Emekçi Hareket Partisi’nin (EHP) İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Özge Akman ile adaylık sürecini ve çalışmalarını konuştuk
Emekçi Hareket Partisi’nin (EHP) İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Özge Akman ile adaylık sürecini ve çalışmalarını konuştuk. Seçime bağımsız sosyalist aday olarak katılan Akman, bu süreçte ekonomik krizi vurguladıklarını ve öne sürdükleri yerel yönetim modeliyle çeşitli çözüm önerileri sunduklarını belirterek “Bu iktidar kadir-i mutlak değil, bunu göstermek istedik” diyor
Adaylığını konuşacağız ama öncelikle 31 Mart yerel seçimlerine sizin yüklediğiniz anlam ne? Buna dair yorumunla başlamak isterim.
Özge Akman: 2013’ten alalım, Gezi’yi düşünürsek, ülkedeki genel gidişatı, iktidarın varlığını ve baskısını ciddi bir ayaklanma ile karşıladık. Fakat buradan tam olarak bir sonuç alamadık, yani çeşitli anlamlarda iktidarın mevcut tutumlarına itiraz eden toplulukların ortaklaşmayan görüşleri vs. vesilesiyle bu tam olarak sonuç alıcı bir biçime gelmedi. Ve onun sonrasında biz neredeyse 6-7 seçim geçirdik, 24 Haziran’a kadar geçen süreçte. Bu kadar seçimli süreçlere muhalefet cephesinin de iktidar cephesinde olduğu kadar çok ciddi bir eğilim gösterdiğini gördük. Türkiye gerçekten seçimlere çok fazla eğilim gösteren, önem veren onun peşinde koşan bir topluluğu barındırıyor. En yüksek oranlarda seçime gidildiği bir süreç var. Şimdi biz, bu kadar antidemokratik giden bir iktidar sürecinde, ki referanduma kadar aslında tam anlamıyla bir çeşit Tek Adam rejimine geçmemek üzerine bir hareket tarzı benimserken şimdi bu rejimi geriletmek üzerine bir tarz benimsenmiş durumdayız.
Biz de hep parti olarak seçim süreçlerini sosyalistler açısından da pas geçilemez süreçler olarak değerlendirdik. Yani bu seçimlerin içerisinde toplumun tüm kesimleri çeşitli eğilimleri tartışırken, sorunlarını gündeme getirirken birilerini seçmeye çalışırken sosyalistlerin de bunun içerisinde bir alternatif yokmuş gibi davranmamaları gerekir. Tabii ki önümüzdeki temel sorunlara göre çeşitli eğilimler ve tartışmalar sonucunda çoğunlukla bir araya gelerek yapmaya çalıştığımız ve birlikte iktidarı geriletmek üzerine bir ihtiyaç tarzı ortaya koyuluyordu fakat bu 24 Haziran’a kadar gelen süreçte tam olarak sağlanamadı. Nihayetinde Türkiye konjonktüründe demokrasi adına çeşitli sorunlara karşı muhalefetin tam olarak bir araya gelemeyişinin birçok sebebi vardı. Haliyle de bu tam olarak sonuca ulaşamadı. Kaldı ki 24 Haziran’ı biz daha olumsuz bir sonuç olarak gözlemliyoruz. 24 Haziran’ın ardından bu kadar büyük bir yenilgi atmosferinin olmaması ve hızla toparlanılması gerekirdi.
