Türkiye’nin, T.C.’nin bekâsını tek adamın bekâsıyla düğümleyen iktidarın bu propagandasının ne derece başarılı olduğunu 31 Mart gecesi göreceğiz. Zannımca bir ölçüde toparlanma sağlamıştır. Yine de krizin, AKP içi problemlerin, ufak bile olsa, hatta AKP’nin bazı iller özelinde ciddi mânâda moralini bozabilecek bir faturası olacaktır
Türk siyasetinde epey vakittir kullanılan bir terim var: “Kontrollü gerginlik”. İfadenin yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Doğrudur, Erdoğan/ AKP iktidarının kendini sürekli tekrar eden bir gerginlik siyaseti var. Ve yine bu gerginliğin ipleri tümüyle iktidarın elinde bulunmakta, dozaj iktidarca ayarlanmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki, gerginliği ihtiyaca göre yaratıp, onu kontrol eden iktidar, öte yandan Gezi’den beri bu gerginliğin zemberiğinden her an boşalabileceği ve önüne gelen her şeyi ezip geçebileceği tehdidini de yedekte tutmaktadır.
Bu saldırgan, karşı tarafı ya da bazen büsbütün bir hayaleti sürekli çeşitli kriminal sıfatlarla itham eden, kaşıyan, korkutan, gündemi buralara kilitleyebilen belagatin ve bunlar üzerinden inşa edilen kudret şovunun, Erdoğan/ AKP imparatorluğunun en önemli güçlerinden biri olduğu görülmeli. Ve andığımız gücün, yakın geçmişteki popüler -günümüzde de ara ara bütün riyakârlığıyla nükseden- pseudo-mağduriyet söyleminin yerini aldığı, boşluğunu doldurduğu açık.
AKP, 7 Haziran seçimleri öncesinden beri bir krizin içinde. AKP tabanında partiye, partinin özellikle yerellerdeki yöneticilerine yönelik çok ciddi fakat aynı taban tarafından Erdoğan’a hiç bulaştırılmayan bir memnuniyetsizlik havası mevcut. Bu memnuniyetsizlik 7 Haziran seçimlerinde de, 24 Haziran’ın genel seçimler ayağında da ve kısmen referandumda da kendini gösterdi. Fakat AKP’nin oylarındaki düşüş hiçbir vakit çok dramatik sayılabilecek boyutlara da ulaşabilmiş değil.
7 Haziran’da yüzde 40’a düşen oy, aslında müthiş bir oy oranı olmasına karşın, AKP’yi tek başına iktidardan devirdiği için parti için dramatik bir anlama dönüşmüştü. “Millet kaosu seçti” sözüyle fitillenen provoke iklim, Erdoğan’ın enerjisi, muhalefetin hamlesizliği ve Bahçeli’nin koalisyon hükümeti kurulmaması için sarf ettiği çabayla 1 Kasım’da yüzde 49 oya evrildi ve Erdoğan muradına ermiş oldu.
Bu durak aynı zamanda, AKP’de –birçok büyükbaşın tasfiyesini de kapsayan– büyük bir iç operasyonun da başlangıcıdır. Referandumdan sonra vites yükselten operasyonla, AKP artık kelimenin tam anlamıyla Erdoğan’dan başka hiçbir şey anlamına gelmemektedir.
Fakat buna karşın, AKP ve Erdoğan’ın oyu arasındaki fark 24 Haziran’da yine ortaya çıkmıştır. Erdoğan’ın yüzde 52 oy aldığı seçimde, Erdoğan’dan başka hiçbir anlama gelmeyen AKP 7 puan oy kaybetmişti. Kaybedilen oyun, Erdoğan’ın stepne görevini üstlenen MHP’ye kayması, İYİP yarılmasından sonra MHP’de kalan ve AKP’den MHP’ye kaçan seçmenin hemen hemen “tulum”la Erdoğan’a oy vermesi ise AKP’de süren krizin yumuşamasına, hatta görünmezleşmesine vesile olmuş oldu.
Bugün Türk siyasetinin tablosunda varlık için birbirine muhtaç iki figür var: Erdoğan ve Bahçeli. Erdoğan’ın Bahçeli’yi tabandan parti iktidarına gümbür gümbür gelen muhalefetten kurtarması, Bahçeli’nin de Erdoğan’ı Başkan yaptırması “kutsal ittifak”ın ya da yeni M. C.’nin nişaneleri olarak temayüz etmiştir. Yüzde 4 oyu kalan MHP’nin AKP’den akan oylarla İYİP’in üstüne çıkması, “ak sakallı” imajıyla Bahçeli’nin karizmasını yeniden pekiştirmesi de işin “bonus”u oldu.
