Genelde ABD’de İsrail’e karşı söz söylemek, söylenince de medyada bunu aktarmak yazılı olmayan bir kanuna göre yasaktır. Duyulacak tek şey, birisinin gene İsrail’e saldırmaya cüret ettiği ve “Yahudi düşmanlığı” yapmasıdır. Ama bir şeyler değişiyor, bu konuşulmayan tabu yıkılıyor gibi
“Açık gökyüzünden, ve tahılın sarı dalgalarından,
Meyve dolu ovalardan, görkemli mor dağlardan dolayı güzel olan ülke
Tanrı, kutsamasını bir denizden öteki parlak denize, sana ve bana,
Sleepy Hollow dağlarının köylerinden Okofenokee bataklıklarına kadar üzerimize bahşetti”
Amerikan vatanseverlerin şarkısı: Güzel Amerika (America the Beautiful)
Geçen yazımızda ABD’deki siyahi harekete ve onun geçmişteki liderlerinin Filistin konusuna eğilimlerini özetlemiştik.
1960’larda Martin Luther King (MLK), Hıristiyan bir kilise lideri ama aynı zamanda bir insan hakları, toplumsal ve siyahi azınlığın hakları öncüsü olarak İsrail’i 1960’larda hâlâ bir soykırımdan kurtulmuş azınlık bir halkın sığınma yeri olarak görüyordu. Ama kendi içinde bulunduğu eşitlik ve insan hakları mücadelesi yüzünden de İsrail’in Filistinlilere yaptıklarını ve toprak çalarak genişlemekte olduklarını da anlıyor, bu yüzden İsrail’e gitmeyi reddediyordu. Gene unutmamak gerekir ki, ABD’nin İsrail’e açıktan ve tüm gücüyle “yürü ya kulum” dediği 1973 savaşları daha başlamamıştı o dönemlerde.
Malcolm X ise, bir Müslüman lider olarak İsrail’e daha militan karşı çıkıyor, onu emperyalizmin bir uzantısı olarak gördüğünden mücadeleyi de dünya çapında emperyalizm karşıtı mücadelenin bir parçası olarak kabul ediyordu. Ancak bu uluslararası dünya mücadelesi, ona göre, koyu renklilerin beyaz renklilere karşı verdikleri mücadele temelinden yükselecekti. Müslümanlığa sonradan girdiğinden başta dini heyecanı daha yüksekti ve Müslümanlığı ve Müslüman örgütlenmesini siyahi mücadelesinin kurtuluşu olarak görüyor, hayatını ona adıyordu. Ama üyesi olduğu İslam Milleti örgütünün sorgu kabul etmez başkanının nasıl evlilik dışı pek çok çocuk sahibi olduğunu ve diğer yalanları sorgulamasıyla örgütle arası açılıyor ve sonunda kendi camisini, yani kendi fraksiyonunu yaratarak mücadeleye devam ediyordu. Bu ayırımdan sonra daha geniş örgütlenmeyi savunuyor, daha önce reddettiği beyaz ve diğer siyahi ve dini örgütlerle beraber çalışmaya daha yakın bakıyordu.
Her iki liderin ortak tarafı ise ne zaman hareketlerinin odağını salt azınlık haklarından daha geniş alana açtıklarında, ne zaman azınlık haklarını daha geniş kapitalizm ve emperyalizm kapsamında almaya başladıklarında ABD Derin Devleti’nin de karıştığı suikastlara kurban gitmeleriydi.
İlk kez bir ses getirecek şekilde siyahi azınlık hareketi mücadelesi sırasında gözlerini ülkenin de dışına çeviriyor, baskı, sömürü, ırkçılık, ayırımcılık kavramlarıyla ABD’nin iç ve dış politikasına da bakılıyordu. Bu bakışın içinde kaçınılmaz olarak o yıllarda sıcaklaşmaya başlayan ABD-İsrail ilişkileri de yer almak zorundaydı. Bir tarafta Alman Nazi soykırımından kaçarak güvenli bir yerleşim yeri bulan mağdur bir azınlık Yahudi toplumu, diğer yanda da daha BM ve İngiliz emperyalistlerinin kendilerine Filistinlilerden koparıp verdiği toprağa ayağını koyar koymaz etrafa saldırarak komşularından toprak çalmaya başlayan İsrail devleti vardı. Yahudiler olarak siyahi hareketinki gibi özgürlük mücadelesi veren mağdur bir halk vardı. İsrail olarak da ABD gibi hem dışarıya saldırgan hem de yerli halkı açık faşizan baskılarla yok etmeye yeminli, aynı Nazi geleneğini bu kez Filistin’de uygulayan bir devlet vardı.
