Yerel seçimden önce ve sonra diye iki ayrı dönem olmayacak. AKP’nin kaybedeceği yerler, bir sığınak olarak değerlendirildiğinde değil, ilerletilecek bir barikat olarak örgütlendiğinde değerli olacak
Cumhur İttifakı’na oy vermeyecek olan herkes vatan haini, terörist, dinsiz, yalancı…
Toplum ortalamasının dışlayacağı, düşman belleyeceği ne kadar sıfat varsa hepsi fütursuzca kullanılabilir, servis edilebilir, söz konusu seçim kazanmaksa gerisi teferruat. Nasıl olsa müşteri söylenene değil, servis edene bakar!
Erdoğan: “Bizim vatan millet düşmanlarına kaptıracak tek bir gencimiz yoktur”, “Vampirlerin insafına terk edilecek hiçbir evladımız yoktur.”
Erdoğan: “CHP, cehalet ve gaflet, gaflet ile ihanet arasında gidip geliyor.”
Erdoğan (Akşener’e hitaben): “Biri cezaevinde süre dolduruyor, aynı yola sen de düşebilirsin”, “Bu kadın şirazesinden çıkmış. Bunlar birbirleri ile ortak oldular ya, bir yerinden kapacak. Bay Kemal yalancı, bu da ondan yalanı kaptı.”
Bahçeli: “PKK’ya el uzatan, YPG’ye umut bağlayan, FETÖ’cülerle aynı kareye düşen zillet ittifakını sırtından silkeleyip atacaktır.”
İmamlar yol gösterince diğerleri de peşinden koşturuyor elbette.
Soylu: “31 Mart akşamı Cumhur İttifakı’nda bir zaafiyet olursa, 1 Nisan’da 6 yaşındaki masum çocukların eline silah vererek kaymakamlık ve valilikleri altüst ederler.”
AKP milletvekili Gülpınar: “Allah bize oy verdiğiniz için mahşerde size hesap sormayacak.”
Ve noktayı yine Erdoğan koyuyor: “CHP ve HDP’nin öncülüğünde güya Kadınlar Günü için bir araya gelen bir grup, ezana ıslıklarla, sloganlarla terbiyesizlik ettiler.”
Bunlara bolca eklemeler yapılabilir elbette. Ve “Tüm bu söylenenler, basitçe birer seçim taktiğidir ve sadece oy alabilmek için söylenmiş, ciddiye alınmaması gereken seçim saçmalıklarıdır” da denilebilir. Ve “1 Nisan’dan sonra (artık uzun bir süre seçim olmayacağından) Erdoğan rahatlayacağı için ‘normal’e dönüş başlayacaktır!”
Ancak açıktır ki Erdoğan’ın girdiği yolda artık karşısına aldığı yüzde 50 için “normal”e dönüş imkânsızdır. Kullandığı ırkçı, gerici, erkek egemen popülist söylemden[1] vazgeçtiği an, ittifaklarını kaybedeceği gibi dayandığı toplumsal tabanın desteğinden de mahrum kalacaktır. Üstelik seçimden sonra artık derinleşeceği kesinleşmiş olan ekonomik kriz koşullarında kendisine destek verenlerin beklentilerini karşılamak çok daha zor olacağından, söylemini örgütlemesi gerekecektir. İmamdan feyz alanlar, şimdiden höykürmeye başladılar bile, Adana’da MHP tarafından Kozan Belediye Başkanlığı’na aday gösterilen Nihat Atlı: “Rabbimin izniyle analarını belleyeceğiz.”
