Seçim sonuçlarına yönelik iktidarın sandık anında ve sonrasında yapacağı müdahaleler ve muhalefetin bunlara vereceği yanıt 31 Mart’ın hemen ardından ülkenin politik atmosferini belirleyecek. Sokağın tepkisi seçimin hemen ardından yapılacak 1 Mayıs mitinglerine kuşkusuz yansıyacaktır!
Anlaşılan bir önceki Aktüel Gündem yazısının başlığı erken atılmış! Erdoğan-Bahçeli ekürisinin üslupta sınır tanımazlığı son sürat devam ediyor.
Kılıçdaroğlu’na “Avustralya’da konuşan teröristin Türkiye’de de bir benzeri var. Senin o adamdan ne farkın var aynısın. Şu ahlaksıza bak. O teröristten ne farkın var? Aynısın. Bay Kemal, o milletvekilliğine güveniyor”,
Akşener’e “Yakışmaz ya, güya hanımefendi. Dur bakalım, şu anda senin iyi günlerin, iyi. Asıl fatura sana kesilecek”,
Temelli’ye “Bu adam var ya Kürt değil ha. Ne idüğü belirsiz birisi” diye seslendi Erdoğan.
Bahçeli ise “Kürt kökenli kardeşlerime sesleniyorum. Sizi bizden çok seven olamaz” dedi.
Fıkra gibi ama bunlar gerçek! Bu kadar yalanın, bu kadar çarpıtmanın “güvendiği” bir şeyler olmalı.[1]
Erdoğan-Bahçeli ekürisinin, şirazelerini bu kadar kaydıran nedenin ne olduğu belli; 31 Mart akşamı çıkacak sonuçlar. Anlaşılan, işlerin planlandığı gibi sonuçlanmayacağı paniğini yaşıyorlar.
Aslında hesap hatasını en başta, Cumhur İttifakı’nı kurarak, yaptıkları söylenebilir. Yüzde 50’nin gerekli olduğu seçimde ittifak yapmakla, sadece en çok oyu almanın yeteceği seçimde ittifak yapmak arasında bir fark var elbette. Erdoğan bir taraftan, azalan oyunu Bahçeli ile ittifak yaparak çoğaltacağını, hatta oyunun azalmasını “görünmez” kılacağını hesap ederken diğer taraftan da üç benzemezin yani CHP, İyi Parti ve HDP’nin asla bir araya gelemeyeceğini, gelse bile kolayca parçalayabileceğini hesap etmiş olmalı. Erdoğan-Bahçeli ittifakı zorunlu olarak Kılıçdaroğlu-Akşener ittifakını oluşturdu kuşkusuz. Çünkü onların böyle bir ittifak karşısında bir araya gelmekten başka bir yolu kalmamıştı (düşünsel olarak da buna yatkınlıkları işleri kolaylaştırmıştır). Ancak Erdoğan’ın hesabında olmayan HDP’nin tutumu oldu.
Kürt siyasi hareketinin (neredeyse HDP ve bileşenlerine rağmen), alışılageldik[2] bir taktik siyasi hamle ile Kürt illeri dışında Millet İttifakını destekleme kararı alması ve bunu sonuna kadar zorlaması, oy pusulasını havuz problemine dönüştürmüş durumda. “Batıda AKP-MHP ittifakına kaybettirme” stratejisi diye deklare edilen tutum, ne denirse densin zor badireler atlattı, atlatıyor. Bir tarafta CHP’nin sürekli “kelek atan” tutumu (söz verdiği belediye meclis üyeliklerinin neredeyse üçte ikisinin üstünü çizmesi) diğer tarafta Kürt halkına karşı savaşın en acımasız bir döneminde İçişleri Bakanlığı yapan Meral Akşener’in desteklenecek olmasının Kürt seçmende yarattığı hazımsızlık. Bu baskılanma Sezai Temelli’nin sözlerinde bile açıkça görülüyor: “Mansur Yavaş da bilecek ki seçilmişse HDP oylarıyla seçilmiştir. HDP’lileri yok sayarak, Kürtleri yok sayarak siyaset yapamaz. O da işte bizim gücümüzdür. Ekrem İmamoğlu seçilmişse bilecek ki o kentte yaşayan 3 milyon Kürt’ün oyuyla seçilmiştir.” Açıktır ki burada Yavaş’a ya da İmamoğlu’na değil Kürt seçmene seslenilmektedir. Çünkü neredeyse her 10 Kürt seçmenden 8’i bu ittifaka oy vermek zorunda kalıyor.