Bu yüzden bocalamadan geçen siyahi hareketteki iki siyahi liderin de İsrail’e mesafeli durmasının başında İsrail’in yerel Filistinli halka karşı kabul edilemez insan hakları ihlalleri geliyordu.
Ancak o günlerde bunu rahatça dile getirebiliyor ve İsrail’i açıktan eleştirebiliyorlardı. Bugünlerde bunu yapabilmenin bedeli neredeyse intihar etmekle eşit. Yapabilen bir avuç entelektüel ise kariyerlerinin, şahsiyetlerinin, geleceklerinin sonuna imza atmış gibi görünmekte.
Artık ABD’ye baktığımızda, eski siyahi liderlerin aksine, bugünkü liderlerin ufacık bir İsrail eleştirisi yapabilmelerine bile şaşmaktayız. Çünkü günümüzde İsrail tam saha pres, ABD yüksek eğitimi başta olmak üzere, orta eğitimi, medyayı, kiliseleri, özellikle de Kongre’yi tam anlamıyla avucunda tutmakta ve en ufak bir sorgulamaya izin vermemektedir.
Günümüzde bırakın bir siyahi lideri, herhangi bir kimsenin İsrail’i ABD’de eleştirmesinin olanağı neredeyse yok gibi. Hele de Yahudi olmayan birisinin ağzını açması derhal “Yahudi düşmanlığı” iftirasını üzerine çekecek ve o günden sonra yaşamını başka hiçbir şeyle değil, nasıl Yahudi düşmanı olmadığını ispat etmek ve özür dilemekle geçirecek demektir. Yahudi olarak İsrail eleştirisi yapanlarsa, derhal üzerlerine atılan, “kendinden nefret eden Yahudi” iftirasıyla başa çıkmak zorunda kalacak.
Artık bu İsrail savunması o kadar inanılmaz seviyelerdeki, “Filistin” kelimesinin telaffuzu bile artık “terörist propaganda” ya da Yahudilerin söz ve ifade özgürlüğünü kısıtlamak olarak suç kapsamında savcılığa şikayet konusu oluyor. Sadece “Filistin’e özgürlük” yazan yol reklamları “nefret içerikli” oldukları için mahkeme kararıyla indiriliyor.
Özel şirketler de bu akıma kapılmış gitmekteler. Bankalar bir elemanı işe almadan önce iş akdi olarak, “İsrail’e karşı herhangi bir boykota katılmayacağımı taahhüt ederim” belgeleri imzalatıyor. Yani, bankada çalışan bir eleman kanuni ve anayasal hakkını kullanarak İsrail karşıtı bir gösteride görülürse işinden olabiliyor.
Ancak başta yüksek öğrenim kurumlarında yeşeren BDS (Boycott, Divestment, Sanctions – Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar) hareketi tüm inanılmaz engellemelere karşın her gün yeni bir mevzi kazanmakta. Bu hareket içinde olanlar derhal Yahudi karşıtı, ırkçı, ya da “nefret söylemi” içinde olmakla suçlanıyor. Ama mahkemeler bu davaları “konuşma ve ifade özgürlüğü” açısından reddediyor. Ardı ardına dava açmayı, sözünü hiç de sakınmadan, “düşmanı yormak ve engellemek” için yaptığını söylüyor İsrail lobisinin elemanları. Bütün bu saldırılar AIPAC (American Israel Public Affairs Committee – Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi) adlı İsrail’in ödemeleriyle ve ABD’deki milyarder Siyonistlerin desteklediği lobici grubun çatısı altında planlanıyor ve uygulamaya sokuluyor.
Filistin davasını konuşanlara karşı İsrail’in saldırıları tam anlamıyla tavan yapmış durumda. Halkların direnişleri ne kadar ortaklaşmaya doğru giderse sistemlerin onları ayırma, bölme, birbirine düşman etme çabaları da o denli ciddileşiyor. Bu saldırılara karşı direnişçilerin karşılaştığı zulüm de Türkiye olsun, Filistin olsun, ABD olsun ne kadar benzerlikler gösteriyor. Öyle görülüyor ki başta halk direnişlerini dile getiren akademisyenlere özel bir nefret ve kinle saldırıyor sistem. Eskiden MLK ya da Malcolm X’in bile maruz kalmadığı bir saldırı furyası günümüzde artık doğallaşmaya gidiyor. Ancak BDS hareketiyle cisim kazanan direniş de geniş taban bulmaya başladı ve cesur bazı akademisyenlerin de önderliğiyle bu konu artık tabu olmaktan çıkmaya başlıyor.
Genelde ABD’de İsrail’e karşı söz söylemek, söylenince de medyada bunu aktarmak yazılı olmayan bir kanuna göre yasaktır. Duyulacak tek şey, birisinin gene İsrail’e saldırmaya cüret ettiği ve “Yahudi düşmanlığı” yapmasıdır.
