Şimdi, faşizme yönelen egemen bloğa rağmen, ortaklaşan halk güçlerinin öncülüğünde demokratik cumhuriyetin inşası doğrultusunda fiili-demokratik alanlar yaratmanın zamanıdır
AKP’nin kaybettiği 7 Haziran 2015 seçimleri özel bir dönem açtı. Seçim artık başka bir anlam kazanmıştı.
O artık egemenler açısından “tehlikeli” bir şeydi!
8 Haziran sabahı iktidar şok yaşarken, farklı muhalefet güçlerinin hepsi birden erken bir “zafer sarhoşluğu” içindeydi ve sanki “normal” ya da “demokratik” bir ülkede olabileceği gibi AKP’nin kendiliğinden iktidardan düşeceğini umarak kutlamalar yapılıyordu.
Olup bitenleri tekrara gerek yok; hepimiz biliyoruz, sıkışıp zorlanan AKP/Erdoğan’ın yardımına resmi muhalefet CHP koştu ve sözümona “görüşmelerle” onun vakit kazanmasını sağladı.
O zaman henüz tazeliğini koruyan Gezi’nin parıltısı zaten arkasında olan halkçı muhalefet ise, kendisine yüksek meşruiyet sağlayan seçim sonuçları üzerinden hızla hamle yaparak fiili-demokratik bir durum yaratma olanağını yakalamış olmasına rağmen, kutlamalarını bitirince, oldukça masumane davrandı ve yasaların bayrağını sallamakla yetindi.
7 Haziran’da gafil avlanıp şaşıran Erdoğan, muhaliflerinin desteğiyle kazandığı zaman sayesinde şaşkınlığını üstünden atma fırsatını yakaladı. O, Gezi sürecinde netleştirdiği özel bir “savaş” bilincinin ürettiği yoldan ilerleyerek ve binbir kurnazlıkla yaptığı hesaplar üzerinden hamlelerini yapmaya başladı.
Erdoğan, önce “Barış Süreci” görüşmelerini bitirip ülkeyi yeniden savaş bataklığına sürükledi. O zamanlar savaşın başlaması için güncel gerekçe olarak gösterilen 2 polis memurunun öldürülmesiyle PKK’nin ilgisi olmadığı şimdi herkes tarafından biliniyor, mahkeme kararlarına geçti.
Ancak, savaşın yarattığı-yaratacağı gergin ortamın dikkatleri seçim sonuçlarından yeterince kopartamayacağı hesaplandığından olacak, birden ortaya çıkan IŞİD çetesi önce çoğunluğu SGDF’li gençlerden oluşan 32 kişiyi sonra da Ankara’da 103 emekçiyi katlederek politik ortamı terörize etti. Bir kaosa doğru sürüklenildiği endişesi ülkeye yayılırken, şovenizm körükleniyor, başta HDP olmak üzere bütün muhalefet güçleri düşmanlaştırılıyordu.
Açık ki, bir “alarm-acil durum” havasıyla hızla ve doğrudan iktidarın emrine giren devlet güçleri, her türden yasallığı “askıya alarak” bilinçlice inşa ettikleri korku, endişe ve hatta paniğin yarattığı sisli puslu havada “işini” yapıyor, 7 Haziran’ı olmamışa çevirirken, ilan edilen 1 Kasım 2015 erken seçiminin kazanılmasını garanti altına alacak koşulları oluşturmaya çalışıyordu.
Nitekim, yeniden başlatılan savaşın, dökülen muhalif kanlarının ve yapılan binbir başka entrikanın sonrasında, “1 Kasım Seçim Darbesi” gerçekleştirildi. Seçim günü yapılan hileler, öncesinde olup bitenlerin yarattığı kaotik toplumsal atmosferde görülemedi bile.
7 Haziran sonrasında 1 Kasım’a dek yaşananlar, devletin yürürlükteki yasalarına göre ağır suçlardı, yapanların aynı yasalara göre “müebbet” hapis cezası almasına fazlasıyla yeterdi. Tıpkı, öncesindeki Haziran 2013 Gezi İsyanı’nda devlet gücü kullanılarak halka karşı yürütülen terör ve işlenen cinayetler gibi.
İktidar, Gezi’de ayaklanan milyonlar tarafından kendisine dayatılan “istifa” talebini, kendi yasalarını rafa kaldırarak uyguladığı devlet şiddetiyle halkı ezerek cevaplamıştı. 7 Haziran seçimlerindeki yenilgisini de aynı şekilde devlet terörüyle ve yürürlükteki yasaları açıkça çiğneyerek aşıp yoluna devam etti.
O, halkçı muhalif güçler anlamamakta ısrar etseler de, sıradan bir iktidar partisi değildi ve bir yeni rejim-kurucu gözükaralığıyla davranıyordu. Ve, bu özel kararlılık kendi yolunda ilerledikçe-ilerleyebilmek için daha derine inecek, devletin faşist temelde yeniden örgütlenmesi zeminine yerleşecekti.
Üstelik, Gezi ve sonrasındaki gelişmeler iktidar açısından geri dönülemez eşiklerin geçildiği bir durum yaratmış, iktidardan düşen bir “muhalefet partisi” olma olasılığı işlenen-halen de işlenmeye devam edilen suçlarla yok edilirken, A.Gül’de simgeleşen bir çatlamayla AKP’nin de bütünlüğü ve büyüsü bozulmuştu. AKP, kendi özgün kimliğini kaybetmiş, artık sınırsız-denetlenmeyen bir güce ulaşan Erdoğan’ın elindeki bir araca dönüşmüştü.
