer tabakalarıyla bağ kuramayacak şekilde kamusal hayatta soyutlanması gerekiyordu. Jim Crow South ırkçı yasaları bu ihtiyaca cevap verdi. Siyah ve beyazların kamusal alanda birbirinden ayrılması sağlandı.
Öyleyse, İç Savaş sonrası “köleliğin kaldırılması” denen olguyu doğru anlamak gerekir: Kaldırılan ‘serfliktir’. Yeni tesis edilen ise köle-işçiliktir. ‘Serf’in seyahat özgürlüğü yoktur. ‘Serf’in evi, barkı, ailesi vardır, ama derebeyin hakimiyet alanını terk edemez. Serf, seyahat özgürlüğünü kazandığında ‘işçi’ye dönüşür. Irk ayrımcılığı da işçi sınıfının diğer fraksiyonlarıyla iletişim ve dayanışmasının önüne set çekmeye, böylece işçiden yüksek verim almaya yarar.
Yukarıdaki görselde 1968 seçimleri için hazırlanmış bir afişi görüyoruz. Sağdaki adam August Belmont, Kuzeyli bir yatırımcıdır. Kuzeyli sermaye çıkarlarını temsil etmektedir. Ortadaki Nathan Bedford Forrest ise zalim Güneyli bir generaldir. Görüldüğü gibi, mağlup olmasına rağmen bu uzlaşmanın içindedir. Hatta merkezindedir. Nathan Bedford Forrest ayrıca Ku Klux Klan’ın en önemli kurucularındandır. Soldaki ise Demokrat Parti’yi temsil eden soyut bir figürdür.[6]
Bugün ‘Demokrat Parti’ diye bildiğimiz partinin kökleri ve geleneği işte bu Jim Crow yasalarına uzanmaktadır. Jim Crow yasaları, işçi sınıfını ırk ayrımı ile bölme prensibine dayanır.
İşte bu “Jim Crow” mantığının aynısını, “solcu” etnik siyaset bugüne dek taşımıştır: “sen bir zencisin, nasıl olur da tavuğun elle yendiğini bilmezsin!”
Jim Crow yasaları öyle bir hünerle tasarlanmıştır ki, 70 yıl sonra bile Nazi Almanyasının ilgisini çekmiştir: Hitler hükümetinden Amerika’ya gönderilen bir heyet bu yasaları inceleyerek Almanya’ya uyarlamıştır. Aşağıda yeni gündeme getirilen bu tarihsel bulguların sunumunu izleyebilirsiniz:
Victor H. Green ve eşi Alma Green, New York’un Harlem bölgesinde yaşayan zenci bir ailedir. Victor H. Green posta memurudur. 1936 yılında eşi ile yaptığı otomobil gezisinde zencilerin karşılaştığı aşağılanmayı ve zorlukları görmüş, bunun üzerine araba ile seyahat edecek zenciler için “The Negro Motorist Green-Book” rehber kitabını yazmıştır. Kitapta zencilerin kalabileceği oteller, yemek yiyebileceği yerler, benzin alabileceği istasyonlar, güzellik salonları hatta taksi durakları listelenmiştir.
1936 yılı aynı zamanda Franklin D. Roosevelt’in Demokrat Parti’den ezici bir çoğunlukla (523-8) başkanlığa seçildiği yıldır. Roosevelt II. Dünya Savaşı’na girmeden altı ay önce 8802 no’lu Başkanlık Emri ile hükümetle çalışan firmaların ırkçılık yapmasını yasaklamıştır. Buna rağmen 1942 yılının Ocak ayında ticari bir gemi kaptanı, ABD’li 25 zenci denizciyi gemiye almaz. Başkan bunun üzerine ABD Ulusal Denizcilik Birliği’ne (National Maritime Union) bir mektup yazarak ABD denizciliğinde ırk ayrımı yapılmamasını emreder.
26 Temmuz 1948’de ABD Başkanı Harry S. Truman yayımladığı Başkanlık Emri ile ABD ordusunda ırkçılığa son vermiştir. Jim Crow yasalarını “ucundan kırpan” ilk Federal karar budur.
1960’da Harper Lee, ‘Bülbülü Öldürmek’ (To Kill a Mockingbird) adlı kitabını yayınlar. Bu kitap Pulitzer ödülü alır. Kitap, 1930’larda yazar daha on yaşlarındayken Alabama’da ufak bir kasabada tanık olduğu bir olayı anlatmaktadır: Avukat babası, beyaz bir kadına tecavüzle yargılanan zencilerin savunmasını üstlenir ve önce suçlu bulunan zencilerin sonradan masumiyetini ispatlar.
1961 yılında ABD Anayasa Mahkemesi (Supreme Court) Boynton X Virginia davası kararı ile zencilerin otobüs duraklarını, tuvaletleri ve seyahat sırasında karşılaşacakları her yeri kullanabilecekleri kararını verir. Fakat bu karar Güney eyaletlerin çoğunda uygulanmaz. Güney eyaletlerdeki bu direnç üzerine 4 Mayıs 1961’de 7 afro-zenci ve 6 beyaz Amerikalı’dan oluşan aktivist bir grup, Washington DC’de şehir içinde otobüs ile Özgürlük Turu (Freedom Ride) atmaya başlar. Bu grubu izleyen diğer bir eylemci grup da başka bir otobüs ile ABD’nin orta kısımlarına doğru seyahate çıkar. Amaçları Anayasa Mahkemesi’nin uygulanmayan Boynton İçtihatı’nı Güney eyaletlerine uygulatmaktır. Birçok şehirde hücuma uğrar, dövülürler. ABD Baş Savcısı (Başkan JFK’nın kardeşi) Robert F. Kennedy olaylara müdahale etmek istese de tepkileri yatıştırmakta başarılı olamaz. Son seçenek olarak eylemcilerin sağ geri dönebilmeleri için Interstate Commerce Commission’a otobüsün yolda güvenliğinin sağlanması emrini verir.