Ama bir şeyler değişiyor, bu konuşulmayan tabu yıkılıyor gibi. Nedeni de artık İsrail’in kör parmağım gözüne dedirtecek kadar pervasız, açıktan, saçma ve illallah dedirten saldırıları olabilir. Bir de bütün gün kendini özgürlükler ülkesi olarak lanse etmeye çalışan bir ABD’de İsrail’e karşı basit bir sorguya bile izin verilmemesini saklamak bayağı zorlaşıyor. Yani İsrail’in ABD’de eskiden kendini korumak için su altından, radara gözükmeden kendisini geri planda tutarak uyguladığı kaba kuvvet ve baskıları artık Mısır’da sağır sultanın bile duyacağı kadar herkesin suratına bağıra bağıra, mahalle kabadayısı gibi sokak ortasında nara atarak yapmaya yönelmiş olması. Yani takke düşüyor, kel görünüyor artık.
Bu mücadelede cesurca tarafını belli ederek İsrail’in akıl almaz zorbalıklarını genel tartışmaya açmak gene dürüst akademisyenlere düştü. Son günlerde Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmayla Filistin davasını gözler önüne seren siyahi akademisyen Marc Lamont Hill oldu. Bunun da bedelini derhal işinden kovularak ödedi tabii ki.
Eskiden İsrail’in yaptıklarından haberi bile olmayanlar, 2019’un ilk ayında yönetici sınıflar arası didişme yüzünden kapalı olan kendi hükümetlerinin İsrail yararına kanun geçirmek için gizliden toplanmasına bir anlam veremiyor.
Bir düşünün, yönetici sınıflar arası didişmelerden tüm hükümet kapanmış, devlet daireleri çalışmıyor. Trump, İsrail’deki gibi bir duvarı Meksika sınırına dikmek istediği ama duvarın yapım maliyetini karşılayacak 5,5 milyar doları Demokrat Parti’nin artık çoğunlukta olduğu meclis vermediği için tüm hükümeti kapatıyor.
Memurlar yaklaşık bir aydır maaş alamıyorlar. Devlete iş yapan taşeron firmalar işleri durdurmuş durumdalar. Kimseye ödeme yapılmıyor. Havaalanı güvenliğini sağlayan TSA işçileri parasız çalıştırılmaya zorlanıyor. Bu işçiler işlerini kaybetmemek için “anayasaya aykırı olarak” tek kuruş maaş verilmeden zoraki işe getiriliyorlar. Köleliğin kaldırılmasıyla ilişkili olarak ABD anayasası bu konuda gayet açık: Angarya her haliyle yasak. Ancak dinleyen yok tabii ki. Ama bu beleş çalışmaya direniş de başlıyor. Hastalık bahanesiyle evde kalmalar iki katına çıkıveriyor. Bazı havaalanları terminallerini kapatmak zorunda kalıyorlar. Tam bir politik kriz, tam bir kaos, tam bir kargaşa. 800.000 işçi bunun ne kadar süreceğini, nasıl kirasını ödeyeceğini, para almadan ve alacağı da olmadan işe gidip gitmeyeceğini, kanuni haklarını bilmiyor.
Bu saçmalığı önemsiz göstermek amacıyla Trump yönetimi Türkiye’yi çok anımsatan çözümlerle işçilere süpermarketlerden “veresiye” alışveriş yapmalarını, ev eşyalarını ön bahçelerinde satışa çıkarmalarını öneriyorlar. Bazıları ise 800.000 işçinin özgürleştiğini ve böyle maaşsız çalışmayı desteklediğini ve hatta, ne güzel, durup dururken birdenbire parasız bir tatile kavuştuklarını ciddi yüzlerle söyleyebiliyorlar.
Hatırlatalım ki, ABD’deki işçilerin %60 gibi bir kısmının bir acil durumda yatağının altından çıkarıp kullanabileceği bir 500 doları bile yok.
Meclis ne yapıyor bu politik kriz döneminde? Hükümet kapalıyken, denizlerin güvenliğinin sağlanması için mi toplanıyor? Hayır. Kira ödeyemeyen memurlar için mi toplanıyor? Hayır. Kapanan milli parkları mahveden çöp yığınları için mi toplanıyor? Hayır. İflas sınırına dayanmış devletle iş yapan müteahhitler için mi toplanıyor? Hayır. Ne için toplanıyor biliyor musunuz? ABD’de bazılarının İsrail’e karşı ileride bir zamanda, olası bir boykot çağrısını yasaklamak için koca meclis her şeyin donduğu bir gecede toplanıyor. Geçirmek istedikleri yasada, devletle ihaleye girecek her bir işyerinin asla İsrail’e boykota girmeyeceği üzerine yemin ve taahhüt vermesi gerektiği var.
