İktidarın sermaye yararına oluşturduğu, çarpık kapitalist sistem tümüyle değiştirilmeden işçi sınıfının yoksullaşma sürecinin önü kesilemeyecektir. Son 40 yıllık geçmiş bunu yeterince kanıtlamış durumdadır
İktidarın sermaye yararına oluşturduğu, çarpık kapitalist sistem tümüyle değiştirilmeden işçi sınıfının yoksullaşma sürecinin önü kesilemeyecektir. Son 40 yıllık geçmiş bunu yeterince kanıtlamış durumdadır
İktidar, uyguladığı ekonomi-politikanın ortaya çıkardığı krizin sorumluluğunu dış güçlerden başlayarak sürekli yeni hamlelerle başkalarının üzerine yıkmaya çalışsa da artık ikna edici olmaktan uzaklaşmaktadır.
Küçük bir azınlığın zenginliğini artırmasına karşılık büyük çoğunluğun yoksullaşmasına yol açan kapitalizmin doğası, Türkiye’de iktidarın uygulamalarıyla daha da derinleşmiştir.
Bu derinleşmenin temel göstergelerinden biri işçi sınıfının yaklaşık yarısının temel gelirinin asgari ücret olması (brüt 2.558,40 TL) ve asgari ücretin yoksulluk sınırının (6.608.60. TL) altında kalmasıdır[1].
2018’in ortalarından itibaren Türk Lirası’nın büyük değer kaybı, Türkiye’deki asgari ücreti neredeyse Avrupa’nın en düşüğü haline getirmiştir.
Asgari ücret veya sosyal yardımlarla hayatta kalmaya çalışan yoksullar, çaresizlik içinde, ellerindekini yitirme korkusuyla iktidarın en sadık destekçisi olmak zorunda bırakılmıştır.
Yakın zamanda yayınlanan bir kitap[2], asgari ücret, vergi dilimleri, sosyal güvenlik primleri ve kıdem tazminatı tavanı üzerinden işçi sınıfının kayıplarını sergilemektedir.
Üzeyir Ataman, titiz bir çalışma ile 1978’den itibaren verileri ince bir süzgeçten geçirerek bizlere önemli bir kaynak üretmiştir.
Bu yazımda, kitapta yer alan verileri kullanarak ve önceliği asgari ücrete vererek işçi sınıfının yıllar içindeki yoksullaşmasını ele alacağım.
Asgari ücretin artış oranı veya miktarı tek başına ekonomik olarak çok anlam ifade etmemektedir. Önemli olan elde edilen gelirin gerçek yaşamdaki karşılığının ne olduğudur.
Gelirlerdeki artışların enflasyon yani mal-hizmet fiyatlarındaki artış ve ekonomideki büyüme ile bağını kurmak gerekli olmaktadır. Bu şekilde gerçek ücret kavramına ulaşılabilir, yani ücret ve artışlarının yaşamın içindeki gerçek değeri ölçülebilir.
Ataman, çalışmasında asgari ücret artışlarını enflasyon ve büyüme oranlarıyla birlikte değerlendirerek gerçek ücret endeksini elde etmektedir.
Geçtiğimiz 40 yıla baktığımızda, 1978 yılındaki son CHP hükümeti döneminden itibaren, sağın egemen olduğu ve 1980 darbesiyle başlayan süreçte asgari ücret sürekli erimektedir. 1980 sonrasında uygulanan neoliberal politikalar, Türkiye’nin ucuz emek cennetine dönüştürülmesini ve dolayısıyla işçi sınıfının yoksullaştırılmasını hızlandırmıştır.
Bu tablo özet olarak 1978 yılında asgari ücretiyle 100 ekmek alabilen bir işçinin 2018 yılında ancak 38 ekmek alabildiğini göstermektedir.
Ataman, özellikle 1999-2018 arasındaki 20 yıllık dönemde iktidarın uyguladığı politikalar sonucunda işçi sınıfının kaybını da hesaplamıştır. Örneğin enflasyon karşısında değerini koruması ve milli gelir büyümesinden payını alması halinde 2019 yılında asgari ücretin ilan edildiği gibi 2.558,40 TL yerine 3.410,00 TL olması gerekmektedir. Ataman yaşanan kaybı şu şekilde yorumlamaktadır:
… son 20 yılda asgari ücretli bir çalışanın ortalama aylık 8.500 TL tutarındaki gelirine el konulmuştur. İşçilerin dönem içinde oluşan yıllık toplam kayıplarının 2019 değerleriyle hesaplanmış bugünkü karşılığı kişi başına yaklaşık 102 bin TL’dir. Bu tutar asgari ücretli bir çalışanın 20 yıl önce sahip olduğu satın alma gücünü sabit tutabilmek için ‘ödenmesi gerekirken ödenmeyen’ toplam tutardır. Başka bir deyişle asgari ücretli bir çalışanın ne ölçüde yoksullaştığının bugünkü değerlerle ifadesidir. (s. 21)
Aynı yaklaşımla 1978 düzeyini koruyabilmesi için asgari ücret 2019 yılında 6.302,02 TL’ye çıkarılmalıdır. Bu miktar bile yukarıda belirtildiği gibi yoksulluk sınırının altında kalmaktadır.