Son seçimde iddiasının çok gerisinde kalan İYİP/ Akşener, MHP’den kopardığı 7 – 8 puanın üstüne CHP’den kaptığı birkaç puanı koyabilmiş, AKP’ye hiçbir zarar veremeyerek, “merkez sağ”ı kendinde toparlama hedefine ulaşamamıştı. Hatta ittifak sistemi olmasaydı bu parti, özendiği DYP’nin 2002 seçiminde yaşadığı kaderi paylaşıp barajın kıl payı altında kalacaktı. Hâl böyleyken önümüzdeki yerel seçimlerde yaşanabilecek olası bir başarısızlık durumunda İYİP’in yüz yüze kalacağı dağılma ihtimali de Bahçeli için başka bir avantaj.
Türk siyasetindeki genel MHP’leşme trendi (AKP, MHP, İYİP, kısmen CHP) de uzun erimde MHP’ye faydalı olabilir. AKP’nin MHP’ye dönüşmesi, MHP’nin bağımsız varlığının anlamı için şu an ciddi bir tehdit gibi gözükse de, eninde sonunda Türk siyasetinden silinecek olan AKP’nin var olmadığı, zayıfladığı koşullarda asıl adres için bu durum bir avantaj hâline gelebilir.
Tabiî o günlere daha var ve bu durumun gerçekleşmesi için şu anki tabloya göre muhalefetin yükselişi değil, muhtemelen Erdoğan’ın sağlık durumu, siyasetten fiziken çekilmesi sebep olabilecektir.
Ömrümüz vefa ederse AKP’nin kaderi olan tasfiyenin ne şekilde gerçekleşeceğini göreceğiz. (AKP, bir CHP, MHP ya da bir ÖDP, EMEP değildir. İdeolojiden ziyade bir çıkar şebekesidir, bir rant müşterekidir.)
AKP’deki kriz devam ederken ve bu kriz birkaç yıldır AKP’nin sadece Erdoğan’dan ibaret olmasına dönüşmüşken, tabandaki büyüme eğilimi de olan kısmî dağınıklık hâli Erdoğan’ın daha çok çalışmasına yol açıyor. Adayların neredeyse ortalıkta görünmediği bir ortamda, Erdoğan her gün en az iki miting yapıyor. Açık bir şekilde dillendirilen bir konsolidasyon vurgusu var ve bu vurgu AKP, MHP tabanlarındaki konsolidasyon sorunundan daha fazlasıdır. Bizzat AKP tabanının sandığa yöneltilmesinde bir sorun yaşanıyor ya da yaşanmaktaydı. Bunun da sebebi -artık pek var olmayan- AKP’li, MHP’li uyuşmazlığı değil, bizzat, reddedilen ekonomik krizin kendisidir.
Buradan tekrar provokasyon siyaseti meselesine dönebiliriz.
Aksi yöndeki bütün beyhude çabalara karşın ekonomik kriz bugün AKP tabanı dâhil herkesin kanlı canlı karşısında. İşsizleşen yığınları, kapanan şirketleri, canavarlaşan enflasyonu, küçülmeyi, çarşıdaki, tenceredeki yangını örtebilecek bir şal yoktur. Stagflasyonun ne olduğunu bilmemek onun neticelerinden kaçmayı sağlayamıyor.
Ekonomik krizi görünmezleştirecek, en azından biraz olsun yatıştıracak bir araç elde kalmayınca başka araçlar gerekir. Bu araç da bulunmuştur ve Erdoğan ve kadrolarınca bugünlerde vecdle kullanılmakta. Bu araca provokasyon siyaseti diyebiliriz ya da kaos siyaseti, korkutma siyaseti, açık faşizm siyaseti diye de tanımlanabilir.
Ekonomik krizin yakıcı, iktidarı sıkıştıran gerçekliğinde ve “Başkanlık = istikrar” savının düpedüz yerle yeksan olduğu bu durakta AKP’nin bu siyasetten başka da bir şansı kalmamıştır. Açlık, yoksulluk kitleselleşirken hitap edilecek başka duygular bulunmalıydı.