Daha şimdiden bunun apaçık anayasaya aykırı olacağı, çünkü düşünce ve ifade özgürlüklerini ihlâl edeceği hukuk bilimcilerce alaycı bir halde söylense de, dinleyen var mı dersiniz?
İsrail zekice bir kampanyayla kendisine karşı her türlü eleştiriyi önlemeyi bir süre başarmıştı. İsrail’e yapılan tüm eleştirileri Yahudilere karşı bir saldırı olarak lanse etmişti. Böylece özellikle liberallerin hassasiyeti olan Yahudi meselesinin arkasına sığınıyor, İsrail’e her türlü eleştiriyi Yahudilere yapılmış olarak ilan ediyordu. Hatta siyahilere giderek onların katledilmiş lideri MLK’nin söylediği iddia edilen İsrail’le Yahudiliği eş tutan cümlesini yayıp duruyordu. Giderek İsrail’in ırkçı ve milliyetçi Siyonizm’i bir azınlık ideolojisi olarak gösteriliyordu. Azınlık mücadelesi yapan siyahileri bununla tavlamak zekice düşünülmüş bir plandı. Böylece İsrail’in katlettiği Filistinlilerden bahsetmek, nasıl olduysa, birdenbire Yahudi düşmanlığı olarak kabul edilmeye başlamıştı.
Bu plan okullarda, sendikalarda, kiliselerde ama en önemlisi liberal ve ilerici çevrelerde etkisini gösterdi. Liberaller genellikle özgürlük hareketlerini desteklerler. Ama başlarının üzerinde sallanan bir Yahudi düşmanlığı iftirasına karşı da koyamayacak kadar kafaları karışıktır. Öyle ki, “Filistin dışında ilerici” diye bir deyim yaratılmak zorunda kalındı. Bunlar her başka konuda ilerici ama Filistin konusunda ya suskun ya da klişe, “Ama, İsrail’in de yaşama hakkı var” gibi aptalca bir kekelemeden ileri gidemeyen liberaller.
Bu suskunluğa karşı çıkıp, cesurane İsrail’in suçlarını haykıranlar ya medya tarafından tamamen yok sayıldı, ya da Yahudi düşmanlığıyla suçlanıp işlerinden oldular. Yahudi düşmanlığı siciline geçmiş birinin de yaşamının geri kalanında hep özür dileyecek, hep kendini izah etmesi gerekecek, hep utanarak gezecek bir konumda olması da işin cabası. Çünkü bu kayıt ABD gibi bir yerde artık unutulmayacak bir leke olarak sicilde kalacaktır.
Gerçeği dillendiren siyahi akademisyen: Marc Lamont Hill
Son birkaç aydır adını duyuran bir iki siyahi akademisyen işte bu yazılı olmayan ama kabul edilmiş ve şiddetle uygulanan kanuna uymayarak gerçeği dillendirdiler.
Marc Lamont Hill, bir siyahi akademisyen. Birleşmiş Milletler’de (BM) bir konuşma yaparak İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 50. yılının kutlandığını hatırlattı. Ama bunun hemen peşinden de İsrail’in kurulmasıyla Filistinlilerin başına gelen Nakba’yı hatırlatıyor. Yani Filistinlilerin binlerce yıldır yaşadıkları kendi topraklarından şiddet uygulanarak, zorla boşaltıldıkları olayı. Filistinlilerin insan haklarından hiçbir şekilde yararlandırılmadığını hatırlatıyor. Ardından bugün İsrail’deki en az 60 kanunun nasıl Filistinlilere karşı salt Yahudi olmadıkları için açıktan ırkçılık ve ayırımcılık yaptığını söyleyerek bunun bir devlet konumu olduğunu anlatıyor.
Tüm insan hakları kavramlarının ihlali olmasına karşın İsrail Anayasa Mahkemesi “bazı acil hallerde” işkencenin kabul edilebileceğini kabul ediyor. Bunun üzerine de tüm Filistin protestolarını, şiddet bile içermeyen yürüyüşleri, siyasi fikir beyanlarını “patlamak üzere olan bomba” olarak niteleyerek terör sınıflamasına koyuyor ve Filistinlilerin işkenceye çekilmesine kapıyı sonuna kadar açıyor.

Birleşmiş Milletler’de yaptığı Filistin konuşması yüzünden işinden kovulan akademisyen Marc Lamont Hill
Marc Lamont Hill, Filistinli bireylere yapılan insan hakları ihlallerinden sonra dikkati İsrail’in sistemik ırkçılık ve milliyetçiliğine getiriyor. İsrail yeni geçen Ulus Devlet kanunuyla ülkede yaşayan Filistinlilerin dili Arapça’yı resmi dil olarak yasaklıyor. Bu kanunla İsrail uluslararası kanunların açıktan ihlali olan göçmen konutlarını “milli değer” olarak benimsediğini ama en önemlisi de İsrail’in vatandaşlarının tümünün değil, sadece Yahudilerin ülkesi olduğunu duyuruyor. BM konuşmasında siyahi akademisyen Hill, “Bir Amerikalı olarak verdiğim vergilerin bu gerçeğe katkıda bulunuyor olması beni utandırıyor” diyor.