‘Bülbülü Öldürmek’ kitabının filmi 1962’de sinemalarda oynatılır. Filmin başrolünde Gregory Peck ve Mary Badham vardır. Film dünya çapında ses getirir.
Bütün bunlar olurken, JFK pasif kalmıştır. JFK’nin başkan olmasıyla aynı zamana isabet eden zenci hak ve eşitlik hareketindeki bu yükseliş hemen karşı tepkileri de yükseltmiştir. Irkçı saldırı ve söylemler zirve yapar. Tüm başkanlığı süresince JFK’nin bu gelişmeler karşısında kayda değer hiçbir icraatı olmamıştır.
İşte ‘Green Book’ filminin baş kahramanı Don Shirley, ABD’nin güney eyaletlerine seyahatini böyle bir ortamda, JFK başkanlığının ikinci yılında yapmıştır.
Yorumcuların filmin kurgusunda asıl eleştirmeleri gereken nokta, JFK hükümetinin zenci eşitlik hareketinde hiç hak etmediği şekilde öne çıkarılmasıdır. JFK bugün hala haksız sahip olduğu bu şanla anılmaktadır.
Zencilere eşitlik getiren ‘Civil Rights Act’ (Medeni Haklar Yasası), JFK öldürüldükten sonra yerine atanan Lyndon Johnson tarafından 2 Temmuz 1964’de çıkarılmıştır.
Dahası şu nokta çok önemlidir: Lyndon Johnson tam bir Güneylidir, Texaslıdır.
Bu yasa ile her alanda ırk ayrımcılığı (sadece oy hakkı hariç) yasadışı hale getirilmiştir.
Oy hakkı ise, hemen bir yıl sonrasında, yine Lyndon Johnson tarafından 1965’te verilmiştir.
Bu tarihsel gerçekler karşısında hala JFK’nin insan hakları mücadelesinde kahramanlaştırılması tam bir tuhaflıktır.[7]
Tennessee Memphis’te kaldıkları bir gece Don Shirley YMCA’e gider. Burada tanıştığı beyaz genç bir adamla seks yaparken yakalanırlar ve polis tarafından gözaltına alınırlar.
Don Shirley eşcinsel birlikteliği nedeniyle gözaltına alındığında Tony Lip bu durumu sıradan ve olağan karşılar. Don Shirley, olay hakkında konuşma zahmetine bile girmeyen Lip’in bu kayıtsızlığı karşısında şaşırır ve ona ne düşündüğünü sorar… Lip oralı olmaz, gece kulüplerinde böyle durumlarla çok karşılaştığını söyler.
Bu sahne izleyiciye, cinsel tercihler üzerinden bağıra çağıra siyaset yapılmaması (mahremin siyasallaştırılmaması), konunun mevcut bireysel özgürlükler çerçevesinde çözümlenmesi gerektiği dersini verir.
Özellikle gece kulüplerinde bu durumlarla karşılaşma olgusunun vurgulanması da önemlidir: cinsiyet rollerinin sabit olmadığı (alkol vb çeşitli etkenlerle kayganlık gösterebildiği), dolayısıyla bu roller (kimlik kurgusu) üzerinden siyaset yapmanın abes ve nafile olduğu mesajını da verir.
Gerçek Tony Lip de, gece kulüplerinde çalıştığı için eşcinsellere karşı hiçbir önyargısı olmadığını ölmeden önce yaptığı söyleşilerde açıklamıştır. Oysa 1960’larda Amerikan Psikiyatri Birliği (American Psychiatric Association) eşcinselliği psikiyatrik bir hastalık olarak tanımlamaktadır. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin bu tanımlaması 1973 yılına kadar sürmüştür.
1953’ten 1961 yılına kadar süren Eisenhower döneminde homoseksüellik düşmanlığı devlet katında daha da yükselmiştir. Eisenhower başkan olduktan hemen sonra, 1953 yılının Nisan ayında yayımladığı 10405 sayılı Karar ile heteroseksüellik dışındaki yönelimleri ‘Federal Sadakat-Güven Programı’na (Federal Loyalty-Security Program) karşı eylemler olarak tanımlayarak bu tip durumların araştırılması ve soruşturulması yetkisi vermiştir. Bu karar federal devletteki memurlar ve ordu dahil 6 milyondan fazla çalışanı ilgilendirmektedir.[8]
İkilinin başı hep Güney eyaletlerde belaya girdiği için, izleyici homoseksüellik karşıtlığının da sadece Güney’e has bir durum olduğu izlenimi ediniyor. Bu izlenim Kuzey’i haketmediği şekilde aklamaktadır.
