Dünya kapitalizminin Türkiye zincirindeki krizin çöküşe doğru yönelmesi, 2019’da sınıf mücadelesinin zorlu geçeceğini gösteriyor. Sermaye sınıfı AKP iktidarı aracılığıyla epeydir gündemde olan saldırı programının hayata geçirilmesini ısrarla talep edecektir
Devletin resmi istatistik kurumunun (TÜİK) kısa süre önce açıkladığı (11 Mart 2018) Milli Gelir İstatistikleri, Türkiye ekonomisinin durgunluktan, çöküşe (depresyona) doğru yöneldiğini ortaya koyan verileri de içeriyor.
Devlet kurumunun resmi açıklamasına göre, yılın son çeyreğinde (Ekim-Aralık) ekonomide elde edilen toplam gelir yüzde 3 oranında azalmış. Yılın ilk dokuz ayındaki nispi gelir artışı nedeniyle 2018 yılında gelir Yüzde 2,6 gibi düşük bir oranda yükselmiş.
TÜİK’in hatalı metot sorununun eksikliklerini telafi etmek için bazı düzeltmeler yaptığımızda, milli gelirdeki gerilemenin daha yüksek olduğunu görüyoruz.
Önce üretici olmayan sektörler (TÜİK hatalı biçimde üretici olmayan hizmetler ve kamu sektörünü gelir yaratan sektörler olarak kabul ediyor) tarafından yaratılmış gibi gösterilen gelirlerin (Tahmini bir hesaplamaya dayanarak) belli bir kısmını dışarıda tutuyoruz. Sonra, amortismanlar, sübvansiyonlar, prim destekleri, teşvikler üzerinden[1] (yine tahmini ölçülerle) düzeltmeler yaptığımızda milli gelirdeki (toplam üretim değeri) gerilemenin 6’yı bir miktar aştığını 6,2’ye yükseldiğini hesaplıyoruz.
Milli gelirdeki gerçek gerileme hızının yüzde 6,2 gibi yüksek bir oranda olması ekonominin çöküşe (depresyon) doğru sürüklendiğini açık biçimde ortaya koymaktadır.
Aşağıda göstereceğimiz gibi, milli gelirdeki gerileme AKP iktidarı (ve sermaye sınıfı) hangi tedbirleri alırsa alsın, 2019’un ilk altı ayında da devam edecektir. Peki 2019’un ikinci yarısında da devam edebilir mi? Tahmini olarak, şunu söyleyebiliriz ki 2019’un ikinci yarısında da (şiddeti azalsa bile) ekonomideki gerileme devam edecek.
Milli gelirdeki bu yüksek gerileme 2019’da sınıf mücadelesinin keskinleşeceğini açık biçimde ortaya koyuyor. Şöyle ki sermaye sınıfının, toplam üretim değerinin bu sert gerilemesine, işten çıkarma, ücretleri düşürmek, çalışma koşullarını ağırlaştırmak yoluyla cevap vereceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok.
Yaklaşık 7 milyon (6,7 milyon) işsiz… Üretici sektörlerde çalışan yaklaşık 9 milyon (8,9 milyon) ücretli emekçi… Tarım, kamu sektörü hizmetler sektöründe çalışan, yaklaşık 14 milyon (13,5 milyon) ücretli emekçi… Böylece toplam 23 milyona ulaşan istihdam edilmiş ücretli emekçi… Ücretli çalışanlara potansiyel ücretli adaylarını (işsizler) dahil ettiğimizde toplam 30 milyon emekçi derinleşen krize nasıl tepki verecek?
2001 ve 2008 krizlerine benzer bir tepki mi verecek?
Kriz sınıf mücadelesini önümüzdeki günlerde nasıl şekillendirecek?[2]
Kriz sürecinde kapitalizmin teşhir edilmesi ve aşılmasının imkanları var mıdır? Makalede bu sorulara da cevap bulmaya çalışacağız.