Damat açıkladı: “2018 son çeyrek büyümesi % -3 olarak piyasa beklentileri doğrultusunda gerçekleşmiştir”. “Aynı piyasa”nın 2019 ilk çeyreğinin daha kötü olduğunu hatta son üç çeyreğinin hepsinden kötü olacağını beklediğini de herkes biliyor. Merkez Bankası tarafından açıklanan verilere göre; Bankacılık sektörünün toplam mevduatları (özellikle yabancı para mevduatı) arttı, taksitli ticari krediler düştü, bankacılık sektörünün toplam kredi hacmi ise geçen yılın aynı dönemine göre ise %12,65 artış gösterdi. Sözde olumlu diye sunulan bu verilerin tek bir anlamı var; kimse para harcamıyor, parası olan da parasını bekletiyor. Niye? Çünkü krizin büyüğü geliyor.
Krizi büyütecek bir diğer faktör de Erdoğan’ın, ABD ile Rusya’yı S-400 mü, Patriot mu sıkıştırmasına sokup siyasi rant peşinde koşma taktiği. Şimdi bu taktik, ABD’nin restiyle tersyüz olmuş durumda. ABD’nin ekonomik yaptırımları bir yanda, Rusya’ya verilen taahhüttler diğer yanda. Seçimden sonra çarşı da füzeler de karışacak!
Bu koşullarda “Erdoğan rejiminin” beklenti oluşturan, rant dağıtan, “rıza” araçlarına sahip belediyelere ihtiyacı var. En çok kendisinin ihtiyacı var. O yüzden il il, ilçe ilçe herkese saldırarak dolaşıyor. O yüzden “teröre bulaşmış kişiler tekrar sandıktan çıkarsa beklemeden kayyum atarız” tehditleri savuruyor. O yüzden sadece Fırat’ın doğusu değil, bütün ülke, bütün muhalefet tehdit ediliyor. CHP’li adaylar hakkında seçime 5 kala soruşturmalar açılıyor. Soylu, “Size yaklaşan bir tehlikeyi söylemek boynumun borcudur. Önümüzdeki seçimler güvenlik açısından Türkiye’yi yarın öbür gün başka bir boyuta taşıyabilecektir” diyor. O yüzden yalanın bini bir para, Erdoğan sallıyor: “İstanbul’a ilk Mercedes otobüsleri biz getirdik”.[2]
Dışlananlar, “düşmanlaştırılanlar” için bu iktidarın ne paylaşacak pastası, ne istihdam edecek kadrosu ne de uzlaşacağı bir ideolojik aralığı mevcut.
Pekiyi, kamusal ve sosyal hayattan dışlananlar, varlığı yok sayılan, düşüncesi hiçbir şekilde dikkate alınmayanlar yani kadınlar, Aleviler, Kürtler, sosyalistler, güvenlik soruşturmasından geçemeyenler, sülalesinde “sakıncalı birileri” olan üniversite öğrencileri, AKP referansı olmayan akademisyenler, taşeron işçiler… “Erdoğan rejimi” ile uzlaşabilir mi, aradaki çatlaklardan sızabilir oralarda kendine yaşam alanı oluşturabilir mi? Bunun için “varlığını inkâr etmek” bile yetmez; bu ancak tövbe etmek, itirafçı olmak hatta karşı safa “ikinci sınıf olmayı kabul ederek” geçmekle mümkün olabilir.[3]
Bir de bunu asla yapamayacak olanlar var, örneğin özgürlük, eşitlik isteyen kadınlar;
Çünkü kadın düşmanlığı, kurumsallaştırılmaya çalışan İslamcı faşist rejimin temellerinden biri. Erkek üstünlüğü ve kadının ikincilliğinin kadının hayatı, bedeni ve emeğinin denetiminde erkeklerin karar hakkının “dinsel” dayanaklarla meşrulaştırılması, toplumun erkek yarısına (kendileri de farklı sömürü ve baskı biçimleri ile ezilse de) kadınları ezme hakkının doğrudan iktidar tarafından sunulması ve “erkek desteğinin” bu yolla alınması bu siyasetin kurucu bir unsuru. İşte o zaman bu siyasete itiraz eden/itaat etmeyen kadına yönelik erkek şiddetinin -8 Mart örneğinde gördüğümüz gibi- devlet şiddetinin meşrulaştırılması hatta teşvik edilmesi; tüm toplumdaki kadınlar açısından meşruiyeti tartışılamaz hale gelmiş kadın hareketinin “din düşmanlığı” söylemi ile “şeytanlaştırılması” ve kendi tabanındaki kadınların da bu yolla kontrol alınması taktiği devreye giriyor.