Tony Lip’e karakoldan telefon gelmesi ve filmin bir anda nezarethane sahnesine atlaması Türk izleyicilerin kafasında şu soru işaretini yaratmış olmalıdır:
“Ortada hala böylesine bir zenci/beyaz ayrımcılığı varken Don Shirley beyaz partneriyle sokakta, parkta vb ortalık yerde mi beraber olmaya kalktı ki, Polis bunları gözaltına aldı?”
Çünkü film YMCA’de neler olduğunu, ikilinin bu kulüpte nasıl tanışıp beraber olduğunu göstermez.
Türk izleyici bu boşluğu kafasında dolduramaz. Çünkü TC Anayasası ve Medeni Kanunu ‘özel hayatın gizliliği‘ni güvence altına almıştır. Türkiye’de polisin yatakodası basıp kimin kimle nasıl bir cinsellik yaşadığının peşine düştüğü görülmemiştir. TC yasalarında ‘özel hayatın gizliliği‘nin hiçbir istisnası bulunmamaktadır. Türk polisi savcı kararıyla ev basacaksa bile sabahı bekler, kapalı bir kapının arkasında kimin kimle seviştiğiyle ilgilenmez.
Öyleyse nasıl olmuştur da polis bu ikiliyi gözaltına almıştır?
ABD’de ise eşcinsellik 2003‘e kadar (giderek azalan sayıda eyalette de olsa) suç olmaya devam etmiştir. ABD Anayasa Mahkemesi (Supreme Court) ancak 2003 yılına gelindiğinde aldığı bir kararla eşcinselliği ABD’de suç olmaktan çıkarmıştır. 2003‘te bu karar yayımlanıncaya kadar eşcinsellik ABD’nin 13 eyaletinde hala suç sayılmaktadır.
Görüldüğü gibi, hem farklı etnisitelerin hukuk karşısında eşitliği hem de farklı cinsel yönelimlere tanınan eşit özgürlükler (buna rahatlıkla kadın haklarını da ekleyebiliriz) bakımından Türkiye her zaman ABD’nin çok ilerisinde olmuştur. TC Anayasası ve Medeni Kanunu, lezbiyenmiş, gaymiş, biseksüelmiş, queer’miş, ayırmaz, istisna yapmadan her reşit birey için ‘özel hayatın gizliliği‘ni güvence altına alır. 1923’ten beri TC’de durum böyledir.
Bu tarihsel ve hukuki gerçekler karşısında sosyal bilimcilerimizin ABD imalatı queer teorisi vb çakma teorileriyle Türkiye’de ‘toplumsal cinsiyet’ üzerine siyaset dersi vermeleri ayrı bir garabettir.
ABD’nin en prestijli konser salonu Carnegie Hall’da oturma ayrıcalığına yalnızca Leonard Cohen ve Dr. Don Shirley sahip olmuştur. Konser salonunun üzerinde iki daire bulunmaktadır. Popüler olmayan, sadece çok elit bir kesim tarafından bilinen Don Shirley, Carnegie Hall’un üzerinde oturma ayrıcalığını nasıl elde etmiştir? Bunu çok araştırdık ancak bir açıklamasını bulamadık.
Don Shirley’in plaklarını Cadence Records basmıştır. Cadence Records, sıradan bir orkestra şefi olan Archie Bleyer tarafından 1952’de kurulmuştur. Geniş pazarlama olanaklarına sahip olmayan cılız bir şirkettir. Don Shirley, Carnegie Hall’un üzerindeki dairesini 2013’teki ölüm tarihine kadar kullanmıştır. Ne Nat King Cole ne Duke Ellington ne de Nina Simone böyle bir ayrıcalığa sahip olabilmiştir.
Don Shirley, başkan JFK, Federal Başsavcı Robert Kennedy ve en önemlisi Dr. Martin Luther King ile arkadaştır. Dr. Martin Luther King zenci hareketinde bu kadar öne çıkarılmış bir isimken, Don Shirley ise her nedense -bu filmden önce- hiçbir dönem gündeme getirilmemiştir. Kaldı ki bu adam Başsavcı Robert Kennedy’ye bir telefonla ulaşabilecek kadar yakındır. Don Shirley hiçbir zaman Afro-Amerikalıların eşit hak mücadelesinde kendisinin neler yaptığını anlatmamıştır.
Don Shirley’in diğer arkadaşları arasında Nina Simone ve Duke Ellington da vardır.
Don Shirley Jamaika kökenli bir siyahtır. Karayib kökenli siyahlar, Afrika kökenli siyahlardan farklı olarak, ABD’de daha elit ve daha eğitimli bilinirler.
Don Shirley bu filmin ölümünden sonra yapılmasını söylemiştir. Ailesi filme halen karşıdır ve Tony Lip’in ailesiyle araları bu nedenle gerilmiştir. Tony Lip’in oğlu bizzat senaristlerden biridir ve Don Shirley’in ailesinin onay vermediği bazı ayrıntıları filme yansıtmış olabilir.
Copacabana, New York’un en ünlü gece kulübüdür. İtalyan Mafyası tarafından işletilmektedir. Tony Lip burada bodyguard’dır.