Resmi verilere göre, 2018 yılının son çeyreğinde Türkiye ekonomisinde sabit sermaye stoku yüzde 12,2 oranında gerilemiş. Yine resmi verilere göre, 2018 yılının tümünde sabit sermaye stoku resmi olarak yüzde 1,7 azalmış. Bu rakamlar da TÜİK’in hatalı metot sorunu nedeniyle gerçek durumu daha küçük gösteriyor. Resmi rakamlar bile (Gerekli düzeltmeleri yapıp gerçeğe daha yakın rakamları kullanmasak dahi) sabit sermayedeki gerilemenin çok büyük olduğunu ve ekonominin çöküşe sürüklenmiş olduğunu teyit ediyor.
Gerekli düzeltmeleri (İnşaatın, fabrika ve tesis dışında kalan kısmını; kâğıt üzerinde kalan amortisman harcamalarını, izin alınmış ama başlanmamış makine yatırımlarını ve de arsaları dışarıda tutarak) yaptığımızda gerileme hızını yılın son çeyreğinde yüzde 21 olarak hesaplıyoruz. 2018 yılının tümündeki gerileme oranı ise yüzde 14 olmuştur. Bu oranların yüksekliği, ekonomide işçi sınıfına ağır ve kapsamlı bir saldırı yapılmadan, kapitalist sermaye birikiminin yeniden yükselişe geçemeyeceğine işaret ediyor.
Sabit sermaye stokundaki aşırı yüksek gerileme, maddi bakımdan Türkiye kapitalizminin, sanayi sektöründe bırakalım “teknolojik yenileme yatırımlarını” veya “kapasite genişletici olanlarını”, elzem olan amortisman yatırımlarını (yani mevcut makine parkının varlığını koruması için gerekli olan yatırım) dahi yapamaz hale geldiğini gösteriyor.
Üstelik bu gerileme, AKP hükümetinin “helali hoş olsun” dercesine babasının malı gibi aktardığı muazzam nakdi kaynak desteğine (düşük faizli kredi, borç silme, borç erteleme, sigorta prim desteği, bin türlü üretim desteği, kamu ihaleleri avansları vs) rağmen mümkün olabilmiştir.[3]
Hemen belirtelim, sabit sermaye stokundaki gerilemenin başlangıcı 2014 yılına uzanıyor. 2019 yılında bu eğilimin devam edeceğini, sanayi sektöründe mutlak bir atıl kapasite doğacağını öngörüyorum. Hiç şüphesiz kapitalizmde atıl kapasite, sermaye birikiminin yeniden ve hızla birikmesi için büyük bir imkân da sağlar.
Ama bu atıl kapasitenin ortadan kaldırılması süreci, sadece teknik bir düzenleme değildir. Eğer işçi sınıfının sömürülme koşulları mevcut durumdan daha yüksek olacak ise ve dolayısıyla verimlilik genişleyecek ise kapitalistler harekete geçip, yeni yatırıma yönelirler.
Dolayısıyla üretim süreci ve makine sistemi ancak bu varsayımın kabulü ile yeni bir kompozisyona kavuşur. Bir taraftan vasıflı yeni işçi istihdamı artar ama öbür taraftan, sınıf kitlesel biçimde işsizliğin kucağına atılır. Sonuçta yatırımların kaderini 2019’un sınıf mücadelesi belirleyecektir.
Veriler, Türkiye ekonomisinde sermaye birikiminin tıkandığını açık biçimde ortaya koymuştur. Yani Türkiye kapitalizmi, mevcut koşullarda gittikçe daha az gelir yaratmakta, yatırımlarını yapacak değer (kâr) elde edememektedir.
Tıkanıklığın arka planında, kârlılığın belirgin biçimde düşmesi var. TÜİK verileri üzerinden yaptığımız hesaplamalara göre, 2018 yılında toplam kâr hacmi (istatistik serisinde işletme artığı diye tanımlanıyor) enflasyondan arındırılmış fiyatlarla yüzde 13 oranında azalmıştır. Sanayi sektörünün kâr hacmine ait tutarlı verilerden şimdilik yoksunuz ama bu sektörün kâr hacmindeki gerilemenin daha yüksek oranda olduğunu tahmin ediyoruz. (Tahminen yüzde 16)
Diğer yandan TÜİK milli gelir serisinden hareketle enflasyondan arındırılmış fiyatlarla toplam ücretlerin 2018 yılındaki gerileme hızını yüzde 6, (Sanayi sektörü ücretlerinin gerileme hızını ise yüzde 5) olarak hesapladık. Resmi TÜİK verilerinin (ücretlere vergileri ve burjuva sayılması gereken yüksek ücretli yöneticilerin maaşlarını da dahil ettiğini dikkate alırsak) abartılı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Tahminen toplam ücretlerdeki gerçek azalmanın yüzde 8 sanayi sektöründe ise yüzde 7 olduğunu söyleyebiliriz.