Toplumsal bir muhalefet hareketinin olmadığı, Fethullahçılığın fiziken tasfiye edildiği, PKK’nin pek eylem yapmadığı, cihatçı şiddetin tamamen sustuğu ve devrimci hareketin silahlı unsuruyla birlikte görünmezleştiği, yani iktidar için aslında “dikensiz gül bahçesi” olan bir vaziyetteyken “bekâ” söylemi bu acil ihtiyaç için ortaya atılıverdi. Buna sıkıca sarılıyorlar, sarılmalılar, sarılacaklar.
Süreç boyunca buna iyi bildikleri birçok “belden aşağı” argüman da ekleyerek siyasal lehçelerini renklendirecekler.
Bu “belden aşağı” siyasetle provokasyon aklının birleştiği örnekler de olacak. Feminist hareketin öncülüğünde İstiklal’de yıllardır gerçekleştirilen gece yürüyüşünde polis müdahalesinin protesto edilişini ezanın ıslıklanması şeklinde propaganda edilmesi buna örnektir. Kadınların mağdur edildiği bir eylemden, kendilerine –“mazlum Müslümanlar”a– bir mağduriyet durumu devşirilerek, eski mağduriyet siyasetine bir selam çakıldığı da görülecektir. Tam anlamıyla bir “ikinci Kabataş”la karşı karşıyayız.
Kendi bekâsı için provokasyona muhtaç bir siyasal akıl…
Ekonomik – siyasî durumun muhalefet lehine göründüğü bir ortama karşın, Erdoğan’ın söylem ve gündem üretme üstünlüğü sürüyor. Muhalafetin atıllığı, sinmişliği, dağınıklığı, genel muhalefetin bazı gruplarındaki uzlaşmacı eğilimler bu üstünlüğün sebebi.
Hâlihazırda Türkiye’de Erdoğan’dan başka siyaset yapan kimse yoktur. Radikalizm, kopuş siyaseti zayıflarken, merkeze kayma HDP’de, sosyalist solda bile hızla ivmelenmişken bu böyle sürüp gidecektir.
Türkiye’de 24 Haziran’dan sonra muhalafetin üstünde kümelenen “boykot” bulutları tamamen dağılmış, tüm dikkatler 31 Mart yerel seçimlerinden çıkabilecek bir “zafer”e kilitlenmiştir. Medyanın yüzde 95’inin AKP militanlarının elinde bulunduğu, baskının, provokasyonun sürgit devam ettiği, kayyum, hapis tehditlerinin havada uçuştuğu, iktidarı seçimle alma amacının dâhi terör suçu hâline geldiği, merkez muhalefetin “FETÖ”, HDP/ PKK üzerinden terörist ilan edildiği memleketimizde sandığa gitmeme eğilimi yine kadim sol sekter, antika, sövgüye muhatap konumuna rücu etti.
Türkiye’nin, T.C.’nin bekâsını tek adamın bekâsıyla düğümleyen iktidarın bu propagandasının ne derece başarılı olduğunu 31 Mart gecesi göreceğiz. Zannımca bir ölçüde toparlanma sağlamıştır. Yine de krizin, AKP içi problemlerin, ufak bile olsa, hatta AKP’nin bazı iller özelinde ciddi mânâda moralini bozabilecek bir faturası olacaktır.
Ancak sonuç -pek sanmıyoruz elbette ama- “çöküş” olarak yorumlanabilecek bir boyutta seçim yenilgisiyle sonuçlansa bile burada mutlak bir “zafer” görmek erkencilik, siyaset bilmezlik olur. Yeni M.C’nin yüzde 50’nin, AKP’nin yüzde 40’ın çok altına indiği, elindeki belediyeleri tutan muhalafetin bunun üstüne bir de maksimum belediye kazancını koyduğu bir senaryoda dâhi Erdoğan’ın elinde buradan kurtulabilecek nitelikli araçlar mevcuttur.
Evvel emir unutulmaması gereken Türkiye’nin şu an bir parti devleti olduğu gerçeğidir.
E tabiî bir de, uzun zamandır dillendirilen “iç savaş” söyleminin, güç dengeleri gereği bayağıdır “tek taraflı bir katliam” biçiminde tevil edilmesi ve buradan doğan psikolojik bir gerçek de var.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.