Don Shirley’in Tony Lip’i işe alma sürecinde ortalama izleyicinin gözünden kaçan önemli bir ayrıntı vardır:
İlk mulakatta Don Shirley, Tony Lip’i reddeder. Görünüşteki gerekçe, Tony Lip’in ekstra uşaklık işleri yapmayı reddetmesidir. Daha sonraki sahnelerde Tony Lip gece eşiyle yatağında uyurken ansızın telefon çalar. Arayan Don Shirley’dir. Önce eşiyle görüşmek ister. Eşinden kocasını seyahate götürmek için izin ister. Sonra Lip’i işe kabul ettiğini söyler.
Filmin bize göstermekten kaçındığı arka planda ne olmuştur da, başta mülakatta reddedilen Tony Lip sonradan durup dururken gecenin bir yarısı işe kabul edilmiştir?
Senaryo, izleyiciyi bu tuhaf geçişe ikna edebilmek için hikayeye “eşten izin alma” romatizmini monte etmiştir. Ne hikmetse, en ufak sinirlenmede milletin ağzını burnunu kıran, Akdeniz kanı taşıyan maço bodyguard’ımız hiç sorgu sual etmeden güzel eşine direkt telefonu verir.
Bu tuhaf romantik enstantane, Tony Lip’i işe alması için Don Shirley’in kapalı kapılar ardında ikna edilme sürecini es geçmek, ABD tarihinin az bilinen bir olgusunu gözlerden kaçırmak için senaryoya monte edilmiştir.
Amerikan donanması İtalyan Mafyası ile 1942 yılında gizli anlaşmalar yapar. Bu işbirliğinin amacı, New York’un liman bölgelerine hakim olan İtalyan Mafyası’nın desteğini alarak ABD’ye sızmış Nazi casuslarını avlamaktır. Bu işbirliği daha sonra İtalya çıkarmasında ABD birliklerine yolların gösterilmesinde, Mussolini’ye karşı ailelerin, yerel halkın ABD ordusuna destek vermesinde de işe yaramıştır. İtalyan Mafyası’nın bu desteği, savaşın daha az zaiyatla kazanılmasında etkili olmuştur.
Savaş yıllarında ordu ile ABD İtalyan Mafyası arasında kurulan bu hukuk, sanılanın aksine savaş sonrasında da devam eder. Bu hukukun devam ettiğini doğrulayan kesin kaynaklara ulaşamamamış olsak da elde sağlam bir ipucu vardır:
Savaş öncesinde Güney eyaletlerdeki (Deep South) ayrımcılığın hem zencilere hem de “yarı-zenci” diye ifade edilen İtalyan ve Polonyalı göçmenlere karşı uygulanmakta olduğunu biliyoruz. Savaş sonrasında ise diğer etnisiteler arasında sadece İtalyanlar ayrıcalık kazanırlar ve Ku Klux Klan eylemlerinde adeta dokunulmaz olurlar. Bu olgu bize, savaş yıllarında kurulan Devlet-İtalyan Mafyası hukukunun sonradan da devam ettiğini düşündürmektedir.
Zira filmde de özellikle İtalyan Mafyası’nın bodyguard’ı olan Tony Lip’in Don Shirley’e şoför ve koruma olarak yollanması, filmin bu fikrimizi doğrulayan ana karkasını oluşturur.
Filmde Shirley’in bir tane kardeşi olduğu ve onunla görüşmediği bahsi geçiyor. Ancak film vizyona girdikten sonra üç kardeşinin olduğu ortaya çıktı. Bu kardeşlerden biriyle röportaj yapıldı. Bu kardeş Don Shirley ile aralarında hiçbir problem bulunmadığını, sürekli görüştüklerini ifade etti. Bu kardeş ayrıca Don Shirley ile Lip arasındaki arkadaşlığın hiç de filmde işlendiği gibi yakın olmadığını özellikle vurguladı: “Asla böyle yakın değildiler, ağabeyim iki sene sonra onu kovdu” dedi.[9]
Lip’in ailesi ise filmde anlatılan ikilinin dostluğunu doğruluyor, “aynen böyle oldu” diyordu.
İki ailenin ifadelerindeki çelişki şunu göstermektedir:
– Zenci taraf barış ve dostluk mesajı veren filmi yalanlayan bir hikaye anlatıyor.
– İtalyan-beyaz taraf ise, filmin barış ve dostluk mesajı veren hikayesini doğruluyor.
Ailelerin bugünkü temsilcilerinin beyanlarındaki bu çelişki, aynı zamanda genel anlamda etnik siyaset meselesine yaklaşımda bölücü mantık ile birleştirici mantık çelişkisine isabet etmektedir.
Koro‘nun filme öfkelenmesinin nedenini işte buradan hareketle anlamak gerekir: filmdeki hangi sahnelerin gerçek, hangilerinin kurgu olduğu tartışmak abestir, çünkü film zaten bir belgesel olma iddiasında değildir. Öfkenin asıl nedeni, filmin izleyiciye, bölücü mantığı sorgulatan ve şiddetle sarsan argümanları hatırlatması ve düşündürmesidir.
Koro‘nun Türkiye uzantısından bir ifadeyi ele alalım:[10]
“Bu terbiyesizliğe karşı filmde hikayesi anlatılan müzik üstadı Dr. Don Shirley’nin ailesi haklı olarak ayağa kalktı ve ‘Green Book’ için bir ‘yalanlar senfonisi’ dedi. Siyahlar arasında yaygın olarak yenen, kültürün bir parçası olan kızarmış tavuğu, tavuğu kemiğinden tutup yemesini de beyaz şoföründen çok çok önce biliyormuş.”