İşçi sınıfının gelirini koruyabilmesi için olması gereken ücret düzeyi ile kendisine dayatılan ücret arasındaki fark doğrudan sermayeye kaynak aktarımından başka bir anlam ifade etmemektedir.
Ücretlerde olduğu gibi gelir vergisi dilimleri de enflasyon ve büyüme oranlarıyla uygun olmayan bir yolla belirlenmektedir. Bu şekilde en düşük vergi dilimine giren gelir tutarı düşük bırakıldığı için yıl içinde üst vergi dilimlerine geçilmektedir.
Ataman 1999 yılı temel alındığında, 2019 yılında olması gereken %15’lik en düşük vergi dilimi miktarını 79.501 TL olarak hesaplamaktadır. Buna karşılık iktidar tarafından belirlenen en düşük vergi dilimi 18.000 TL’dir. 79 bin TL’den sonra ikinci vergi dilimine girmesi gereken bir işçi, adaletsiz bir işleyiş sonucu 18 bin TL’den sonra %20’lik vergi dilimine geçmektedir.
“1999 yılından bu yana ücretlilerin vergi yükü artış değeri gerçekten ‘ürkütücüdür’. 1999 yılı ile 2018 yılı arasında en alt gelir düzeyindeki ücretlilerden 2018 değerleri ile 40.645 TL fazla vergi alınması, ücretlilerin kamu eliyle yoksullaştırılması anlamına gelmektedir.” (s. 29)
Vergi dilimi endeksiyle olması gereken vergi dilimi endeksini bir arada gösteren Tablo 2 durumun vahametini daha net görmemizi sağlamaktadır.
İşten çıkan veya çıkarılan işçilerin bir yılı aşan çalışma süresi için aldığı kıdem tazminatı miktarı yasa ile sınırlanmıştır.
Kıdem tazminatının hesaplanmasında en yüksek ücret miktarı her yıl iktidar tarafından belirlenmektedir. Bu miktardaki artışlar da sürekli olarak düşük tutulmaktadır.
Bundan yarar sağlayan sadece ister kamu isterse özel olsun işverenler olmakta, işçiler açısından ise kayıp yaşanmaktadır.
1978 yılında asgari ücretin 7,5 katı olan kıdem tazminatı tavanı, 2018 yılında asgari ücretin 2,7 katına inmiştir. Böylece işçilerin almaları gereken kıdem tazminatı tutarı %63 oranında azalmıştır. Kıdem tazminatı tavanının düşük tutulmasıyla işçinin gelirinden sermayeye kaynak aktarılmıştır.
Yıllar içinde kıdem tazminatı tavanındaki artışları inceleyen Ataman şu sonuçlara ulaşmıştır:
Bu değerler aynı zamanda, kıdem tazminatının işletmeler için olağanüstü bir yük oluşturduğu şeklindeki işveren kesimi yaklaşımlarının gerçek dışılığını da ortaya koymaktadır. Kamu açısından ise Ulusal İstihdam Strateji Belgesinde, Kalkınma Planları ve Yıllık Programlarda yer alan ‘istihdamın arttırılması için ücret dışı işgücü maliyetlerinin düşürülmesi ve kıdem tazminatı fonunun kurulması gerekir’ şeklindeki yaklaşımın hiçbir dayanağının bulunmadığını ortaya koymaktadır. (s. 39)
İktidar ve sermaye son iki yıldır giderek artan tempoyla gelişen ekonomik krizi aşmak için yine “emek piyasasının katılığı” iddiasına sarılmaya başlamıştır.
IMF raporlarına da yansıyan bu yaklaşım, iktidarın resmi raporlarına özellikle kıdem tazminatı vb. alanlar üzerinden yansımaktadır.
Yukarıdaki veriler, iktidarın ve sermayenin bu iddialarının, taleplerinin hiçbir maddi temelinin olmadığını açık biçimde ortaya koymaktadır.