Bununla birlikte Kürt siyasi hareketi bu tutumu dengelemek ve Kürt illerindeki gücünü pekiştirmek için Öcalan’ın tecridinin kalkmasını amaçlayan açlık grevlerini gündemde tutmaya devam etmekte. Hayatına son verenlerin sayısı hapishanelerde 3 ve yurtdışında 1 olmak üzere 4’ü bulmuş durumda. Bu “tercih”in etkili olduğunun kanıtı bu yılki Newroz kutlamalarında açıkça görülüyor. Diyarbakır, Van, Kars, Mardin, İzmir ve İstanbul çok kitlesel Newroz kutlamalarına sahne oldu. 31 Mart aynı zamanda, kayyumla yönetimlerine el konulan 94 belediyenin geri alınacağı bir rövanş niteliğinde yaşanacak.
Açıktır ki Erdoğan’ın Bahçeli ile el ele yürüdüğü, diğerlerinin de her birinin tek başına girdiği bir seçimde kazanan baştan ilan edilebilirdi. Ancak şimdi durum öyle değil! Burada ayırt edici farkı yaratan HDP’nin seçim taktiği olmuştur. Tam da bu yüzden Erdoğan ve şürekası sürekli bu “üçlü ittifakı” parçalamaya çalışıyor.[3]
Tüm bunlarla birlikte tekrar olacaksa da ifade etmek gerekir ki yerel yönetimlerin elde tutulması “başkanlık rejimi” açısından ölüm kalım meselesi olmasa da çok kritik bir öneme sahip. Bunu sistemin ikinci ağzından, pardon vasıtalı ihtiyatından, yani Devlet Bahçeli’den dinlemek yerinde olur:
“Şimdi yeni bir sisteme geçtik. Ama sistem henüz tam oturmadı. Bu sistemin yerleşme sürecini iyi yönetmeliyiz.
Yerel seçimlerde alınacak kötü sonuç her şeyi ters yüz edebilir. Özellikle üç büyük şehir çok önemli. Buralarda HDP, CHP ve diğer partiler destek verip yerel yönetimler kazanabilir. Bu olduğu takdirde daha o gece ‘bu sistemin meşruiyeti’ni tartışmaya açarlar. Bu da içinde bulunduğumuz şu geçiş döneminin altüst olması demektir (…)
Bu seçimde Güneydoğu’da alınacak oylar çok önemli. Orada 101 belediyeye kayyum atandı. Şimdi o parti oralarda yine kazanırsa bu çok kötü olur. Çıkarlar, bunu plebisit gibi sunarlar.”[4]
Erdoğan’la baş başa verip ne konuşuyorlar, neden korkuyorlar diye merak etmeye gerek kalmadı, her şey çok açık ifade ediliyor.
Seçim meydanlarında yarılıp yırtılmalarının önemli bir nedeni de eğer bu seçimlerde, seçim sonuçları üzerinden kendilerini meşru gösteremeyecekleri bir sonucun çıkması durumunda ellerinde herhangi bir meşruluk aracının kalmayacak oluşudur. Erdoğan şimdiye kadar hep sandık sonuçlarını göstererek kendisini “meşru” ilan etti. Sandıksız geçecek uzun bir süre Türkiye’nin önünde. Seçimde darbe almış bir iktidar, yeni bir seçimi kolay kolay göze alamayacaktır. Böyle bir durumda kendisini meşru gösterebilmek için başka “araçlara” ihtiyaç duyacaktır. Bunların neler olacağını kestirmek zor değil, üstelik neredeyse kendisi de açık açık ifade ediyor zaten.
CHP’nin Ankara adayı Mansur Yavaş’ı görevden almakla tehdit ediyor, Akşener’e “O milletvekili bile değil, korunması yok” diye sesleniyor, Kürt illerine kayyum zaten sürekli masada duruyor. Bunları yapabilmesi için ihtiyacı olan “araç” ise mahkemeler! Seçimden sonra Erdoğan’dan bolca duyulacak lafların başında “bağımsız yargı”, “hukukun üstünlüğü” gibi tekerlemeler gelecektir. Faşist şiddet meşruluğunu yargıya yaslayacaktır. Kuşkusuz “hukuk” sadece meşruluk dayanağı değil, aynı zamanda bir yaptırım (operasyon) aracı olarak da işlevini büyütecektir.
Bununla birlikte yeni sistemin “fıtrat”ına uygun yeni yasalara ihtiyacı var Erdoğan’ın. Meclis çoğunluğunu elinde tutmasına rağmen, yani ihtiyaç duyduğu yasaları (çocuk istismarı, nafaka düzenlemesi, kıdem tazminatı gibi) çıkarması da Meclis’in itibarsızlaştırıldığı, edilginleştirildiği bu koşullarda meşruluk tartışmasını büyütecektir. Aynı EYT’lilerin direnişleri gibi her geçirilen yasa yeni muhalefetler oluşturacaktır.