Asıl alerjisini söyleyemediği için filmi sanki bir belgeselmiş gibi kötüleme yarışına giren bu cenah, nasıl bir siyasal/ideolojik pozisyonun borazanlığını yapmaktadır?
Bu alıntıda ilk dikkatimizi çeken şudur: kültürel bir pratikten bahsedilmektedir (kızarmış tavuk; çiğ köfte… yani yemek kültürü).
Dürüm, McDonalds, Fried Chicken, lahmacun vb. fast food, işçinin sofraya oturmadan, iş yerini terk etmeden, karnını hızla doyurabileceği yemek tarzıdır. Patronun öğle saatinde dürüm ya da lahmacunları gazeteye sarıp inşaata getirdiği, inşaat işçilerinin hemen oracıkta çökerek bunları yediği bildik sahneleri gözümüzün önüne getirelim. Bunlar ‘işçi yemeği’dir. Zenci ya da Kürt yemeği değildir.
Her kültür gibi bu yemek kültürü de önce bir ihtiyaca karşılık verdiği için ‘kurulur‘. Sonra ‘aktarımı‘ (transference) yapılır. Kültürün ‘ideolojik pratik‘ haline gelmesi, işte bu ‘aktarım‘ olgusu devreye girdiğinde gerçekleşir.
‘Aktarım‘ dediğimiz bu terimi psikanalizden ödünç alıyoruz. Psikanalizde de bir aşamaya girildiğinde analiz edilen analiste duygu ve varsayımlarını aktarmaya çabalar. Aktarımın rahatlatıcı bir işlevi vardır. Analistin buna karşı durması gerekir. Psikanalistin hüneri, aktarıma kapılmadan, analiz edilene bunu neden yapma ihtiyacı duyduğunu sorgulatmaktır. Sorgulatmayı başarırsa akabinde ‘çözülme‘ yoluna girilir.
İdeolojik aktarım ise yine psikanalizdekine benzer ‘rahatlatıcı’ etkisi nedeniyle sınıflar-arası da sirayet ederek çalışır. İşçi yemeği, lüks eğlence hayatının bir aksesuarı haline gelebilir. Her gece servetlerin akıtıldığı burjuva lüks gece kulüplerinde Batı müziği ile başlayan eğlenceler gecenin sonunda çerez tabağının dibine talim ederken arabeskli kıvranmalara, ağlaşmalara döner. Bu yazar da İbrahim Tatlıses örneğini verirken bu olgunun farkındadır:[11]
“Her ne kadar artık asimile olmuş görünse de, zengin sofralarından kalkmasa, ‘Beyaz Türkler’e evlerinin bahçesinde konserler verse de İbrahim Tatlıses’e birisinin çiğ köfte yemeyi öğrettiğini düşünün. Bugünkü haliyle bile Tatlıses’in Türkiye’de Kürt olmanın nasıl bir tecrübe olduğunu öğrenmek için Türk bir öğreticiye ihtiyacı yok.”
Senaristler gerçek Don Shirley’in elle tavuk yiyebildiğini bilmiyorlar da, o yüzden mi beyaz çalışanın siyah patrona elle tavuk yemeyi öğrettiği bu sahneyi kurgulama gereği görüyorlar?
Yazar, filmin izleyiciye bu soruyu (“bir zenci nasıl olur da tavuğu elle yemez?” sorusunu) kasten sorduttuğunu fark etmemiş olamaz. Biz daha zekice bir olasılık üzerinde duruyoruz: çok iyi bildiği ve çok rahatsız olduğu sağlam bir mantığı balçıkla sıvamak için bu manevrayı yapıyor. Anlamazdan gelerek film sanki kuru bir belgeselmiş gibi filmin hatalı verilere dayandığını beyan ediyor.
Çünkü yazar inatla ‘aktarımın‘ keyfine sarılmış durumdadır. ‘Green Book’ onun etnisiteye atfettiği hakikat üzerinden sınıflar-arası aktarımını alt üst etmekte, burjuva keyfini bozmaktadır. ‘Green Book’ filmine bu nedenle ateş püskürmektedir. Yazarın yüzleşmekten asıl kaçındığı olgu, patronların zaten can-ı gönülden işçi yemeği yemesidir. Patronlar etiği olmayan bir analist gibi davranırlar: aktarımı hemen kabul eder, kendi kültürleri gibi benimserler. İnsan yönetmenin hüneri budur.
Buna benzer bir temanın izleyiciye yutturulmasını Cuaron’un ‘Roma’ filminde de görürüz. Ev sakinlerinin hizmetçiyle beraber aynı sofraya oturdukları sahneleri anımsayalım. Bu sahneler ortalama izleyicide kadın dayanışmasının sınıf ayrımına deva olabileceği algısını yaratır. İzleyici bunu aşabilirse (“kadın dayanışmasının da sınırları var, sonuçta hizmetçi köpek pisliği temizlemeye devam ediyor” diyebilirse) bu kez de etnik dramatizasyon engeline takılır (“o zavallı bir Mixtec, o nedenle köpek pisliği temizlemeye mahkum“). ‘Roma’ filmi, farklı ‘aktarım’ kanallarını açık tutarak ayrımcılığı ve ezilmişliği sosyolojik, siyasi ve felsefi bir sorun olmaktan çıkarır, vicdani sorun haline getirir. Bu arabesktir. Sol siyasete ihanettir.