Biz, son beş yılda bu kadar çok seçime giren ve bunların hemen hepsinde yılmadan usanmadan, neredeyse yüzde 90’lara varan büyük bir topluluğun, hala seçimlerde oyunu kullanmaya çalışmasını, hala bütün bu hile, hırsızlık sonuçlarına rağmen sandıklara sahip çıkmasını çok önemli buluyoruz. Ayrıca 24 Haziran sonrasında farklı bir sonuç da aslında daha fazla görünür olmaya başladı. Bir iktisadi krizin varlığı söz konusu ve bunun ciddi anlamda sonuçlarını görüyoruz. Beton ekonomisinin çöküşü, artık kredi alamayan ülkenin kendi gelirlerini düzenleyemeyişi, pahalılık, yoksulluk ve işsizliğin artmasıyla ekonomik krizin etkileri toplumda hissedilmeye başladı. Biz zaten özel olarak bunun geleceğini ve buna göre bir hazırlık yapmamız gerektiği üzerine bir tartışma içerisindeydik ve bunun çalışmalarını sürdürüyorduk. Haliyle bunun hemen ardından gelen 31 Mart yerel seçimlerinin artık Tayyip Erdoğan ve AKP açısından son çıkış olduğunu gözlemliyoruz. Süreç itibariyle uzun bir süre seçimsiz sürece girmenin, bu açıdan ekonomik krizi çokça konuşmadan sakince gidebileceğinin, zaten bütün söylemlerinde beka sorununu gündeme getirerek kutuplaştırmaya devam ettirmesinin bu sebeple olduğunu gözlemlemeye başlamıştık. Ancak maalesef geldiğimiz sonuç itibariyle de bugün iktidarı en büyük oranda sıkıştıran ekonomik kriz, seçimler düzleminde muhalefet cephesinde hiç anılmıyor. Böyle bir sorunun varlığı gündeme getirilmiyor ve hatta tam tersine çeşitli blokların, yani mevcut uzlaşmaz çelişkinin taraflarının uzlaştırılabileceği gibi bir biçimde ilerliyor. Biz ise şunu düşünüyoruz; esas olarak 31 Mart’ta değil, 1 Nisan’ın ardından ülkeyi bekleyen ekonomik krizin sonuçlarıyla karşı karşıya kalacağız. Bu haliyle de seçim sürecinin büyük bir hazırlık süreci olarak da önümüze koymamız gerektiğini düşündük. Ekonomik kriz gündemini birinci sıraya taşıyarak seçimlerde aday olmak üzerine hareket ettik.
Şu an iktidarın net bir biçimde sıkıştığı nokta ekonomik kriz. Biz de bu kriz çatlağı üzerinden iktidarın üzerine gitmek zorundayız. Yani bu açıdan biz bu seçimi aslında bu konunun gündeme getirildiği, 31 Mart sonrası hazırlığının işçi sınıfının gündemi biçimine getirildiği olması gerektiğini düşündük.
Parti olarak hazırladığımız programla toplumun önüne bir yerel yönetim anlayışının nasıl olacağına ve bu gidişatta da mevcut sistem bu kadar tıkanmış ise bunun karşısında sosyalistlerin nasıl bir tutum alabileceğini ortaya koymak istedik.
“Emek Verenlerin Yerel Yönetim Programı” adı altında 20 maddelik bir programınız var. Anladığım kadarıyla kriz meselesini de öne alan tutumunuzu çerçeveleyen bir program bu. Biraz ondan bahseder misin?
Öne sürdüğümüz yerel yönetim modeli doğrultusunda çokça alt başlığı olan, ama başlı başına her birisi çözülmesi gereken bir başlık olarak 20 maddelik program hazırladık. Birincisi; krize giren bu sistemin gidişatı olmayacağını açığa çıkartan, bu sistemin gidişatının mümkün olmadığını gösteren birkaç ayrıştırıcı kalem var. Bunlardan biri kamu üretimi. Kamunun üretim yapması ve kamu hizmetlerinin ücretsiz şekilde ulaştırılması aslında doğrudan ayrıştıran bir kalem. AKP iktidarı bir şirket gibi işliyor ve bir şirket kadar düzenli olmasa bile -yani bir şirket bile olamayacak kötü bir ekonomi modeli yönetiyor olsa bile- tüm kamu hizmetlerinin ücretli hale gelmesini ortadan kaldırmamız gerekiyor. Bu ortaya attığımız tartışmalardan biri halk ekmek örneğinde olduğu gibi halk süt, halk et, halkın ihtiyacı olan kıyafet yani temel ihtiyaçlar için doğrudan belediyeler eliyle yatırım yapılması ve bunların halka doğrudan ve ucuza ulaştırılması gerekiyor.
En nihayetinde bu iktidarın bugünkü krize giden süreçte çok net bir şekilde yaptığı şey şuydu: Bütün kamu iktisadi teşebbüslerini özelleştirmek. Bunun karşısında tüm dünyada da denenen ve krizleri ile sonuçlanan iyi bir yönteme sarıldılar: İnşaat ekonomisi. Betonlara yapılan yatırımlarla hem kendi sermayedarlarını yaratmanın yolunu buluyordu hem de hızlı bir kâr akışı devreye giriyordu.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) de bütün yatırım kalemleri ve kendince hizmet diye anlattıkları kalemlerin tamamı kâr sağlama odaklı. Haliyle bu kâr sağlama odağından çıkartılan ve doğrudan üretim yapılan bir model mümkün. Bizim doğrudan sosyalist bir ekonomik modele geçiş yapmamız gerekmiyor, zaten halk ekmek örneğinde olduğu gibi ya da Eskişehir’de halk sütü örneği de var, bu örnekler geliştirilebilir.
