Böyle bir ortamda yurttaşlığın artık sadece tek bir anlamından söz edilebileceği; yurttaşlığın elde kalan tek anlamının “radikal protesto” hakkından ibaret hale geldiği söylenebilir: İtaat etmeyene yurttaş denir
31 Mart’ı 1 Nisan’a bağlayan geceden bu yana, bu memleketin, yoğun saldırı altında görünmez hale gelse de hiç dinmeyen direniş potansiyeli, rejim krizinin yeni bir evresinde kendisine yol açmaya ve halk iradesini, deyim yerindeyse, yeniden inşa etmeye zorlanıyor.
Günlerdir yaşananlarsa bu iradenin hangi koşullarda yeniden inşa edilecek olduğunun özeti gibi. Gebze ve Kızıltepe’de, açlık grevindeki çocuklarına ses olmaya çalışan Kürt annelere yöneltilen polis şiddeti; Ankara, Çubuk’ta ana muhalefet partisi liderinin maruz bırakıldığı planlı linç girişimi; KHK ile ihraç edilen yurttaşların kullandığı oyların İstanbul seçimlerinin iptali için başvuru gerekçesi yapılması; seçilenlerin KHK ile ihraç edildiği gerekçesiyle gasp edilen belediye başkanlıkları…Sonra linççiler cezasızlık vaadiyle serbest bırakılırken, Küçükçekmece’de 5 yaşındaki bir çocuğun uğradığı tecavüzün hesabını sormak için sokakları terk etmeyen kadınların ve mahalle halkının üzerine TOMA’lı, gaz bombalı saldırılar: “Ne var bunda, bu ülkede milyonlarca çocuk var, taciz de olur” diyen AKP’liler; İstanbul Büyükşehir Belediyesi meclis toplantısında eşitlik komisyonu kurulmasını reddeden AKP’liler, metrobüste taciz ettiği kadına karşı kendisini “AKP’li tanıdıklarım var” diyerek savunmaya çalışan AKP’liler… büyüklü-küçüklü diktatör yamağı tacizciler…
Ve bütün bunlar yaşanırken sandıkta kaybettiğini şiddetle geri almaya uygun ortamı oluşturmaya çalışan iktidarın rezilce ırkçı-gerici kışkırtmaları. Kısacası rejim krizinin kesif bir “insanlık krizine” ve “yurttaşlığın yok edilişine” sahne olduğu koşullarda, bu ülkede yaşayan insanlar açısından, insanlığına ve iradesine sahip çıkmak aynı anlama geliyor.
“İnsanlık ve yurttaşlık”, iktidarın kaybettiği Ankara’da, ardı ardına kitlesel hayvan katliamlarının yaşandığı ve “yakın o evi yakın” çığlıklarının yankılandığı bir ortamda, her ikisi de biçimsel/formel anlamda bile olsa “eşitlik” ilkesini barındıran, kamusal egemenlik ve siyasal kararlara katılım ilkelerinin yok edilişi olarak yaşanıyor. Artık ne bireyin devletle olan hukuki bağından ve bu çerçevede sahip olduğu haklardan türeyen bir statü ne de siyasal toplum içinde aktif olma hakkından türeyen bir pratik olarak yurttaşlıktan söz edebilmenin mümkün olmadığı bir ortamda; iktidarın “milli ve yerli” kışkırtmaları, dışlanmanın sürekli genişletilen sınırlarını belirliyor. Böyle bir ortamda ise yurttaşlığın artık sadece tek bir anlamından söz edilebileceği; yurttaşlığın elde kalan tek anlamının “radikal protesto” hakkından ibaret hale geldiği söylenebilir: İtaat etmeyene yurttaş denir!
Dolayısıyla 31 Mart sonrası bir yana, öncesinde, özellikle de son iki yıllık süreçte, bu ülkede bu anlamıyla “yurttaş” sıfatı da en çok kadınların, kadın hareketinin hak ettiği bir sıfattır. Neo-liberal faşizmin, bir erkek pratiği ve ideali olarak bile “yurttaşlığı” imkânsız hale getirdiği bir ortamda, bu ülkenin en büyük ve sürekli dışlanan kitlesini oluşturan kadınlar, kendi “insani edimleri” yani gündelik olan ve olmayan, bireysel veya çoğul, örgütlü veya örgütsüz itaatsizlik eylemleriyle, yeni bir yurttaşlık düzlemini inşa etmeye yönelmişlerdir. “Ben susmayacağım, sen utanacaksın!” çığlığı, bu insani edimin en kısa özetidir.