Yazarın nefret ettiği bu sahne 2a<>2b eşleşmesini kırmayı, eşleşmeyi 1<>2a düzeyine kaldırmayı amaçlamıştır. Daha ileride Don Shirley’in viski bardağını piyanonun üzerinden kaldırdığı sahne de bu kez etnik sanat/müzik nosyonuna aynı tokadı patlatır: “Zenci müziği diye bir şey yoktur, herkes için müzik vardır!” mesajını verir.
Etnik kimlikler ve kültürler, üzerinden ahlaki bir siyaset yürütülebileceğimiz yapılar değildir. Sınıf farkını örten manipülatif araçlardır. İktidarların bu araçları kullanması insanlık tarihi kadar eskidir – “köle dini” olarak ortaya çıkan Hıristiyanlığın sonradan iktidarın ideolojisi haline gelmesi tarihte bunun en tipik örneğidir.
‘Green Book’taki karşılıklı tanıma, ‘aktarım’a takoz koyan ve ‘kaldırım’a yol veren bir Hegelci ‘dolayım’ mantığına oturmaktadır:
Öncelikle komedi türünün seçilmiş olması üzerinde durmak gerekir: Tony Lip’in sık sık “siz zenciler şöyle böyle yaparsınız” şeklindeki bugünün politik adap normlarına aykırı söylemleri izleyiciyi de, ikilinin arasını da germez. Tersine gevşetir. Profesör Zizek de laz fıkralarının (bunun Yugoslavya’daki versiyonu Karadağ fıkralarıdır) bu gevşetici işlevine dikkat çeker. Profesör Zizek, ırkçılığın yükseldiği dönemlerde bu fıkraların ortadan kaybolduğunu tespit etmiştir. Filmde ise herkes birbirine alenen ırksal ifadelerle seslenir: İtalyan, Yahudiye “kızıl” der, beyaz siyaha “gündüz bekçisi” der vb…
Film ilerledikçe ayrımcılığın da ayrım yapmadığını deneyimlerler: Polis Lip’e “yarı zenci” dediğinde Lip öfkesine hakim olamaz ve yumruğu patlatır. Bu sahne izleyicinin kafasında çok önemli bir soru işareti bırakır:
İki seçenek vardır:
1) Lip, kendisi de bir nebze ırkçı olduğu ve kendisine “zenci” dendiğinde kendisini aşağılanmış hissettiği için mi yumruğu patlatmıştır?
2) yoksa kendisi de bir nebze “zenci” olduğu ve kendisine aşağılayıcı şekilde konuşulduğunda zencilere de terbiyesizlik edildiği için mi yumruğu patlatmıştır?
İki seçenek birbirini dışlar, hem (1) hem (2) aynı anda geçerli olamazlar: Lip, ya kafasında gizliden ırkçı olduğu için yumruk atmıştır ya da hiç ırkçı olmadığı için yumruk atmıştır.
Bu soru havada asılı kalır ve devamındaki diyaloglarda da açıklığa kavuşmaz. Ancak Don Shirley’in peşin hükümle birinci cevabı benimsediğini görürüz: “sen de kafanda gizliden ırkçı olduğun için o yumruğu attın” der. Lip susar. Çünkü Lip’in -eğer 2. seçenek geçerliyse bile- ırkçı olmadığı için öfkelendiğini ispat etme imkan ve araçları yoktur. Don Shirley’in peşin hükmünü 1. seçenekten yana kurması, Lip’in değil, asıl Don Shirley’in “kafasında gizliden” ırkçı olduğunu ispatlamaktadır.
Yumruk atma anında Lip’in kafasında ne döndüğünü bilemeyeceğimiz gibi böyle bir durum gerçek hayatta yaşandığında insanlar da bizzat kafalarında ne döndüğünü kendileri de bilmeyebilirler. Ancak Hegel mantığı bu ikilemin nasıl ‘kaldırılacağını‘ bize gösterir: Lip, 1. nedenle öfkelenmiş olsa bile, film süreç içinde ikilinin arasındaki hukuku daha üst (daha evrensel) bir seviyeye taşır ve ancak 2. seçeneğin geçerli olabileceği bir hukuku kurar. Dolayısıyla (filmde yaşanan süreçlerin dolayımıyla) yumruk atma anında Lip’in kafasında neler döndüğü sorusu, süreç içinde yanlış bir soru haline gelir. Bu süreç, Hegel’deki ‘gereklik‘ kavramını örnekler. Hegel felsefesi bir süreç felsefesidir, ancak bu zamansal olmayan, mantıksal bir süreçtir. Eğer nezarethanedeyken Lip, Don Shirley’in kafasındaki ırkçılığı kendisine yansıtmasına (“hayır öyle düşünmedim” diyerek) tepki verseydi, diyalog kısır tartışmaya dönecekti. Çünkü bu bilinemez. Bir bütün olarak filmdeki iradi eylemlerin dolayımı, sorunlar karşısında isteyerek ya da istemeden dayanışma, kahramanların özgün kimliklerini (particularities) çözer, onları ortak bir bilinç seviyesine taşıyarak yanlış soruyu ortadan kaldırır. Zenci, beyaz ya da yarı zenci vb. olmaları böylece geride kalır. Eşit bireylere dönüşürler.[12] Lip fazla bilge olduğu için mi, yoksa şaşkın olduğu için mi, Don Shirley’in ırkçı suçlamasına karşı susmuştur? Hegel mantığında bu da yanlış bir sorudur. Çünkü mantıksal süreç ancak tamamlandıktan sonra bu sürecin mantıksal gerekliğini görürüz. Tamamlanmamış bir mantıksal süreçte erek (örneğin Lip’in “bilgeliği”) ileri sürülemez. Hegel mantığında sonuç, nedenleri önceleyebilir. Zaman doğrusal akmaz, fraktaldır, hatta plastiktir.