Belki Hill’in BM konuşmasında gerçeği en fazla yansıtan ve ABD kuruluşlarını en fazla rahatsız eden şey, akademisyenin İsrail konusunda Trump’a kişisel eleştiri getirmek yerine Trump’ın politikalarının, özellikle de Trump iktidarının ABD elçiliğini Kudüs’e taşıma kararının, eskiden beri yerleşik ABD politikalarının sadece bir devamı olduğunu dile getirmesiydi.
Liberaller için Trump’a nasıl ve neden olursa olsun bir saldırı hem kabullenilir hem de gerekli bir başlangıçtır. Mantıklı olsa da olmasa da. Çoğu kez de örneğin kendi destekledikleri Obama’nın bu ve diğer konularda ne yaptıklarını bilmeden ya da bunlardan bahsetmeden parmaklarını hemen Trump’a çevirirler. Bu yüzden sadece Trump’ın değil de tüm ABD devletinin politikalarını bu denli açık seçik hem de BM ortamında dile getirmek çizmeyi aşmak anlamına geliyor. Kimse bu elçiliği Kudüs’e taşıma kararının liberallerin desteklediği Demokratik Parti’nin de oylarıyla 1995’de geçtiğini sorgulamadı bile. Yani bu 1995’den beri ABD’nin resmi kararıydı.
Marc Lamont Hill, konuşarak, anlatarak, Filistinlilerin durumunu duyurmak gerektiğini söylüyor, ama desteğin sadece kelimelerle olamayacağını da belirtiyor:
“Kelimeler Hanen Ahber köyünü ve bedeviler tarafından inşa edilmiş okulu Cenevre Anlaşması’nın 4. maddesinin ihlaliyle yıkımını önlemeyecektir. Kelimeler Darin Tatur gibi şairlerin kendi, şahsi Facebook sayfasında gerçeği söylediğinden dolayı kafese konmasını önlemeyecektir. Sözler İsrail’in daha hâlâ tanımlanmamış sınırlarında barışçıl protesto yapan göstericilerin öldürülmesini önlemeyecektir… Filistin dayanışmamızda kelimelerimizi cisme döndürmeliyiz. Dayanışma bir isim olmaktan çıkarılmalı daha öteye götürmeli ve bir fiile dönüşmelidir. Bir siyahi Amerikalı olarak benim için eylemin, bir dayanışma eyleminin kökleri bizim kendi mücadelemizde vardır. Siyah Amerikalılar köleliğe direnirken, ya da Jim Crow kanunları (siyahileri kanunen açıktan ayıran) bizi bir köle devletinden Apartheid (ırk ayırımcı) devletine geçirirken direnişlerimizi çeşitli taktik ve stratejilerle gerçekleştirdik. İşte burada, bu salonda olan herkesten talep ettiğim bu somut eylemler, bizim kullandığımız o bir dizi eylemlere dayanmaktadır. Uluslararası cemaatten gelecek dayanışma İsrail’i Filistinlilere karşı yaptıklarından dolayı sorumlu tutmak için BDS’yi önemli bir yöntem olarak kabullenmelidir. Bu hareket, Filistin sivil toplumunun ezici bir çoğunluğunun içinden gelmekte ve şiddet kullanmadan 1967 öncesi sınırlara dönülmesi, Filistinli vatandaşlara tüm haklarının verilmesi ve uluslararası kanunların emrettiği gibi Filistinlilerin evlerine ve yurtlarına dönme hakkı talebini yükseltmektedir. Dayanışma demek artık politikacılara ya da partilere Filistin konusunda sessiz kalmalarına müsaade etmemektir. Dayanışma demek, solcuların bütün konularda, çevre, savaş, ekonomi konularında, her ama her konuda köktenci kalıp da sadece Filistin konusunda olmamalarına izin vermemektir.