Yani krizin teşhir edilip görünür kılınmasının yanı sıra aslında bir yöntem de öneriyorsunuz siz bu adaylığınız ve sunduğunuz programınız ile…
Evet evet, programın ilk maddesinin bu olmasının sebebi somut bir öneri zaten. Temel ihtiyaçların halka ulaştırılması meselesinin bugünkü örneği tanzimler. Tanzim satış modeli üretime dayalı olarak her daim olabilir. Bugün aslında üretimin olmayışından kaynaklı bu pahalılığı yaşıyorsak tanzim formatındaki gidişatı üretime yönelik olarak doğrudan yapabiliriz. Hatta bu sayede işsizliği azaltıp istihdamı artırabileceğimizi düşünüyoruz.
Tabii ki burada büyük oranda kamu hizmetleri meselesi devreye giriyor. Kamu hizmetleri konusunda ulaşımın, sağlığın, eğitimin başta olmak üzere ücretsiz bir şekilde sağlanması hayal değil. Bu arada daha bugün ulaşımla ilgili bir açıklama yaptık Şirinevler metro istasyonunda. Dünyanın parasını verdiğimiz bir ulaşım sistemi var fakat “Metro yaptık” dedikleri şey daha bugün yeni keşfedilen şeyler değil. Ama metro ağlarının tamamlanması gibi bir öneri yok. Biz toplu ulaşım sorununun çözülmesiyle İstanbul’daki trafik sorununun da çözülebileceğini biliyoruz. Eğitim ve sağlıkta olduğu gibi ulaşımda da tamamen kamu hizmetlerinin ücretsiz hale getirilmesi mümkün.
Bizler açısından bunun kadar önemli olan şey ise yönetim modeli sistemi. Yani yönetim modeli derken de şunu ayrıştırmaya çalışıyoruz: Şimdiye kadar en demokratik başkan önerilerinde “Telefonum hep açık olacak”, “Kapım herkese açık olacak” gibi saçma öneriler devreye giriyor. Biz başkanlık modelinin kendi görüşümüzden biri de olsa, olmaması gerektiğini düşünüyoruz. Yani mevcut Tek Adam rejimine karşıysak, tek insan başkanlığına da karşı olarak devam etmek üzere hareket ediyoruz. Biz toplumun tamamının yönetime katıldığı biçimlerin bugüne kadar hiç uygulanmak üzere denenmediğini, bu açıdan da gerçek anlamda meclislerin yönetebileceği bir yönetim biçiminin olduğunu öne sürüyoruz. Herhangi bir başkan yönetmeyecek, ben yönetmeyeceğim, telefonumun açık olmasının hiçbir önemi yok (Gülüyor).
Toplumun bulunduğu tüm kesimlerde, ilçelerde, semtlerde bir araya geldiği Halk Meclisleri yönetecek. Ama bu Halk Meclisleri de sadece dilek ve temenni meclisleri olarak var olmayacak. Yani halkın sadece kendi gündemlerini dile getirdiği meclisler olarak değil, karar alabildikleri, bu kararları uygulayabildikleri ve aynı zamanda organlaşabildikleri meclisler. Bu meclislerin organlaşabilmesi demek, herkesin bulunduğu semtte konuştuğu tartışmaların, sonucuna vardıkları kararların uygulanabilmesi için her bir yerde bir araya gelen toplulukların bir karar yetkisinin olabilmesi anlamına gelecek.
Bu anlamda da doğrudan demokrasinin işletilebileceği bir yönetim modelini ortaya koyabileceğimizi düşünüyoruz. Burada çok fazla çarpıklık var. Yani şöyle oluyor: Siz AKP’nin programına baksanız da şehir meclisleri yönetecek diyor, CHP programına da baksanız da halk yönetecek diyor, muhalefetin diğer cephelerine baksanız da halk meclisleri olacak diyor. Ve uygulanmış belediyecilik örneklerinde bile bunun tam olarak işletildiğini görüyoruz. Bu açıdan tam anlamıyla halkın herhangi bir temsiliyet sebebiyle değil, oradan yaşayan herkesin katılabileceği ve herkesin karar hakkına da sahip olduğu meclis biçimleri olacak. Bu açıdan ayrışmalı. Böyle olursa eğer, bizim kendi görüşümüzde de dahi olsa, yani sosyalist ya da komünist dahi olsa, herhangi bir başkan olmasına gerek kalmayacak. Hem ülkedeki Tek Adam rejiminin geriletilmesi açısından böylesi yerinden yönetimlerin genişletilmesi, hem de şimdi yerel yönetimlerde, daha çok Kürt illerinde gördüğümüz kayyum gibi uygulamaların geriletilmesi açısından gerekir. Bu açıdan başkanlıkla ilgili olan her türlü sistemin geriletilmesi üzerine yerinden yönetim anlayışının geliştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
En temel anlamda aslında bu iki başlık bizim için çok kritik: Birincisi; ekonomik kriz, ikincisi de öne sürdüğümüz bu yönetim modeli.