Sabit sermaye stokunun, kâr hacminin ve ücretlerin birlikte gerilemesi sonucu 2018 yılında da kâr haddi[4] küçük de olsa gerilemeye devam etmiştir. 2008 krizinden sonraki dönemde (2013 yılında en üst noktaya çıktıktan sonra) kâr hadleri 2014 yılından itibaren (2017’de çok küçük oranda artsa da) gerilemeye başlamıştır. İşte bu sahici olgu, krizin gerçek nedenini oluşturmaktadır.
Hemen belirtelim olgularla doğrulanan bu gerçeklik, bazı iktisatçıların belirttikleri gibi, krizin Ağustos 2018’deki yüksek devalüasyonun[5] veya “dış şokların”[6] (uluslararası para-sermaye hareketleri) sonucu meydana gelmediğini ortaya koyuyor. Tam tersine gerek döviz kurunun aşırı dalgalanması (yüksek devalüasyon oranı), gerekse, para-sermayenin ani çıkışı, daha derinde cereyan etmiş olan ekonominin üretici sektörlerinde elde edilen (toplam değerin) gelirin (2014’den itibaren belirgin biçimde) azalmasının (kâr hadlerinin gerilemesinin sonucu olarak) yol açtığı bir sonuçtur, neden değildir.
Diğer yandan, burjuva liberal iktisatçılardan bazıları ilginç bir keşif yapmışlar gibi ekonominin “yüksek enflasyon koşullarında küçülmüş” (slumpflasyon) olma gibi yeni bir olguyla karşı karşıya olduğunu ilan etmeyi bir marifet sayıyorlar.[7] Ama krizin gerçek nedenlerini izah etmeye bir türlü yanaşmıyorlar.
İktisatçılarımızın bir kısmı suya sabuna dokunmadan rakamların (iktisadi olguların yüzey görünüşlerinin iç bağlantılarını bile sunmadan) artış ve azalışlarına göre dizip, bir banka analisti gibi yorumlamak becerisini başarıyla gösterirken,[8] çoğunluk ise krizin derinleşmesini sınıf mücadelesinden bağımsız, nötr ve teknik bir süreçmiş gibi analiz ederken, kapitalizmin krizinden ne kadar tedirgin olduklarını belirtemeden de edemiyorlar.[9] İktisatçılarımızın krizi yüzey göstergeler arasındaki bağlantıları kurarak izah etmekle yetiniyorlar.[10]
TCMB reel sektör bilanço istatistikleri ve İSO 500 büyük firma verilerini incelediğimizde, sanayi sektörü toplam üretim değerinin 2014’ten beri belirgin biçimde azaldığı ve kâr hadlerinin eğilimsel olarak düşmeye başladığını (2016 ve 2017’de toplam üretim değerinin nispeten yükselmesi bu kâr hadlerinin düşüşünü engelleyemedi) ortaya koyuyor. Bu olgu bize krizin hemen şimdi başlamadığını eğilimsel bir özellik taşıdığını gösteriyor ki, bu durum Marx’ın ortaya koyduğu kapitalizmin hareket yasalarının işleyişine uygundur.
Hiç şüphesiz bu görünüm, kapitalist ekonomiye içkin olan devrevi (cyclical) krizlere de işaret ediyor. Türkiye ekonomisi 1950’den sonra aşağı yukarı her on yılda (1958, 1970, 1978-80, 1988, 1994, 1999-2001, 2008) iktisadi krize girdi.