Batı mitolojisinin öğretisinin tersine Amerikan ırkçılığına direniş sadece Gandi gibi şiddet karşıtı olarak gelişmedi. Tam tersine, meşru müdafaa, köle ayaklanmaları ve taktikler Martin Luther King ve Mahatma Gandi öğretilerinden farklı olarak güvenliği sağlamak ve özgürlüğe kavuşmak için aynı derecede önemliydi. Eğer Filistin halkıyla gerçek dayanışma içinde olacaksak onlara da aynı deneyimleri ve siyasi şansı tanımalıyız. Filistin halkıyla gerçekten dayanışma içinde olacaksak işgal altında olan halka da kendini savunma hakkını tanımalıyız. Barışa öncelik tanımalıyız. Ama barışı romantik olmamalıyız ve bir fetişe dönüştürmemeliyiz. Her fırsatta şiddet içermeyen eylemleri savunmalıyız ve önermeliyiz. Ama bir devlet şiddeti ve etnik temizlikle karşı karşıya olan Filistinlileri direndikleri için ve hiçbir şey yapmadan oturmadıkları için utandıracak dar bir ‘saygınlık siyasetine’ destek veremeyiz.”
Buraya kadar Marc Lamont Hill’in söyledikleri can alıcı çünkü İsrail’e karşı bu kadar doğruyu söylemek her babayiğidin kârı değil ABD’de. Ayrıca Malcolm X’den ne kadar etkilendiği de kullandığı kelimelerden bile açıkça anlaşılmakta. Hatta Malcolm X’in eski örgütü İslam Milleti’nin şimdiki başı Louis Farrakhan’la 2016’da buluştuğu haberi bu BM konuşmasının hemen ardından büyük bir ihtimalle AIPAC lobici örgütlerinin araştırmaları sonucu derhal medyaya servis edildi. Farrakhan gerçek bir Yahudi düşmanı ve bir Müslüman lider ama onunla görüşmüş olması bile Hill için affedilmez bir hata olarak lanse edildi. Savunmaya zorlanan Hill, Farrakhan ile birçok konuyu olduğu gibi Yahudi düşmanlığını ve hatta LGBTQ sorunlarını da konuştuklarını açıklamak zorunda kaldı.
Ama Marc Lamont Hill’in, BM’de yaptığı bu konuşmada hançeri kalbin tam ortasına saplaması konuşmasının ilerleyen cümlelerinde geliyor. Önce günlük olaylara bakarak iyimser olmadığını belirtiyor, ama devamla şunları söylüyor:
“Filistinlilerin özgürlüğü ve sonunda kendi kaderlerini tayin etmeleri açısından bana umutlu olmam için motivasyon veren bir olay 2014’ün Ağustos’unda geldi. Siyah Amerikalılar Missouri eyaletinin Ferguson şehrinde Michael Brown adında bir adamın ölümünü protesto ediyorlardı. Michael Brown, polis güçlerince vurulup öldürülmüş silahsız bir siyahi vatandaştı.”

Suçsuz, silahsız bir siyahiyi vurup öldüren polislerin arabaları Ferguson’da göstericilerce yakılıyor
“Biz protestomuzu gerçekleştirirken Filistin mücadelesi için bana umut veren iki şey gördüm. Birincisi, eylemcilik hayatımda ilk kez bir deniz gibi Filistinlilerin bu gösterilere katılımını, deniz gibi Filistin bayraklarını toplananlar arasında gördüm. Bu bize bir dayanışma projesi yaratmamızı söylüyordu. Bu bize direnebilmemiz için beraberce davranmamız gerektiğini çünkü Amerika’daki devlet şiddetinin, Brezilya’daki devlet şiddetinin, Suriye’deki devlet şiddetinin, Mısır’daki devlet şiddetinin, Güney Afrika’daki devlet şiddetinin ve Filistin’deki devlet şiddetinin, hepsinin aynı çeşit olduğunu söylüyor.”

Suçsuz bir siyahiyi pervasızca öldüren polisi protesto eyleminde yakılan bir dükkân
“Ve sonunda, birbirimizle didişmek yerine beraber olmamız gerektiğini ve birbirimize dönmemiz gerektiğini sonunda anladık.”
“O gece, daha sonra polis bize biber gazıyla saldırmaya başlayınca Meryem Barghouti ve öteki genç Filistinli eylemciler bize Ramallah’dan bir Tweet atarak maruz kaldığımız göz yaşartıcı gazın sadece geçici olduğunu ve bize gözlerimizi nasıl yıkamamız gerektiğinin derslerini verdiler. Bize gömleklerimizden nasıl gaz maskesi yapabileceğimiz söylediler.
Böylece bizi kendi yerel, küçük konumumuzdan daha büyük düşünmemize ve hayal etmemize olanak verip bize küresel, uluslar ötesi bir dayanışma projesi verdiler. Ve de bu Tweet ve mesajlarla beraberce örgütlenmeye başladık. Bir siyah eylemci delegasyonunu Filistin’e gönderdik. Ve buradan çıkarak İsrail askerleri tarafından eğitilen New York polisiyle New York’ta yaşadığımız polis olayları arasında ilişkiler kurmaya başladık.
Direnişler arasındaki ilişkileri görmeye başladık. Buradan da beraber örgütlenme, inşa ve mücadeleye başladık. İşte bu dayanışma, yani sadece ideoloji üzerine kurulmuş bir dayanışma değil de eylemle kurulmuş bir dayanışma çözümdür.”