Mesela mevcut belediyelerin yönetmekle yükümlü oldukları yerlerde kadınların, engellilerin, yaşlıların, çocukların, çalışan ebeveynlerin vs. tamamının toplam kamusal ihtiyaçlarının kamu hizmeti olarak sunulabilmesi.
Nihayetinde bizim sorunlarını çözmemiz gereken engelliler var. Her zaman aile bakımına mahkûm ediliyor. Hâlbuki biz, engellilere daha da engel olan bu şehir yapılanmasını değiştirebiliriz. Aynı zamanda onların bakım ihtiyaçlarını, mali ihtiyaçlarını bir sadaka kültüründen çıkararak gerçekten bu toplumda yaşayabilecekleri biçimde ele alabiliriz.
Yaşlılar; bütün ömürlerini bu ülkede geçirmiş insanlar. Onların bakımları kendilerine bırakılmamalı. Sosyal yaşantılarına devam edecekleri bir şekilde hem sağlık hizmetlerine ulaşabilmeleri hem de bu toplumda var olabilmeleri üzerine politikalar geliştirilebilir.
Ayrıca çocuklar. Onların bakım emeği belediye hizmetinde çalışanlar, çalışmayanlar olsun, herkesin yararlanabileceği şekilde kreşlerin artırılmalı. Evet, kreşler var ama bunlar için ciddi bir bütçeye ihtiyaç duyuluyor. Kreşler, kamu hizmeti olarak sunulmasının önünde herhangi bir engel yok. Bunların yapılabildiği durumda çocuk bakımının sadece kadınların üzerine yüklenmesini engelleyebilir, ellerinin ayaklarının bağlanmasından kurtarabiliriz.
İstanbul’un kadınlar açısından olumsuz yanları neler sana göre? Kenti kadınlar için daha yaşanabilir bir hale getirmek için neler yapacaksın?
İstanbul gibi büyük bir kentte, metropollerde büyük sorunlar da oluyor. Birincisi toplumun tamamında da İstanbul’da da kadınların yaşadığı en büyük sorun yaşam haklarının ellerinden alınmaları. Kadın cinayetleri ve şiddetten söz ediyorum. Burada ciddi bir eşitsizlik politikası var. Bu konuda sıfır toleransın devreye girmesi gerekiyor. Kadına yönelik her türlü eşitsizlik girişimine, her türlü yönetim, her türlü birim sıfır toleransla yaklaşmalı. Kadınların bu kentte yaşayabileceği politikaları geliştirmek üzere hareket edilebilir ve eğer böyle bir politikayla yaklaşım gösterilirse kadınların da cesaret alacağı, daha fazla dahil olabileceği yaşam biçimleri ortaya konulabilir.
Kent özelinde baktığımızda ise kadınların sokaklarda dolaşması bile büyük bir sorun. İstanbul gibi bir metropolde bile kadınlar çeşitli merkezler dışında birçok yerde karanlık sokaklardan geçmek zorunda kalıyor. Kadınların belli bir saatten sonra geçemeyecekleri yerlerin oranı çok yüksek İstanbul’da. Sanılmasın ki burası büyük kent, rahatlıkla gezilebiliyor. Dolayısıyla bu kentin her bir ücra köşesinin aydınlatılması gerekiyor. Bunun yapılması belediyenin yükümlülüğünde ve çok hızlı şekilde çözülebilecek bir kalem. Bu fikri bile ortaya atmak o ücra köşelerde kadınların başına gelebilecek her şeyin karşısında durmak anlamına gelir. Bunun kamusal olarak da bir yaptırım gücü vardır.