‘Green Book’un etnik sorunu ‘kaldırması‘ gibi, Guillaume Giovanetti ve Çağla Zencirci’nin yönettiği ‘Sibel’ (2019) filmi de pseudo-feminizm sorununu benzer şekilde ‘kaldırıyor‘.
Sibel, dilsiz olması sayesinde erkek gibi yetiştirilmiş bir kızdır. Evden dışarı silahsız çıkmaz. Başını örtmek zorunda değildir. Gece eve istediği saatte gelir -hatta gelmeyebilir.
Sibel, engeli (dilsiz olması) sayesinde bu ayrıcalıkları elde edebilmiştir. Yine bu sayede babası için sanki erkek bir evlatmış gibi gurur kaynağı olmuştur (babanın sadece iki kız çocuğu var, oğlu yok). Ailenin bir araya geldiği akşam yemeği gibi sahnelerde, Sibel’e “kızım!” diye seslenen babanın ses tonu gururla yüklüdür: “kızım!” ifadesini “oğlum!” der gibi söyler.
Kızkardeşi ise ‘normal’ olmanın şansızlığını yaşamaktadır: başını örtmek zorundadır. Eve giriş çıkış saati bellidir. Tek eğlencesi kadın partileridir. Pseudo-feminizmin ‘tacizsiz ve erkeksiz’ kadın kafesi projelerini işte bu köy kültürünün kentlere sirayet etmiş hali olarak düşünebiliriz. Kızkardeş, “yaşı geçmeden” evlenme telaşındadır. Okula devam etmektense evlenmeyi tercih eder, çünkü böylece evden kurtulacak, özgürleşecek, üzerine yüklenmiş ‘kadın’ kimliğinin gereğini yerine getirerek kendisini ‘tamamlayacaktır‘. Babası da onu “kazasız belasız” bir an önce “vermeye” razıdır. Baba, kafası kısmen çalışan, içinde yaşadığı ortama kıyasla aydın bir profil çizmektedir. Ama yine de “kız işte ne yapalım, önünde sonunda vereceğiz” gibisinden ifadeler kurar. Kızına bağlıdır. Aktörün usta oyunculuğu, kızının “mal” gibi alınıp verileceği bu ilkel kültürde babanın yaşadığı iç gerilimi, acıyı, izleyiciye hissettirir.
Sibel ise kızkardeşinin okula devam etmesi için elinden geleni ardına koymaz. Sibel’in giderek dışlandığı bir kısırdöngü başlar: kızkardeş, ablası engelli olduğu için ablasını “isteyecek” kimseler olmadığı, bu nedenle de ablasının kendisini kıskandığı ve evlenmesine taş koyduğu söylemine sığınır.
Küçük kardeşin bu yanlış gerekçesini, Don Shirley’in nezarethanede Tony Lip’i kendi ırkçı önyargısıyla suçladığı yanlış gerekçeye benzetebiliriz (“sen de kafanda gizliden zenci düşmanı olduğun için polise yumruk attın“). Her ikisi de bilinemez, o nedenle savunması da yapılamaz.
Sibel’in babası ile gerilimi, babanın da köy halkı ile gerilimi yükselir.
Senaryoya katalizör olarak Sibel’in bir kanun kaçağı ile yaşadığı kısa bir aşk da eklenmiştir. Cuaron’un ‘Roma’ filminde olduğu gibi burada da erkek sorumsuzca kadını terk eder. Ancak Cuaron’un ‘Roma’sından farklı olarak ‘Sibel’ filmindeki kadın dayanışması (yıllar önce erkeği tarafından terk edilmiş inzivada yaşayan yaşlı kadınla Sibel’in dayanışması), terk edilmenin mağduriyeti üzerinden yürüyen bir dayanışma değildir. Cuaron’un ‘Roma’sı ise terk edilmenin mağduriyetini arabesk bir izlekle filmin sonuna kadar sürdürür. Bu nokta önemlidir: çünkü ‘Sibel’ filminde terk edilen basit ve sıradan bir ‘kadın’ değildir, erkek gibi yetiştirilmiş özel bir kadındır. Sibel’in bundan sonraki eylemleri -‘Roma’ filmindeki gibi- bir mağduriyet kısırdöngüsüne takılı kalmaz. Aşkın dolayımı Sibel’i daha da biler. Kadınlığını ‘kaldırarak’ bireyin öteki birey (kardeşi) için yürüttüğü bir mücadeleye dönüştürür – son sahnede köyün ‘sıradan’ kadınları olanların farkında değilmiş gibi susup işlerine devam ederler, ama olayı hayranlıkla izleyen aralarından ‘sıradışı’ birini fire vererek…
‘Green Book’ filmi etnik siyasetin ırk-kültür-sınıf eşleşmelerini tersyüz ettiği gibi, ‘Sibel’ de Amerikan İkinci Dalga Feminizmi’nin ortaçağ gizemciliğine varacak kadar soyutladığı ‘Kadın’ kimliğini tersyüz etmektedir (bu gizemci soyutlama cadı temasına, kadın bilimi diye servis edilen alternatif bilim ve tıp spekülasyonlarına kadar uzanır). Oysa Don Shirley’in bir sahnede “ben ne tam bir zenciyim, ne beyaz; ne tam bir erkeğim ne de kadın, kimim ben!” diye ağladığı gibi, aslında Sibel de ne tam bir ‘kadın’ ne tam bir ‘erkek’tir. Bütün devrimci gücünü de bu kimlik yoksunluğundan alır. ‘Sibel’ ve ‘Green Book’, tüm kimliklerin yoksunluk üzerine kurulu olduğu, “Zenciye siyah demeyelim, afro-amerikalı diyelim; kıza bayan demeyelim, kadın diyelim” vb politik adapçı manevralarla bu yoksunlukların dolmayacağı, bunlar üzerinden yürüyecek siyasetin nafile olduğu dersini veren filmlerdir.