İtaatsizlik edimi, neoliberal, kadın düşmanı faşizmin dünyasında, hem yurttaşlığın siyasal alana katılım ve hakların kullanımı anlamında yeniden inşasının hem de yok edilmek istenen insanlığımızı yeniden tesis etmenin önünü açan tek insani edimdir. Bu insani eylemin çoğul kadınlık durumlarını kaynaştıran öznesi ise, 8 Mart gece yürüyüşünde, yıllardır toplumsal muhalefete ve işçi sınıfına kapatılan Taksim Meydanı’nda ve İstiklal Caddesi’nde, hayatındaki büyüklü küçüklü tüm diktatörleri ıslıklama onuruna sahiptir.
8 Mart’ta İstanbul’un orta yerinde iktidarın kolluk güçleri tarafından her yönden sıkıştırılmış binlerce kadından yükselen o ıslık, kadınların, gerek gündelik-özel alan, gerekse devlet-rejim-kamusal alan düzlemindeki toplumsal cinsiyetlendirilmiş iktidar ilişkilerine karşı isyanının ve itaatsizliğinin sesidir. Şimdi bu sesi ülkenin her yerinde 1 Mayıs meydanlarına taşımak, kadın hareketinin hem kendine hem de tüm dışlananlara karşı sorumluluğudur. Dolayısıyla, “1 Mayıs’a mor katmak”, basit anlamda “gökkuşağının bir rengi” daha olmak değil, kadın hareketinin, neoliberal faşizmin hariçte bıraktığı tüm dışlananları kapsayacak yeni bir yurttaşlık kavramını oluşturma mücadelesinde hakkı olan en ön saftaki yerini alması demektir.
Çünkü “işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü” 1 Mayıs’ın, politik sınıf mücadelesinin en önemli simgesel günü olarak sahip olduğu tarihsel anlam da, zaten aslında, bu sınıfın “yurttaşlık hakkının” siyasal, ekonomik, ideolojik önkoşullarının altını çizmek olarak özetlenebilir.
O zaman haydi hep birlikte kadınların sözünü bir kez daha 1 Mayıs meydanlarında da açık açık söyleyelim: Bugün işçi sınıfının neoliberal faşizm tarafından yok edilen yurttaşlık hakkının tüm dışlananları kapsayacak biçimde yeniden inşa edilebilmesinin en önemli ön koşullarından biri kadınların eşitliği ve özgürlüğüdür. Ve kadın hareketi, bu yıl 1 Mayıs meydanlarında bu ön koşulu en güçlü biçimde vurgulamalıdır.
Sadece ücretler ve çalışma saatleri; sadece eşit işe eşit ücret hakkı, sadece güvenceli ve insanca yaşama ve çalışma koşulları; sadece çalışma hakkı için değil… Cinsel tacize, saldırılara, şiddete ve cinayetlere karşı bedenlerimizin özgürlüğü; ev işi denilerek karşılığı ödenmemiş emeğimizin hakkı; neyin iş ve kimin işçi sayılıp sayılmayacağı konusundaki söz ve karar hakkımız için de 1 Mayıs meydanlarına…
Evde, işyerinde, sosyal hayatta, sokakta, özel ve kamusal alanda maruz bırakıldığımız tüm değersizleştirmelere karşı 1 Mayıs meydanlarına… Hem ücretli hem ücretsiz emeğimizin yok sayılıp değersizleştirilmesine ve bu değersizleştirmenin “annelik”, “ev kadınlığı” görüntülerinin arkasına gizlenmeye çalışılmasına karşı 1 Mayıs meydanlarına…
Emeğimizin sömürülmesine karşı, tüm hayatı üreten emeğimizin hakkını almak için 1 Mayıs meydanlarına… Kadınları yok sayan, kadınların bedenini ve bu bedenlere can veren doğayı yağmalayıp yok edenlere karşı 1 Mayıs meydanlarına…
Kadınları, çocukları ve kendisine itaat etmeyen herkesi dışlayan ırkçı, gerici, kadın düşmanı faşist rejime karşı, eşit ve özgür bir parçası olarak varlığımızı sürdürmek istediğimiz insan toplumunu savunmak için 1 Mayıs meydanlarına… Biz susmayacağız, onlar utanacak!
Haydi, 1 Mayıs meydanında, diktatör ıslıklamaya!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.