Devrevi bir nitelik gösterse de her yeni kriz farklılıklar gösterir. Bu farklılıkları ortaya koymak, bu yazının sınırlarını aşıyor. Bununla birlikte AKP hükümetinin kapitalist işletmelere bütçe kaynakları ve kamu bankaları aracılığıyla muazzam kredi imkânı (verimsiz kamu ihaleleri dahil) sunmasının etkilerini kısaca ele almakta yarar var. Çünkü muhtemelen 2018-2019 krizinin ayırt edici özelliklerinden biri, AKP iktidarının sermaye sınıfına aşırı kaynak (para-sermaye) aktarması olacaktır.
Bu türden politikalar, 2008-2009 krizinde de uygulamaya konulmuş, (sosyal yardımlarla birlikte) tüketici talebini önemli ölçüde; ve sanayici kapitalistlerin (bir iki yıl içinde kârlılıklarının artıracakları beklentisiyle) yatırımlarının da sınırlı da olsa genişlemesine ve atıl kapasiteyi harekete geçirmelerine yol açmıştı. Böylece, krizin şiddeti yumuşatılmıştı.
Bu kez bu politika işe yarar da krizin etkilerini yumuşatabilir mi?
Mevcut koşullarda AKP hükümetinin canı gönülden destek verdiği muazzam kredi genişlemesinin aynı sonuçlara yol açması mümkün görmüyorum. Çünkü daha şimdiden (TÜİK bile resmi tüketici enflasyonunu yüzde18 olarak açıkladı) gerçek ücretli enflasyonu yüzde 26’ya yükselmiştir.
Yüksek enflasyon, ücretlerin reel olarak düşmesine yol açacağı için (2018 son çeyreğinde) resmen yüzde 8,9 oranında düşen tüketici harcamalarının (efektif talebinin) telafi edilmesinde ciddi bir engel oluşturur. Daha önemli etkisi enflasyon ücretlerin reel olarak gerilemesine yol açacağı için düşen kârları bir ölçüde telafi edecek olmasıdır.
Fakat kredi genişlemesinin atıl kapasitenin ortadan kaldırılması ve verimliliği daha üst düzeye çıkartacak daha yüksek teknolojili makine yatırımlarına yol açması çok şüphelidir. Çünkü 2008 krizinde sanayi sektörünün toplam borçları toplam satış hasılatının yüzde 50’sini oluştururken 2018’de (yılın ilk dokuz ayı ortalaması) yüzde 70’ini meydana getirmektedir. Karların artmadığı koşullarda borçların geri ödenmemesi mutlak bir artı-değer üretimi krizine yol açabilir.
Şu halde kredi ve diğer desteklerin ilk önce kapitalist işletmeler tarafından sabit sermaye yatırımları için değil, borçların yapılandırılmasında kullanılması kaçınılmazdır. Burada sermaye sınıfının AKP hükümeti (31 Mart seçimlerinden sonraki dönemde başka bir düzen partisi işbaşına gelse bile) aracılığıyla sert, kapsamlı bir saldırı yapmaksızın, kârlılık artışını sağlayamayacağı, dolayısıyla sermaye birikiminin, yeniden-rehabilite edilemeyeceğini belirtmek gerekir.
Böylesi bir saldırı programı ile kıdem tazminatlarının kaldırılması, emeklilik sisteminin gözden geçirilmesi (bireysel emekliliğin ikame edilmesi), esnek istihdamın yaygınlaştırılması ve sıkılaştırılması başta olmak üzere sömürüyü belirgin biçimde artıracak tedbirler kaçınılmaz biçimde gündeme gelecektir.
Diğer yandan IMF ile yeniden bir anlaşmaya varılması da büyük zorunluluk olarak görünüyor. Bu anlaşmanın sağladığı şemsiye olmadan (IMF ile anlaşmanın en önemli unsurları toplam talebin kısılması ve kamu harcamalarının aşırı derecede kısılması olacaktır) sermaye sınıfı (yukarıda belirttiğimiz, işçi sınıfına dolaysız saldırı programında olduğu gibi) yeniden yatırıma yönelmeyecektir.
