Çok sonraları hoca iyice semirip kendisini devirmeye yeltenince içerdeki ceberutlarla onları içeri atan hocacıları yer değiştirdi. Dışarı çıkan ceberutlar sindi, içerdeki hocacılar yemin billah hocacılıklarını inkar ettiler
Çok sonraları hoca iyice semirip kendisini devirmeye yeltenince içerdeki ceberutlarla onları içeri atan hocacıları yer değiştirdi. Dışarı çıkan ceberutlar sindi, içerdeki hocacılar yemin billah hocacılıklarını inkar ettiler
Her şey ne güzel başlamıştı. Ülkeyi kasıp kavuran ceberut asker vesayetine karşı “Erdemliler Hareketi” kurulmuş, o da bu hareket içinde eğilmeden, bükülmeden var gücüyle demokrasi mücadelesine katkıda bulunuyordu. Gerçi bu hareket aslında kendisini siyasete kazandıran hocasını alaşağı etmeye yönelikti ama olsundu o kadar. Mühim olan erdemdi. Yine bu erdem yüzünden diğer erdemlileri sonradan “Erdemliler Hareketi”ne girdiklerine pişman edecekti.
“Saray Cezaevi”ndeki dört aylık “Yusufiyye” kendisine bu toprakların en bereketli zenginliğini getirdi: Mağdur oldu. Sonradan bu mağduriyeti o denli tepe tepe kullandı, o kadar fazla ekmeğini yedi ki işi seçimlerden önce kendi yaptığı işlerden bile mağdur olduğunu iddia etmeye kadar götürdü.
Her şeyin yerlisinden ve millisinden yanaydı. Sağ cenahta yerliliğin ve milliğin olmazsa olmaz koşulunun siyasete soyunanın onay için ABD’yi ziyaret etmesi olduğunu öğrenmişti. O yüzden hiçbir resmi sıfatı olmadığı bir dönemde Beyaz Saray’ın kapısını çaldı. Yerli ve milli iktidar planlarını sundu. Bunları Beyaz Saray da beğenmiş olmalı ki Başbakan oldu. Tabii ki nankör değildi; kendisine gösterilen teveccühe ilgisiz kalacak hali yoktu. ABD’nin 2003’deki Irak işgali için Türkiye topraklarını kullanma planını var gücüyle savundu. Ancak Meclis o zamanlar şimdiki gibi yerli ve milli değildi, arada bir başına buyruk işler yapıp her şeyi berbat edebiliyordu. Nitekim tüm çabasına karşı kendisinin yerli ve milli planını reddetti.
Bu sıralarda kendisi gibi mağdurluktan mustarip bir hoca ile yolları kesişti. Her ikisi de birbirlerini çok sevdiler. Birlikte bürokratik ceberutluğa karşı destansı bir mücadeleye giriştiler. Kendisi temiz yürekliydi ama siyaset de Bismarck’ın dediği gibi sosis imalatına benziyordu. Kuytuda yapılması gereken pis işler vardı. Bu işlere hoca fırtına gibi daldı. Sonuna kadar açtığı kapılardan geçen hocacılar sınav yolsuzluğu, soru hırsızlığı, sahte dijital belge imalatı, kumpas, sızma gibi alanlarda ileri uzmanlıklar geliştirdiler. Bu uzmanlıklar sayesinde teknolojiye ve hukuka takla attırıp kısa zamanda dünya tarihinde benzeri görülmemiş başarılara eriştiler. Örneğin, seksen senelik bir yönetici sınıfı sahte dijital belgelerle devirip yöneticilerini hapse tıktılar. Doğallıkla fettan hoca tüm bu işleri temiz yürekliyi kandırarak yaptı. Onun bu işlerden hiç haberi yoktu. Gazetede bile okumamıştı. Çok sonraları hoca iyice semirip kendisini devirmeye yeltenince içerdeki ceberutlarla onları içeri atan hocacıları yer değiştirdi. Dışarı çıkan ceberutlar sindi, içerdeki hocacılar yemin billah hocacılıklarını inkar ettiler.
Strateji uzmanı bir başka hoca ile yıllardır tanışıktı. Bu hocanın derinliği müthiş, düşünceleri dahiyaneydi. Kitabında Osmanlı’nın yıkıldığını kerhen kabul etmekle birlikte Hint Okyanusu’ndan Tuna’ya kadar yönettiği milletlerin bugün Osmanlı’yı özlemle andıklarını yazıyordu. Hoca hızını alamayıp Osmanlı sevdalılarını Güney Amerika’ya, Güneydoğu Asya’ya kadar uzatıyordu. Tüm bu milletler dört gözle tekrar bir Osmanlı padişahı tarafından yönetilmeyi bekliyorlardı. Bu büyük talebin günümüzdeki muhatabı da belliydi: Türkiye Cumhuriyeti. Düşündü, gerçekten doğruydu. Üstelik adam yanılıyor olamazdı, çünkü diploması bile vardı. Gerekli para ise nasılsa fethedilecek ülkelerden borç olarak geliyordu. Tüm bunları bütün dünyanın kendisine karşı duyduğu hayranlıkla birleştirince kafasındaki taşlar yerine oturdu. Hemen kolları sıvadı, faaliyete girişti. Önce arka bahçe vilayetleri Suriye’den ve Libya’dan işe başladı. “Kardeş Esad ve Kaddafi” birkaç haftada “zalim Esed ve Kaddafi” oldular. Dünyanın her tarafından toplayıp ceplerine para koyduğu yerli ve millileri ağır silahlar, pardon insani yardım malzemeleri eşliğinde Suriye’ye saldı. Ama kısa zamanda hocanın padişahlığı cahil-cühela için değil, kendisinin için istediği ortaya çıktı. Bu yetmezmiş gibi “birkaç haftalık ömrü kalan” Esed de direndikçe direndi. hocayı gönderdi ama Esed’i gönderemedi.