2014’de İsrail hapislerinden çıkan Filistinli gazeteci Meryem Barghouti (Ortadaki)
Marc Lamont Hill CNN’den atılıyor
Beklendiği gibi Marc Lamont Hill’in BM konuşması anında İsrail lobicilerini harekete geçirdi. Tam anlamıyla bir cadı avı daha o gün, o saatlerde başladı. Çalıştığı üniversiteye ve danışmanlık yaptığı CNN televizyonuna baskılar, mektuplar ve tehditkâr mesajlar örgütlü bir şekilde gelmeye başladı.
Hill’in konuşmasında karşı çıkılacak yerleri didik didik ederek bunları korku yaratacak ve saldırıları tetikleyecek olarak göstermenin yolları arandı. Bilindiği gibi, “içeriğinden saptırılarak tekrarlanan bir doğru, uydurulacak en büyük yalandan daha çok tahribat yapar.” Bu doğrultuda Filistinlilerin kendilerine dünyanın en güçlü dördüncü ordusu olduğu söylenen İsrail’in saldırısına karşı meşru müdafaasının olduğunu söylemek neredeyse bütün medya tarafından, “Şiddet, terör ve saldırıları desteklemek” olarak lanse edildi.
Daha da öte, Amerika’nın özgürlüğünü anlatan ve Amerikalı vatanseverlerin dillerinden düşürmedikleri “Güzel Amerika” (America the Beautiful) şarkısının sözlerinden aldığı “Filistin nehirden denize özgür olacak” cümlesi bardağı taşıran son damla oldu Siyonistlere. 1894’de bir İngilizce profesörü olan Katherine Lee Bates’in “Güzel Amerika” şarkısına yazdığı güftede, “denizden parlak denize” kadar Tanrı’nın Amerika’yı kutsadığına atıfla Hill, Filistin’in de “nehirden denize”, yani Ürdün Nehri’nden Akdeniz’e kadar olan topraklarının aynı Amerika gibi özgürleştirileceğinden bahsediyordu.
Ama daha 2015 yılında İsrail’in Dışişleri Bakanı Yardımcısı Tzipi Hotovely, işgal edilen Filistin toprakları için, “Buradaki toprakların tümü, hepsi bizimdir. Hepsi. Akdeniz’den Ürdün Nehri’ne kadar her yer bizimdir. Buraya da bunun için özür dilemeye gelmedik” demişti.
Hill’in sözleri ise inanılmaz bir ayaklanma, koro şeklinde bir uluma yarattı Siyonizm’in kontrolündeki medyada. Sorun, o toprakların halihazırda İsrail işgali altında olmasından kaynaklanıyor. Filistin’e bu özgürlük dileği Siyonistler tarafından derhal İsrail’in yerküreden silinmesi çağrısı olarak servis edildi ve bunun bir “terör çağrısı” olduğunu yaydılar. Öyle Filistin’in özgürlük mücadelesini Amerika’nın özgürlüğüne çok yaklaştırmaya pek izin verilmez ABD’de. Kimse bu yönüne bakmadı konuşmanın tabii ve sonunda Hill’in “İsrail’e karşı terör çağrısı” tek konuşulan konu haline geldi.
Trump’ın sözcüsünün onun yalanlarını savunmak için söylediği, “alternatif gerçekler” uydurması kadar anlamsız olan CNN’in sloganı “önce gerçekler” de Lamont Hill örneğinde kaybolup gidiyordu. Çünkü aklı başında kimsenin karşı çıkamayacağı illegal İsrail işgali nedense CNN’in “önce gerçekler” filtresine takılmıyordu. Ve CNN el çabukluğuyla Marc Lamont Hill’i işinden kovduğunu ilan ediyordu. Hill, CNN’e dört yıldır yorum yapmış, pek çok kez fikirlerine başvurulmuş, daha önce de Fox ve Huffington Post’da çıkmış ve yazmış bir akademisyen. Ancak İsrail’i eleştirmesinden sonra bu kadar katkısı, bilgisi, deneyimi derhal sıfırlanmış, kapının önüne bırakılmıştı. “Alternatif gerçekler” maddi gerçeklerden daha gerçek olmuştu.
İşinden atılmasının arkasından soruları gülerek karşılayan Hill, “İyiyim, çok iyiyim, hatta kendimi bayağı iyi hissediyorum, bu günlerde kendimi çok enerjik hissetmekteyim” diyordu.