“Oysa ücretlilerin gelirleri artık hiçbir krizi aşabilmek için kaynak olarak kullanılabilecek bir nitelik taşımamaktadır. Çünkü yaklaşık 40 yıldır uygulanan politikalarla asgari ücret açlık sınırının altına inmiş; ücretlilerin vergi yükü olağanüstü artmış; en düşük vergi dilimi olması gerekenin beşte birine gerilemiş ve kıdem tazminatının satın alma gücü dokuzdan bire düşmüştür.” (s. 46)
Karşımızdaki tablo, temel tercihlerini sermayeden yana yapan iktidarlarının hiçbirinin işçi sınıfının beklentilerine yanıt vermediğini göstermektedir. İktidarlar yalnızca dara düştüklerinde işçi sınıfını hatırlar haldedir. Bunu bile yaparken, sermayeyi kollamaktan geri kalmamaktadırlar.
31 Mart 2019’da yapılacak yerel yönetim seçimleri nedeniyle %26 oranındaki asgari ücret artışı, sermayeye çok sayıda teşvik verilmesi veya mevcut teşviklerin artırılması/sürelerinin uzatılması yoluyla telafi edilmektedir.
“Asgari ücretin yüksek oranda artışının bütün dengeleri bozduğu öne sürülerek asgari ücretin yükseltilmesine karşı çıkılmaktadır. Ancak bugün anlaşılması gereken sürdürülmesi mümkün olmayan dengeler üzerinde duran Türkiye ekonomisinin çıkış yolu bulabilmesi için gerçekten de bütün dengelerinin bozulmasının zorunlu olduğudur.” (s. 47)
İktidarın sermaye yararına oluşturduğu, çarpık kapitalist sistem tümüyle değiştirilmeden işçi sınıfının yoksullaşma sürecinin önü kesilemeyecektir. Son 40 yıllık geçmiş bunu yeterince kanıtlamış durumdadır.
İçine girilen yol, kapitalizmin bile kurallarını hiçe sayan, ayakta kalmak için herkesi düşmana, tehdide dönüştüren ve en küçük bir itiraza bile tahammülü kalmayan iktidarı açık bir baskı rejimine dönüşmektedir.
İlginçtir, son dönemlerde yapılan açıklamalar, atılan bazı adımlar ve söylentiler artık sermayeyi bile ürkütecek düzeye gelmiştir.
Bugünkü iktidarın ve ortağının uyguladığı ve ayakta kalmak için yapmak istediği her şey Türkiye’deki yoksul halk kesimlerinin daha fazla yıkıma uğramasından başka bir sonuç veremeyecektir. Bu nedenle, işçilerin yoksullaşmasını önlemek sadece ekonomi politikasında değişimle sınırlı kalamaz. Demokrasinin, özgürlüklerin, adil bir hukuk sisteminin de geliştirilmesi zorunlu kılmaktadır.
Tam da bu noktada muhalefetin yetkinliği sorunu gündeme gelmektedir. Ne yazık ki yaşanan bunca gerilemeye karşın halka umut verecek, tutarlı ve popülizm adına kimliğinden ödün vererek güven yitirmeyecek bir muhalefet yaklaşımı sergilenmemektedir.
Yetkin ve etkin bir muhalefet olmayışı, iktidarı halkın gözünde seçeneksiz bırakmaktadır. Oysa bu bütünüyle yanılsamadan ibarettir.
Muhalefetin susturulması, sendikaların sindirilmesi geçmişte de yaşanmıştır. Ama her seferinde işçi sınıfı, gerektiğinde onu durdurmaya, engellemeye çalışan iktidar gölgesindeki yöneticilerini de aşarak sahneye çıkmış ve önünü açmayı başarmıştır.
Sendikalar eğer iktidarın gölgesinden sıyrılmayı başarabilirlerse krizden çıkış için doğru politikaları üretmeyi de başaracaklardır. Özellikle DİSK, üzerindeki baskılara rağmen bu yönde adım atmaya başlayabilecek yegane güç olarak görülmektedir.
İşçi sınıfı ve yoksul halk kesimleri bir kez daha kendi kurtuluşunun yine kendi ellerinde olduğunu görecek ve yine kendi örgütlülüğü ile ülkenin aydınlık geleceğini yaratacaktır.
Dipnotlar:
[1] Türk-İş; https://twitter.com/turkiskonf/status/1100297280492580866
[2] 1978’den Günümüze Vergi ve Enflasyon Kıskacında Çalışanların Yoksullaşması, Üzeyir Ataman, Lastik-İş Yayınları, 2018.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.