Anayasayı değiştirme çoğunluğunu elde edememiş oluşu, Suriye’de bir savaş çıkartarak onun yaratacağı “savaş hali”ni kullanamayacak oluşu, hatta medyanın tüm güvenilirliliğini yitirmesiyle kamuoyu algısı yaratmayı da kaybetmiş olması gibi nedenler, Erdoğan’ın elindeki araçları en aza indirmiş durumda. Ekonomik refahtan görece bile olsa bahsedemeyecek olması da eklenince Erdoğan’a klasik faşist diktatörlere özgü yöntemlerden başka bir şey kalmıyor!
Sosyalistleri bekleyen asıl mücadelenin seçim sonrası yaşanacağı ortada. Sandıkta ise içlerine sinen, “gönül rahatlığı”yla oy verecekleri, arkasında duracakları adayların sayısı çok az. Ancak her şeye rağmen gerek muhtarlıklarda, gerek meclis üyeliklerinde, hatta ilçe ve il belediye başkanlıklarında çeşitli tercihlerle karşı karşıyalar. Ve bu seçimlerde alınacak “taktik” tutumları ne olursa olsun bir stratejik tercihe dönüştürmemek gerekir. Sosyalistlerin stratejisi sadece var olanı devirmekle sınırlı kalamaz.
Seçim sonuçlarına yönelik iktidarın sandık anında ve sonrasında yapacağı müdahaleler ve muhalefetin bunlara vereceği yanıt 31 Mart’ın hemen ardından ülkenin politik atmosferini belirleyecek. Sokağın tepkisi seçimin hemen ardından yapılacak 1 Mayıs mitinglerine kuşkusuz yansıyacaktır!
Sosyalistler bu sürecin ne seyircisi ne de ekran ekran gezen seçim analistidir. Bir tarafta, ekonomik kriz ortamında üstelik meşruiyet krizi yaşayan iktidar ve bu seçimde doğrudan kendisini sandıkta oylatan bir seçim siyaseti izleyen Erdoğan var diğer tarafta ise 31 Mart seçimlerinde de tüm baskı ve zor siyasetine, yalana, hileye, tehditlere rağmen bu rejime ve Erdoğan’a “hayır” demeye devam edecek olan milyonlar… Seçim sonuçlarına sığmayan öfkesini, taleplerini, insanca yaşam ve özgürlük mücadelesini örgütleyeceğimiz milyonlar… Faşizmin ve seçim sonrasında gemi azıya alacak sermaye saldırganlığının karşısında toplumsal muhalefeti örgütlemekten geri durmayacak, bir-iki-üç adım öne çıkacağız!
Dipnot:
[1] Bir gün Hz. Ali’nin taraftarlarının yoğun olduğu Kufe’den bir Arap, devesiyle Şam’a gelmiş. Şam sokaklarında dolaşırken biri ona yanaşmış, “Ver o dişi deveyi bana!” demiş. Tartışma büyümüş, Kufe’den gelen adam, “Bu deve benimdir, üstelik dişi değil, erkektir” diye itiraz etmişse de anlaşamamışlar. Konu Muaviye’ye yansımış. Halk meydanda toplanmış. Muaviye, Kufe’den gelenle, deveye sahip çıkan Şamlıyı dinledikten sonra, kararını açıklamış: “Bu dişi deve Şamlınındır!” Sonra toplananlara dönmüş ve sormuş: “Ey cemaat, bu dişi deve kimindir?” Cemaat hep birlikte bağırmış: “Şamlınındır!” Kufeli şaşkın bir vaziyette devesinin ardından bakakalırken, Muaviye onu yanına çağırmış ve şöyle demiş: “Ey Kufeli, dinle! Sen de ben de biliyoruz ki, bu deve senindir ve dişi değil, erkektir. Ama sen Kufe’ye dönünce gördüklerini Ali’ye anlat ve de ki: Ey Ali, Muaviye’nin, dişi deveyi erkekten ayırt edemeyen, o ne derse evet diyen 10 bin adamı var! Ayağını denk al!”
[2] Aslında Kürt siyasi hareketinin, kendi kitlesini zorlayacak hamlelerine daha önce de tanık olunmuştu. 2015 seçimlerinde bağımsız adaylarla değil de parti olarak seçime girme kararı aldığında birçok siyasetçi HDP’nin yanlış bir taktik uyguladığını ve yüzde 10 barajını geçemeyerek parlamento dışı kalacağını iddia etmişti.
[3] Yeni Şafak’tan; “İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in, ‘terör örgütü’ PKK ile ittifakı da deşifre oldu. İyi Parti’nin belediye meclis üyesi adaylık ve yedek üyelik listeleri arasında PKK ile doğrudan irtibatlı 30’a yakın isme yer verildi.”
[4] Ertuğrul Özkök ile yaptığı muhabbetten.