Hill’in medya konusunda çalıştığı Temple Üniversitesi ise, “Profesör Hill’in sözleri kendisine aittir” demiş ama akademisyeni saldırılara karşı ifade ve düşünce özgürlüğü açısından korumuştur: “Hill’in sözleri bir birey olarak, her bir vatandaş gibi anayasanın koruması altındadır. Daha sonra verdiği açıklamalarda da açıkça bir Yahudi düşmanlığı şiddetini savunmadığını da söylemiştir.”
Üniversite mütevelli heyeti başkanı “Bu üniversitede kimse onun dediklerinden hoşnut değil. Ne ben hoşnutum, ne idare hoşnut, ne de mütevelli heyeti hoşnut. Fikir özgürlüğü bir şey, nefret söylemi başka şey. Onu kovmamız gerektiği söyleniyor, ne yapılması gerektiğine bakacağız” diyerek Hill’e saldırıyor. Ama üniversite rektörü Richard Englert, “Hill’in fikrini ifade etmesi anayasa tarafından korunmaktadır. Bu koruma her bir kişi için geçerlidir” diyerek cesurca akademisyeni koruyor. Burada Hill’in anında üniversiteden atılmasını engelleyen faktör üniversitenin özel değil de bir kamu üniversitesi olması. Eğer özel bir okul olsaydı, Marc Lamont Hill’in anayasal hakkını kimse dinlemez, özel mülkiyet anayasadan öne geçer ve Hill kendini CNN’in yaptığı gibi kapının önünde bulurdu.
Bu olaylar sırasında öğrenciler de profesörlerini yalnız bırakmıyor, üniversite içinde yaptıkları bir yürüyüşle Hill’e ve fikir özgürlüğüne bağlılıklarını gösteriyorlardı.

Temple Üniversitesi öğrencileri Profesör Hill ve fikir özgürlüğü için gösteride.
Profesör Hill’e destek öğrencilerle de kalmıyor, 40’a yakın öğretim üyesi bir mektupla kendisinin yanında olduklarını duyuruyorlardı.
Daha da ilginci, bu üniversiteden mezun bir sürü Yahudi ve haham gazetelere bir açık mektup yazarak üniversitelerin bir açık tartışma alanı olduğunu vurguluyorlar, çalışma arkadaşları Hill’e yapılan saldırıyı kınıyorlar. Gazete ilanında şöyle deniyordu:
“Temple Üniversitesi mezunları ve Yahudi toplumuna yetkili hahamlar olarak bizler okulumuzun başkanına bu mektubu yazarak Profesör Marc Lamont Hill’e verdiğimiz desteği söylemek istedik.”
“Ne kadar Temple Üniversitesi’yle ve hahamlığımızla hep beraberce gurur duysak da İsrail’in ve Filistin’in geleceği konusunda hemfikir değiliz. Aslında, İsrail ve Filistin’in güvenliğinin çözümü konusunda aramızda çok sert ayrılıklar vardır.”
“Bunları söyledikten sonra, belirtmek gerekir ki, Profesör Hill’in BM’deki konuşmasından dolayı herhangi bir şekilde cezalandırılması niyeti bizi dehşete düşürüyor. Konuşmasının ‘Yahudi düşmanı’ olarak suçlanması adil değildir ve cahilcedir. Ne kadar sert olursa olsun, İsrail’in eleştirisi, hatta bölgede tek devletli çözüm kendi başına Yahudi karşıtı bir demeç değildir.”
“Bu konuyu değişik görüş açılarına saygı içinde tartışmak için Yahudi liderler olarak, cemaatimiz durmadan bizden yardım ister. Fikirlerin özgürlüğüne kendini adamış bir kurumdan biz de bunun daha azını yapmasını bekleyemeyiz.”
İşte bilim, özgür ifade ve fikirlere saygı gösteren bu yaklaşım bence tartışmaya son noktayı koyuyor. Bu hahamlar, kendi dinlerine, İsrail’e gözü kapalı bir militan olarak yanaşmıyor, milliyetçiliklerinin ya da yobazlıklarının mahkûmu olmuyorlardı. Kendi inanışlarına ters de olsa üniversitenin bağımsızlığını kendi ülkelerinin genişlemeci politikalarından daha üstün tutuyor, kendileri gibi düşünmeyen, hatta kendi inandıkları her şeye ters düşen bir profesörün cezalandırılması isteğini dehşetle karşılıyorlardı.
Ne diyelim, Türkiye’de Filistin için timsah gözyaşları döken ve kendine Müslüman diyen “akademisyenlere” örnek olur mu bu direniş? Benzeri bir konuda KHK ile işlerinden atılan meslektaşlarını bir gazete ilanıyla savunacak ahlakı bile gösteremeyen bu “akademisyenlerin” sanırım Yahudi hahamlardan öğrenecekleri kocaman bir ahlak dersi var derim.
Devam edecek…
1. Bölüm: ABD’DE SİYAHİ HAREKET VE FİLİSTİN ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