Bir diğer şey; belediyeler kadınların yanlarında durduklarını göstermek için çeşitli politikalar geliştirebilir. Mesela sığınmaevlerinin sayısı belli oranlarda takılıp kalıyor. Şu an Türkiye genelinde İstanbul’da da çok kötü bir orandayız. Yasal olarak devreye giren, nüfusun belli bir orana ulaşmasının ardından açılması zorunlu olan sığınmaevleri açılmıyor. Sığınmaevlerinin açılması üzerine belediyelerin elindeki yetkiler doğrudan kullanılmalı, yeterli sayıda sığınmevi açılmalı.
Sığınmaevleri gibi büyük bir ihtiyaç, tüm çalışanlar için, bu sadece kadınların değil erkeklerin de sorunudur, kreşlerin açılması gerekir. Bu temel anlamda kadınların yaşam içerisinde var olmalarını, çocukların da sağlıklı bir şekilde yetişmesini sağlayacak ve bu emeğin sadece kadınlar üzerinde olmadığını da ortaya koyacak örnek. Kreşlerin bir kamusal hizmet olarak açılması gerekiyor.
Bunların dışında toplu yemekhaneler, çamaşırhaneler, yatakhaneler gibi… Mesela kullanılmayan belli AVM’leri toplu hizmetler sunan yerler haline getirebiliriz. Bütün AVM’ler toplumun ihtiyaçlarını karşılamıyor. Buralarda toplu yemekhaneler kurulabilir, toplu çamaşırhaneler kurulabilir… Bu tüm toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak ve kendi zamanımızdan giden büyük bir zamanı ortadan kaldıracaktır.
Kadınların hem üreme hakları doğrultusunda hem de sağlıkları doğrultusunda doğrudan ulaşabilecekleri, eskiden aile ve çocuk merkezleri diye geçen yerler vardı, kadın sağlığı merkezleri belediye eliyle arttırılabilir.
Bunların dışında kadınların temel sorunlarından biri de istihdam içinde yer alamamaları. Kadınların üçte biri, yani 11 milyon kadar kadın “ev işiyle meşgul” denilerek bu istihdama katılamıyor. Kadınların çoğuna sorduğunuz zaman da kendi istekleriyle işsizliği tercih etmiyorlar. Onlar hakikaten ev işiyle meşgul durumunda bırakılıyorlar. Kadınları istihdama katmanın teşviklerini sağlayabilirsek, örneğin belediyenin kendi kuruluşlarında, belediyenin hizmet verdiği alanlarda kadın kotası uygulanabilir. Kadınların istihdam içerisinde yer alması da kadına yönelik şiddetin, kadın cinayetlerinin ortadan kalkabileceği durumları ortaya koyabilir.
Tüm toplumda olduğu gibi kadınların kendi kararlarını aldıkları meclislerin olması gerekir. Genel belediye yönetiminde olduğu gibi kadınların kendi sorunlarıyla ilgili tartışmalar yaratabilecekleri ve karar alabilecekleri meclisler olmalı. Bu aynı şekilde LGBTİ+ bireyler için de geçerli.
Bir de bu süreçte LGBTİ+ Dostu Belediyecilik Protokolü’nün imzalayan ilk başkan adayı sensin…
Evet ilk ben oldum ama umarım devamı gelir. Kadınların maruz bırakıldıkları kadar LGBTİ+’ların da maruz bırakıldığı şiddet biçimleri var. Bunları engelleyecek şekilde bir belediyecilik anlayışı geliştirmek de mümkün.
Meclis modelleri ile bir sorunu esas olarak yaşayanların çözebilmesi mümkün. Bu her alanda geçerlidir. Siz o sorunu yaşayanlar, fikir üretmek ve çözüm için çalışırsınız. Dolayısıyla kadınlar için yapılması gerekenler, meclis modelleri LGBTİ+ bireyler için de geçerli. LGBTİ+’lar için bu kentte yürümek bile çok zor. Haliyle bir belediyenin LGBTİ+ bireyleri destekleyen politikalar ortaya koyması, bütçesini buna göre düzenlemesi, her türlü eşitsizliği ortadan kaldırması gerekir. Dolayısıyla biz o protokolü gözümüz kapalı imzalarız ama bunların artması gerekir.
Ayrıca bütçe, bütçelerin nerelere gideceği meselesi de önemli. Biz bunları talep edince “Para mı var!” diyorlar. O kadar çok para var ki aslında ortada.