Bir sahnede Don Shirley’in Leningrad’da konservatuar eğitimi aldığını duyarız. Irk eşitliği anlamında Sovyetler Birliği’nin ABD’den çok daha ileri olduğu hatırlatılır. Sosyolog Zahit Atam’ın işaret ettiği gibi zenci Pushkin, Rusya’da herkesten daha ‘Rus’tur. Gerçek anlamda Sanat dediğimiz şey hiçbir ırka, kimliğe, etnisiteye sığmaz. “Etnik müzik” dediğimiz şey bir ‘sanat’ olamaz. Sanata devrimci bir işlev yüklemek ise, önce o viski bardağını piyanonun üzerinden ‘kaldırmakla‘ başlar!
İstanbul, 30 Mart 2019
* Bu çalışma, Ali Polat’ın aylar süren titiz ve ayrıntılı çalışmasından elde edilen verilerle hazırlanmıştır. Ayrıca filmleri teknik yönden incelemeye tabi tutarak bize yardımcı olan sinema eleştirmeni Ruveyda Bayram’a, literatürle ilgili takıldığımız her noktada yardımını esirgemeyen Prof. Barış Parkan’a teşekkür ederiz.
Dipnotlar:
[1]Zıtlaşma içinde ‘kaldırma’nın başarılamadığı durumlar ‘kısır döngü’ kapanında takılı kalır. ‘Kaldırma’nın başarılması için nosyonun halihazırda eldeki karşılığından ‘çözülmesi’ gerekir. Bu ‘bilinçte çözülme’ süreci olarak tarif edilir. Bazı Hegel çevirilerinde buna ‘mutlak bilinç’ denmesi hatalıdır. Hegel felsefesi bir süreç felsefesidir, kesinliğe, sona, ‘mutlakiyete’ doğru ilerlemez. Bu nedenle değerli hocam duayen Prof Önay Sözer’in terminolojisini benimsiyoruz, ‘absolute’ için ‘çözgün’ karşılığını kullanıyoruz. ‘Kısır döngü’ye takılı kalındığı durumu da bu nedenle ‘takılma’, ‘bağlanma’, ‘bulamaç’ gibi terimlerle ifade ettik. Doğu gizemciliği, Hint Kültürü, Budizm vb doğu dogmatizmleriyle Hegel arasında kurulan benzerlikler Hegel’in rezil bir pazarlamasıdır.
[2] https://expo.nola.com/life-and-culture/erry-2018/11/edd35b832b5259/where-was-green-book-filmed-a.html
[3] https://pandaily.com/alibaba-just-had-its-best-fiscal-year-with-39-3-billion-in-revenue-2018-fiscal-report/
[4] https://www.boxofficemojo.com/movies/?id=greenbook.htm
[5] – https://www.theguardian.com/commentisfree/2019/feb/25/green-book-oscar-hollywood-race-best-picture-academy-racism
– https://www.theguardian.com/film/2019/feb/28/taking-green-book-critics-to-task
– https://www.nationalreview.com/magazine/2019/03/25/green-books-oscars-victory-why-a-lousy-film-won-best-picture/amp/
– https://www.washingtonpost.com/history/2018/11/16/green-book-new-movie-evokes-crucial-guide-black-travelers-during-segregation/?noredirect=on&utm_term=.4e99eee838cf
[6] Kieron Connolly, America’s bloody history from the Civil War to the Great Depression, Enslow Publishing, LLC, 2018, p.35
[7] https://www.pbs.org/wgbh/americanexperience/features/jfk-domestic-politics/
[8] https://williamsinstitute.law.ucla.edu/wp-content/uploads/5_History.pdf
[9] http://time.com/5453443/true-story-behind-green-book-movie/
[10] https://www.haberturk.com/yazarlar/oray-egin/2385259-green-booktan-neden-nefret-ettim
[11] a.g.y.
[12] Burada ‘kaldırılan’ karşıtlık, Hegel’in ‘nosyonel karşıtlık’ dediği türde karşıtlığa örnektir: KendineÖzgü X Evrensel >> Birey
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.