Bu program, gerek kamunun, gerek özel sektörün, ağır borç yükünü, (Mevcut vadesi gelmiş borçlar tek başına, kar hacmi artışı ile ödenemez büyüklüktedir) ödeyebilmek için yeniden borçlanması için de elzemdir.
Sonuç: Bizi işçi sınıfı mücadelesi kurtaracak
Dünya kapitalizminin Türkiye zincirindeki krizin çöküşe (depresyon) doğru yönelmesi, 2019’da sınıf mücadelesinin zorlu geçeceğini gösteriyor. Sermaye sınıfı AKP iktidarı aracılığıyla (eğer seçimlerden sonraki dönemde iktidar değişikliğine yol açacak olağanüstü bir durum yaşanmazsa) epeydir gündemde olan saldırı programının hayata geçirilmesini ısrarla talep edecektir.
Burjuva iktisatçılarının hatalı biçimde ileri sürdükleri gibi, sermaye sınıfının meselesi borçların ödenmesi değil; artı-değer üretiminin hızla yükselmesi için, sömürü oranının (ve buna bağlı olarak kar haddinin) bugünkü seviyesinden çok daha yüksek bir noktaya çıkarılmasıdır. Sermaye sınıfı borç sorunu da ancak bu şekilde aşabilir.
Artı-değer üretiminin (kârların) yeniden-rehabilite edilmezse yeniden dış borç bulması çok güçleşir. Çünkü, borç verenler için en önemli güvence, borçların yeniden ödenmesi için söz veya senet verilmesi değil, sömürünün artmış olması, yani artı değerin istikrarlı biçimde artmakta (borçları geri ödeyecek sermayenin birikmesi) oluşudur.
Gerçekçi olursak, sermaye sınıfının AKP aracılığıyla muhtemel saldırısına karşı mücadeleyi örgütleyecek öncü işçilerin, (2008 krizinde olduğu gibi) güçlü biçimde tezahür ettiğini göremiyoruz. Bu nedenle krize karşı yeniden örgütlenmek, işçi yığınını harekete geçirecek tedbirler almak, dayanışmayı güçlendirmek hala en önemli meselemiz.
Fakat, kriz koşullarında işçi sınıfı, hızla silkinip, yeniden örgütlenip, anti-kapitalist bir yönelime hızla girebilir. Diyalektik inkâr bunun mümkün olduğunu gösteriyor. En büyük umudumuz ve uğraşımız da tam da budur.
Dipnotlar:
[1] Listeye ürün stok (mamul veya yarı mamuller dahil) eklemek gerekirdi. Fakat TÜİK, son yıllarda stok bilgisine istatistiklerde yer vermiyor. Halbuki stok düzeyi, krizin varlığına dair önemli ipuçları içerir. Muhtemelen, son yıllarda stok hacmini aşırı abartılı ilan ettiğinin birçok kez kanıtlanması nedeniyle, yayından vazgeçilmiş olmalı.
[2] Akademisyen-iktisatçı E.A.Tonak, milli gelir verileri, sanki sınıf mücadelesinin düğümlendiği (sınıf mücadelesinden bağımsızmış gibi) bir alan değilmiş gibi reformcu siyasetin argümanlarıyla “Soldaki iktisatçıların ekonominin genel gidişatı söz konusu olduğu zaman (…) Sıradan insanlar geçinebiliyor mu? Hane halkları tüketim ihtiyaçlarını karşılayabiliyor mu?” sorularına cevap verilmesinin önemine dikkat çekiyor. Halbuki bu soruları düzen partileri de dile getiriyor. (“Resesyona girdik mi, girmedik mi?” E. Ahmet Tonak, sendika.org 12 Mart 2019)
[3] Yani bizim burjuva-sol iktisatçıların ısrarla vurguladıkları gibi AKP’nin yanlış iktisadi politikaları, sonucu bu gerileme olmamış, tam tersine AKP’nin sermaye sınıfını canı gönülden ihya etme çabasına rağmen Türkiye ekonomisi, kapitalizmin tarihi yasalarının, eşitsiz gelişmesinin, dünya emperyalist kapitalist sisteminin sahici bir parçası olması nedeniyle krize girmiştir.