34 milyar dolar bütçesi var İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin. 2019 yılı için netleşen bütçe bu. Yani hiçbir şey yapmasa bile durduğu yerde kâr üretiyor zaten belediye. Ancak betona ve ranta yapılan büyük bir ihaleler dünyası da var. Bu bütçelerin çok farklı yerlere gittiği görülüyor. Mesela İstanbul’da en büyük bütçenin park ve bahçelere ayrıldığı görülüyor. İstanbul’da park nerede bahçe nerede! Ne kadar yeşil alan varsa oraya dalmaya çalışıyorlar esasında. Ve aslında İstanbul’daki en büyük sorunlardan biri yeşil alan sorunu. Bizim de üçüncü maddede ele aldığımız konu. Betonların üzerine bir tane ağaç dikmeyi yeşillendirme olarak ele alıyorlar.
Tüm yeşil alanların imara açılmaması üzerine net politik bir tutum alınması gerekiyor. Çünkü artık sınırına dayandığımız bir aşamadayız. İstanbul bu anlamda dünya metropolleri arasında sondan ikinci sıraya kadar gerilemiş durumda. Burada mevcut yeşil alanlara asla dokunulmaması üzerine bütün bu imar yasalarıyla uğraşılması icap ediyor. Ayrıca yeşil bitki örtüsünün şehrin içine doğru gelmesi gerekiyor. Bizim şöyle fikirlerimiz var; kaldırımların tamamı toprakla buluşabildiği ölçüde ağaçlandırılabilir. Otopark yerine kaldırımların tamamı ağaçlarla buluşabilir.
Ayrıca İstanbul’un tüm boşluk alanlarına, kullanılmayan AVM’leri ortadan kaldırarak, kıyı şeridindeki çok fazla olan yapılaşmayı ortadan kaldırarak, belli yerleri de açarak tamamen, yeşillendirmek, ekolojik alan yaratmak ve İstanbul’u iklim dostu bir kent haline getirmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum. İnsanların oksijen alabilmek için kentin dışına çıkmak zorunda kalması bu kentin en büyük sorunlarından biri.
Bu konuya nereden geldim, belediyenin bütçesini kullandığı alanlardan. Başka birkaç örnek daha vereyim. İstanbul’da ve aslında Türkiye’nin tamamında uygulanabilecek geri dönüşüm politikaları geliştirilebilir. Bu konuda hiçbir çaba sarf edilmiyor mevcut belediyelerde. Geri dönüşümün sağlanabilmesi, yağmur sularının arıtılabilmesi, musluk sularının arıtılarak gelebilmesi… Bu sanayi kentinde suların temizlenebilmesi gayet mümkün. Enerji üretimi de benzer şekilde; mesela her yerde güneş enerjisinden, elektrik üretimi için de rüzgar enerjisinden faydalanabilmek mümkün. Bunun yerine “güzel paralar”ın geldiği HES’lere, nükleer santrallere yükleniyorlar. Ülkenin kalmış son derelerini bile kurutmak üzere hareket ediyorlar.
Belediyeler bu konuda politikalar geliştirip bilfiil uygulayabilir. Böylece Türkiye genelinde de enerji sorununun çözülmesinin önü açılabilir ve doğanın felakete götürülme meselesi çözülebilir. Bu kaynaklar vesilesiyle de hizmetlere ücretsiz olarak ulaşabiliriz. Suya bu kadar fazla para vermek zorunda değil İstanbul halkı.
Bir de yine çokça ayrımcılığa uğrayan başka bir kesimi anmadan geçmek istemem. Savaş yüzünden topraklarını terk etmek zorunda kalan Suriyeliler, bu ülkenin çeşitli kentlerinde var olmaya, yaşamaya çalışmasına karşı ciddi bir şekilde körüklenmiş milliyetçilikle karşılık veriliyor. Neredeyse bizim suçluları ortadan kaldıran, esas kavga etmemiz gerekeni silikleştiren ve öfkeyi onlara yönelten bir anlayış biçimi gelişiyor. Biz, kesinlikle bunun da bir politik yaklaşım olarak tersine çevrilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Göç etmek zorunda kalan tüm sığınmacıların bu kentte ayrımcılığa uğramayacakları ve onların da yaşam alanlarının yaratılabileceği çeşitli önerileri ortaya koymak gerekiyor. Bunlar belediyeler vesilesiyle yapılabilir. Kentte yaşayan hiçbir sığınmacının bu ayrımcılığa maruz kalmaması için politikalar geliştirilebilir.