Erdoğan’ın gördüğünü, kadınların görmemesi de mümkün değil, bu rejimin içinde bir “uzlaşma” aralığı yok! Erdoğan bunu, “Ezanımıza saygı göstermeyene biz saygı da göstermeyiz, fırsat da vermeyiz”.[4] diyerek ilan etti. Kadınların sözü de “Uzlaşma yok, itaat yok” olacaktır.
Erdoğan’a yanıt 8 Mart’taki mücadele ile verilmiştir. Yürüyüşten saatler önce Taksim’in her sokağı, meydanı polis tarafından tutulmuşken, karşılarında geçilmez bir duvar gibi dizilen polis barikatına “yürüyeceğiz” diyerek yüklenen binlerce kadından, ülkenin her köşesinde rejimin muhalefeti çekmeye çalıştığı sınırları aşarak, rejimin dayattığı “makbul kadın” imgesini yerle bir eden kadınlardan.[5] Geriye atacak tek bir adımımız yok, ileriye gideceğiz!
Sadece kadınların değil, Erdoğan rejimine biat etmeyen ve etmeyecek olan her demokratın, her Alevinin, her akademisyenin, her üniversitelinin artık geri adım atacak bir toprak parçası yok. Sığınacak bir sahil kasabası kooperatifi, sığınacak Cemevi, sığınacak bir Avrupa ülkesi, sığınacak bir sertifika programı aramak kurtuluş olmayacak. Aranması gereken tek şey, mücadelenin örgütleri olmalıdır. Sermaye ve iktidarın saldırıları karşısında örgütlü mücadele!
Yerel seçimden önce ve sonra diye iki ayrı dönem olmayacak. AKP’nin kaybedeceği yerler, bir sığınak olarak değerlendirildiğinde değil, ilerletilecek bir barikat olarak örgütlendiğinde değerli olacak.
Bugünün özgürlük mücadelesi, insanca yaşam mücadelesi uzlaşmamaktan, itaat etmemekten, hakkın olandan vazgeçmemekten “itirazı” politik bir hareket olarak örgütlemekten geçiyor. İktidarın/rejimin çizdiği meşruiyet sınırlarını yıkmaktan, sözünü ve eylemini onun belirlediği sınırlar içine çekmemekten; rejim için “makul vatandaş”, “makul kadın”, “makul muhalefet” olmamaktan, özgürlüğümüze düşman faşizmle, dinsel gericilikle, erkek egemenliği ile, emek düşmanlığı ile adını koyarak, doğrudan karşımıza alarak mücadele etmekten geçiyor.
Balatayı sıyırmaktan, kayışı koparmaktan başka yol yok!
Dipnot:
[1] Avrupa ve Amerika’daki 140’a yakın liderin konuşmalarındaki popülist söylemlerin izini süren Küresel Popülizm Veri Tabanı’na göre Erdoğan son döneminde, “sağcı liderlerin en popülisti” oldu.
[2] İstanbul’a ilk Mercedes otobüsleri 1955 yılında getirildiğinde Erdoğan 1 yaşındaydı.
[3] Sedat Peker’le fotoğraf çektiren Alevi dedesi, AKP’den aday olan Alevi şahıslar gibi örnekler bu dönem bolca olacaktır, “lanetlenmeyi” göze almaya cüret edebilirlerse..
[4] “Ya benimsin ya da toprağın” demenin Erdoğancası olsa gerek!
[5] Bu noktada iktidarın söylemi içinden bir savunmaya kadın hareketinin hiç ihtiyacı yok.