[4] Şunu belirtelim ki kâr haddi kapitalist ekonomilerin genişlemesinin ve krizinin en önemli göstergesi ise, bu gösterge üzerinde etkili olan sömürü haddini de (yani kâr hacminin -artı-değer- ücretlere oranı) sınıf mücadelesi tayin etmektedir. Marks kâr oranının düzeyinin işçi sınıfı ve kapitalistler arasındaki sürekli mücadele tarafından belirlendiğini açıkça belirtmiştir (K. Marx, Salaire, prix et profit, 1865, pa. 21 www.marxists.org/archive/….)
[5] Mesela Ümit Akçay şu değerlendirmeyi yapıyor: “2018-2019 krizinin ilk aşaması Ağustos 2018’deki döviz kriziyle başladı. Döviz krizinin etkileri hızla ekonomiye yayıldı; enflasyon, faizler ve işsizlik artarken sanayi üretimi daraldı ve ekonomik büyüme durma noktasına geldi.” Ekonomik krizin gölgesinde yerel seçimler…. başlıklı makale, Sendika.org’da İktibas tarihi 12 Mart 2019
[6] Mesela Korkut Boratav’ın tespiti şöyle: “Yaşadığımız kriz, ödemeler dengesine yansıyan dışsal bir şoktan kaynaklandı.” 2018’de ödemeler dengesi başlıklı makale, 22 Şubat 2018, Sol.org.
Geçerken şunu belirtmekte yarar var: “Dış şok” ifadesi, keskin bir iç pazar-dış pazar ayırımını temel alan kapitalizmin dünya ölçeğinde işlemediği varsayımına dayanır. Halbuki böylesi bir ayırım, en başta Marks’in kapitalizmin genelleşmiş meta (dünya pazarı için üretim) ve para ekonomisi (artı-değerin dünya pazarı ölçeğinde realizasyonu) olduğu ve eşitsiz geliştiği gerçeğini dikkate almamış olur.
[7] Mahfi Eğilmez, “Türkiye slumpflasyona girdi”, 11 Mart 2019, t24.com tr
Birgün Gazetesi ekonomi yazarı Yalçın Karatepe daha da ileri giderek şu değerlendirmeyi yapıyor: “[Ekonomi] (…) yüksek enflasyon ile birlikte resesyonda. Bu durum “slumpflasyon” mu, “stagflasyon” mu tartışıldı.(…) Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu bu durum ender görüldüğü için “vaka çalışması(case study)” olmaya aday.” Yalçın Karatepe, “Küçüldük, yoksullaştık!” 15 Mart 2019, Birgün. (Bu makalenin sınırlarını aşmakla birlikte) belirtelim ki 1970 dünya kapitalist krizinin olguları enflasyonun (aşırı kredi kullanımı nedeniyle) bir süre canlandırıcı etki yaptıktan sonra, bizatihi üretim artışı (değer yaratılması) önünde engel olup çıkmıştır.
[8] Hayri Kozanoğlu’nun makalesindeki tespitleri şöyle: “… Kişi başına gelir 2007’nin gerisinde… Sanayi daraldı inşaat durdu… Hizmetlerde küçülme var… Hane halkı harcamayı kıstı… işgücü ödemelerinde [ücret] reel gerileme var…” Kriz 4. çeyrekte resmiyet kazandı” 12 Mart 2019, BirGün.
[9] Mesela, Korkut Boratav “Ocak 2019’da Ekonomi” başlıklı makalesinde (Korkut Boratav, 15 Mart 2019, sol.org) krizi sanki teknik ve sınıf mücadelesinden bağımsız “tarafsız” bir alanmış gibi analiz ederken hükümete şu göndermede bulunarak üzüntüsünü belirtiyor: “Ekonominin gelecekteki büyüme potansiyelini belirleyen sermaye birikimindeki çöküntü endişe vericidir.” Biz buradan soralım neden endişe verici olsun? Kapitalizme içkin yasalarının işlemesi ve sistemin krize girmesi neden endişe verici bir olgu olsun?
[10] Hem küçüldük, hem işsiz kaldık” (1) Mustafa Durmuş, 18 Mart 2019. Sendika.Org.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.