Biraz da propaganda çalışmalarınızdan konuşalım. Sokaktasınız, çeşitli insanlarla temas ediyorsunuz. Kampanya sürecinde insanlardan aldığınız tepkiler genelde nasıl oluyor?
Biz kriz meselesini gündeme alarak “İstanbul emek verenlerin olacak” diye bir sloganla çıktık. Kentin birçok noktasında stantlarımız açılıyor, bildiri dağıtımları gerçekleştiriyoruz ve toplumun çeşitli kesimleriyle buluşabiliyoruz. Mesela bu açıdan da kategorik olarak farklılıkları olan kesimlere ulaşıyoruz. Özellikle emekçilerin yaşadığı semtlerde çok yoğun bir ilgiyle karşılaştık. Misal şöyle bir durumu ben çok net gözlemledim: Kriz üzerinden itiraz eden büyük bir topluluk var. Muhalefet cephesinden de iktidar cephesinden de. İktidar cephesinden de bu durum nedeniyle illallah edip “Lanet olsun bu hale geldik artık” diyen var.
Fakat Türkiye’de şöyle bir gerçeklik var: Bir cepheden diğer cepheye geçmek çok zor. Yani bunu kendisine yediremiyor toplum. AKP’nin karşısında MHP’ye oy verebilir, CHP’nin karşısında karşı İyi Parti’ye oy verebilir ama bunlar kendi arasında bir geçiş sağlamıyor. Haliyle krizi gündeme alan bir stant gördüklerinde çok ilgilerini çekiyor ve “Bu krizi konuşan yok” gibi bir tepki çok fazla dillendiriliyor. Bu durumu konuşup tartışmak isteyen bir insan topluluğu çıkıyor ve bize en çok şunları soruyorlar: “31 Mart’tan sonra kriz ne aşamaya gelecek?”, “Bizim başımıza neler gelecek?” Ama genel anlamda, emekçi kentlerinde bu yerel seçimlerden beklentinin artık değişmiş durumda olduğunu görüyoruz. Yani AKP’nin gidip gitmeyeceği gibi bir meselenin buradan olmayacağının farkında artık toplum. Burada esas sorunun ciddi anlamda ezilmekle baş başa kalan bir işçiler ve bunu yönetmeye çalışan bir azınlık olduğunun ortaya çıktığı görülüyor.
Bir de “Adaylar arasında hangisi daha genç?” gibi bir tartışma var. Kendime hakaret olarak aldım. (Gülüyor) E tabii şimdi şöyle bir durum söz konusu: Genel anlamda insanlar hem iktidar hem muhalefet tarafındakilerin yılgınlık içerisinde olduğunu düşünüyorlar. Mesela tam olarak bir umut görebilmek istiyorlar ve en azından bunu gündeme getiren insanların bir umudunun olduğunu fark ediyorlar. Bunu öne çıkaran çok insanla karşılaştım. Sonuç olarak biz şunu söylüyoruz; 1 Nisan gelecek ve esas hazırlığı buna göre yapmalıyız. O vakit kriz gündeme gelecek ve biz bir arada olmalıyız, işçiler bir araya gelmenin yollarını bulmalılar.
Son olarak ne eklemek istersin?
Eninde sonunda biz politik bir program öne sürüyoruz. Bu politik program yerel yönetim bazında ama toplamda bir tartışmanın devamındayız. Haliyle biz kendimizi sosyalist bir hareket olarak ayrıştırıyorsak bunun gereğini yapan bir hareket tarzını da kesintisiz olarak devam ettirmemiz lazım. Bunun bir sürekliliğinin olması ve devamının da gelmesi icap ediyor. Fakat şöyle bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz; bu kadar çok seçime girildiği bir süreçte, biz bunun içerisine hiç girmez ve bu gündemleri hiç öne sürmezsek bunun sonuçlarındaki değiştirici kuvvet olmak iddiasında geri durmuş oluyoruz. Hâlbuki durum çok açık ve net ortaya çıktı. Kriz, bize bunu en doğru gösteren örneklerden bir tanesi: Emek verip bu kentte geçinmeye çalışanlarla onların kaderini tayin etmeye çalışanlar arasında bir kapışma var. Bunun en çok öne çıktığı zamandayız. İşte bu bizim fikrimiz ve bunu öne sürmek zorundayız, gibi bir döneme geldik. Bu açıdan da ben şunu olumlu bulmuyorum: Sosyalistlerin böylesi dönemlerin geçmesini bekleyebilmek gibi bir alternatifi ya da lüksü yok. Bu, kendi gücümüz ya da durumumuz neyse, gibi bir oranla kıyaslanabilecek bir aşamayı geçti artık. Nihayetinde böylesi bir krize giriyorsak eğer buradan sağın daha fazla güçlenerek çıkmasını istemiyor isek, yani ben geçtim demokrasi sorununu buradan maalesef bu toplumdan en son gördüğümüz örnek bence yeterince ayrıştırıcı bir örnek: Tanzim satışı en son çıktı.