Hızlı manevraların üstadıydı. Örneğin, 6 Ekim 2018 günü saat 10:32’de Türkiye’de ekonomik kriz olmadığını beyan ederken bundan 16 dakika sonra “aynı gönül rahatlığı, aynı yorgun alışkanlıkla” tam tersini iddia edebiliyordu. Bu gibi manevralar sanıldığının aksine basında ve Internet’te beslediği trol kulları için herhangi bir sorun teşkil etmiyordu. Çünkü malum, kendisini bile şaşırtan kıvraklıktaki basın trolü kulları gazete yazılarını daha uzun fasılalarla yazıyorlardı. Internet trolü kulları ise maaşları haricinde herhangi bir konuyla ilgilenmiyorlardı.
Her şeyin bir zamanı olduğuna inananlardandı. Isınan sudaki kurbağa teorisine iman etmişti. O yüzden hassas meselelerde fazla acelesi yoktu. Ama biraz asabiydi. Gezi edepsizlerinin sinirini hoplattıkları bir gün bunlara ağızlarının payını verirken “iki ayyaş” lafını ağzından kaçırıverdi. Ondan sonra her fırsatta ayyaşlardan birine saydırırken diğerini şimdilik es geçti.
Beş büyük inşaat şirketine tutkuyla bağlıydı. Bu yüzden milyar dolarlık ihaleleri hep onlara veriyordu. Yani kendisi değil, İhale Kanunu veriyordu. Büyük ihaleleri bu büyüklere vermek için İhale Kanunu’nu 186 kere değiştirmek de Meclis’in işiydi, kendisinin değil. Tıpkı referandum günü saat 16’da mühürsüz oyları kabul kararını kendisinin değil, Yüksek Seçim Kurulu’nun vermesi gibi. Referandumu bir milyon oy farkla kazanmıştı ama mühürsüz iki milyon oyun niteliğini kendisinden başka kimse bilmiyordu. Neyse, biz inşaata dönelim. Bu beş şirketi seviyordu işte, ne yapsındı. Yanlış anlaşılmasın, bu şirketlere muhabbeti vatan ve millet sevgisinden kaynaklanıyordu. Haşa başka bir şeyden değil. Maksat vatanın bu şirketlerden daha fazla yararlanmasıydı. Bunun için dövizli anlaşmaları yasakladığı dönemde bile bunlara verilen döviz garantilerini yerli ve milli paraya çevirmek hiç aklına gelmedi. İktidara geldiğinde 135 milyar dolarlık dış borç 16 sene sonra 460’a çıktı. Aradaki 325 milyar doların yaklaşık yarısı bu beşliye gitmişti. Ama helal olsundu.
Son zamanlarda dünyada işler değişmiş, para kıtlığı ortaya çıkmaya başlamıştı. Yani para aslında boldu ama kendisini ve başarılarını kıskananlar kendisine komplo kuruyorlardı. Bunu da artık borç para verirken nazlanmak suretiyle yapıyorlardı. Hayır, bir şey değil, 300 odalı yazlık saray inşaatı yarım kalmıştı. Bunlara nasihat etmek için 12. uçağına atlayıp Londra’ya gitti. Orada komploculara yeni geliştirdiği iktisat teorisini anlatıp borç para istedi. Çoğu kös kös dinledi, bazı münasebetsizler de bıyık altından güldüler. Geri döndü.
Acaba yeni iktisat teorisinde bir sorun mu vardı? Bir hocaya mı danışsaydı? Üniversiteden attıklarına? Şehirlere top atışı yaptırdığında birkaç bin kişi öldü diye ortalığı ayağa kaldıranlara? Bunu düşündüğünde yine sinirleri hopladı. Sonra düşündü ki bu safların kendilerine hayrı olsaydı işten atılmazlardı. Rahatladı. Saray’da onu eğlendiren hoca kulları aklına geldi. Neşelendi.
Bu gece onbin kişiyi daha işten atsam mı acaba diye düşündü. Daha da neşelendi. 13. uçağıyla Almanya’ya gitti. Orada göçmenler… diye lafa başladığında altına kırmızı halı serdiler ama değil borç para, toplantı salonu bile vermediler. Yine sinirleri hopladı. İtibarsız gavurların topu topu bir tanecik uçakları vardı, o da kendi imalatlarıydı. Uçaklarını ve kendisini kıskandıkları için keyfi yerine geldi. Sonra yine sinirlendi. “Eyyy AB çıkıyoruz biz senden” dedi ama halının hatırına göçmenleri salmaktan vazgeçti.
Bilmem nerenin sultanının yarım milyar dolarlık uçağını satılığa çıkardığını duydu, gözleri parladı.
Ama artık her şey ters gitmeye başlamıştı. Macron’a karşı Trump’a ve ertesi gün tersine oynamanın suyu çıktı, Putin sırtını pışpışlarken Suriye’de zalim Esed’i destekledi, halifelik ve padişahlık işi iyice yaşa bindi, borç para suyunu çekince döviz fırladı. Suriye’deki kendi hassa ordusunun nankörleri bile TL yerine zalimin parasını ister oldular. McKinsey’e gitti, iki gün sonra hain McKinsey’den geri döndü. Acaba Esad kardeş?
Şimdilerde geleceğini düşündükçe gece kabuslarla uyanıyor.
*Prof. Dr. Melih Kırlıdoğ. Barış için Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzaladığı için 2016’da Nişantaşı Üniversitesi’ndeki görevine son verildi.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.