AKP gibi sağ kafalı bir iktidar önerdi ve buna tanzim satışı esas çıkaran sosyal demokratlar itiraz etti. Bence bu korkunç bir şey. Tanzim satış 1970’lerde sosyal demokratların ortaya koyduğu bir öneriydi, TANSAŞ adı altında. Bugün çıkıp onların reddetmesi AKP gibi bir sağ iktidarın öbür tarafta tank paleti satarken tamamen kendisiyle çelişerek sunduğu bir aşamada, toplum en sonunda dönüp şunu diyor: “Sorun çıkıyor ama beni en sonunda AKP kurtarıyor.” Bu gidişat, bu iktidar kadiri mutlak değil diyen birilerinin olması lazım ve bunu ortaya koymak zorundayız. Ve bunu herkesin sadece kendi tarafından, kendi yapabileceği ölçüden yapması da yeterli değil. Bu açıdan bizim temel tezimiz; işçi sınıfının böylesi krizli dönemlerde sadece kendi durumunu biraz daha düzeltmek, kendisini kurtarmak gibi bir gidişatın mümkün olmayışı -ki bunu istese de yapamayacağı bir durum söz konusudur. Ve dolayısıyla en sonunda işsiz kalacak bu işçi sınıfı topluluğunun örgütlenmesi esasını öncelik almak gerekir. Ama bunu da tamamen biz sosyalistiz diyerek yapmak, herhangi bir politik kimlik öne sürmek, bir kimlik biçimiyle sürmek de olacak iş değildir.
Biz sadece “Biz sosyalistiz ve biz sosyalist olduğumuz için oy verin” gibi bir biçimde de değil, gerçekten bu toplumun nasıl değişebileceği ve nasıl yönetilebileceğinin örneklerini daha fazla anlatarak yapmamız gerektiğini düşünüyoruz. Bu açıdan bir programın ileri sürülmesi ve tartışılmasıdır aslında. Ve bugüne kadar da yöneten toplulukların, yani hem çeşitli anlamlarda belediye yönetenlerin hem kamuda çeşitli yönetim birimlerine gelmişlerin böyle bir önerilerinin hiç olmayışı oldukça olumsuzdur. Eğer böylesi bir seçimli dönem varsa biz bir öneri getirmeye çalışıyoruz. Biz bunun bile ilerletici olduğunu düşünüyoruz. Nihayetinde kamu nasıl hizmet sunacak, nasıl bir üretim yapacak, bütçesini nasıl kullanacak, nasıl bir yönetim biçimi olacak, başkan olacak ama meclisler nasıl olacak, bunlar nasıl karar alacak? Bunların tamamının kurgulanabildiği ve toplumun önüne sürülebildiği bir tartışma önemli. Ama daha da en önemlisi, “Kriz yaşayan bir sistem bizden daha tutarlı değil kardeşim” diyebilmenin bir önemi var.
Bu açıdan son dönemde, özellikle 24 Haziran 2018 seçimlerinden sonra, yenilgi atmosferinin baskın geldiğini, başta CHP ve HDP ile sosyalist muhalefetin artık tamamen kendi köşesine çekildiği bir durumun açığa çıktığını düşünüyorum. Daha hızlı davranmalı, daha fazla hareket etmek gerekiyordu. Bunun seçimlerle mi olması gerekiyordu? Aslında hayır ama yine şöyle bir gerçekliğimiz var: Sürekli bir seçimin içerisinden geçiyoruz ve bu dönemlerde çok hareketli oluyoruz. Şimdilik yapabildiğimiz başka eylem biçimleri yok. Olabildiği ölçüde yapalım, yapmaya devam da edelim ama seçimler gibi bir süreci de atlamadan gidelim. Bunun içerisinde de var edelim.
ALPER TAŞ: “BEYOĞLU’NU KAZANIRSAK HALKI EN AŞAĞIYA KOYAN PİRAMİDİ TERSE ÇEVİRECEĞİZ”
Söyleşi: Vecih Cuzdan