Öte yandan, işlevini tamamlayan AKP-Erdoğan’ı düşürüp iktidar alanının mutlak hâkimi olmak isteyen sermaye güçleri ve kendilerini ordudan tasfiye eden Erdoğan’dan intikam almak isteyen devlet fraksiyonu da tutumlarını değiştiriyordu.
Ülkenin sürüklendiği kaotik ortam oligarşinin içindeki bütün egemen fraksiyonları telaşa düşürmüş, her ne kadar tepkili olsalar da, kendi düzenlerini bir biçimde sürdürmeyi becerebilen Erdoğan’ın yasaları askıya alarak yapıp ettiklerine omuz vermeye başlamışlardı.
İktidar alanını birlikte inşa ettiği ittifak gücü Cemaat’i kaybeden ve üstelik bu çetenin arkasındaki ABD ile ilişkileri gerginleşen Erdoğan da, yalnız-kendi başına ayakta kalmakta zorlanıyor, bozulan dengesini yeniden kurabilmek ve kendisini dayatan güç ve kapasite yetersizliği sorununu aşabilmek için yeni ittifak gücü arıyordu.
Sonuçta, tencere yuvarlandı kapağını buldu, egemenler arası güç ilişkilerinin demirden yasalarının hükmü üzerinden, Erdoğan (artık AKP berhava olmuştu), sermaye güçleri ve farklı devlet fraksiyonları, Erdoğan’ın hegemonyasındaki bir yeni iktidar alanında buluştular.
Kendisinin ipinin çekildiğini anlayan Cemaat’in can havliyle yaptığı 15 Temmuz ordu darbesi, önceden beklendiği için alınan önlemlerle bir biçimde savuşturulsa da, özel bir “devlet krizi” yaratarak var olan kaotik ortamı daha tehlikeli hale sokunca, söz konusu ittifak arayışı ve denemeleri de “zorunluluk” zırhıyla kaplandı.
Egemenlerin tümünün üstünde konumlanarak kendilerini var edebildikleri devlet, 15 Temmuz sonrasında içine sürüklendiği kriz içinde zorlanarak beka sorunu yaşıyordu, dolayısıyla “ittifak” artık “kutsal” bir kimlik kazanmıştı.
Koç Holding’in sivri ucunu oluşturduğu TÜSİAD-YİK’ten Ergenekon operasyonlarıyla ordudan tasfiye edilip hapse atılan generallere, M.Ağar’dan Bahçeli’ye uzanan özel bir güç alanı, değip dokunduğu herkesi de peşinden sürükleyerek Erdoğan’la ittifak kurmuştu.
Peki, devlet krizini aşabildiler mi?
Aşıldığı-aşılacağı yönünde kimi durumlar oluşsa da, bunlar bir siyasal ve toplumsal derinliğe ulaşıp kalıcı olamıyor ve kriz sürüyor, sürdükçe de hasarı artıyor.
“Kutsal İttifak”, devlet krizini aşmak ana yönelimine ek olarak, “Başkanlık Sistemi” olarak adlandırılan ve bir türlü kuruluşunu tamamlayamayan yeni rejimi yeterli toplumsal meşruiyete kavuşturmak, neoliberal çapulculuğu derinleştirmek, Kürt sorununu savaş yoluyla PKK’yi yenerek çözmek ve bölgesel hegemonya sürecini ilerletmek hedeflerine doğru hareket ediyor.
Ancak, her ne kadar egemenler açısından zorunlu ve kutsal bir yönelim olsa da “İttifak” tarihsel kökleri olan iç-gerilimlerle yüklü.
O, bir taraftan Avrasyacı kanadının etkisiyle Rusya-Çin eksenine doğru itilirken diğer taraftan ABD-AB bloğuyla iç içe geçmiş yerel sermaye güçlerinin çıkarları tarafından Batı’ya/ABD-AB’ye çekiştiriliyor. Öte yandan, despotik laiklik ve Erdoğanist İslam şeklinde kabaca ikiye ayırabileceğimiz farklılık da ittifakın derinleşmesine fren oluyor.
Kalıcı olması oldukça zor bir ittifak!
İçindeki herkesin kendi çıkarlarını gözeten yeni bir ittifak-güç arayışı içinde olması üzerinden dağılabileceği bir yüzeysellikte tutunan ya da kalıcı olabileceği bir derinliğe bir türlü ulaşamayan İttifak; aynı zamanda, dağılmayıp sürdükçe ortaklaşma yönünde yol alan, yaşadığı krizleri çözdükçe derinleşip-kalıcılaşan ve güncelliğin “beka” ve “zorunluluk” yüklemesi üzerinden güç kazanan bir ittifak!
İttifak, çözülüp-dağılma ve derinleşip-kalıcılaşma yönündeki iki zıt eğilimle birden yüklü.
İşte, 7 Haziran sonrasında, seçimlerle iktidarın “biçimsel” de olsa el değiştirebildiği “normal” dönemler bitmişti.
En küçük bir dengesizliğe bile tahammül edemedikleri anlaşılıyordu. Olağanüstü bir süreç başlamıştı.
Bu durumda, seçimlerin sonuç yaratma kapasitesi kalmayınca, zaten öncesinde de sadece “biçimsel” olduğu için zayıf olan içeriği hızla boşalıverdi ve seçim süreçleri Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu ile kedi-fare oyunu oynadığı bir sefil tiyatroya dönüştü.
Neredeyse her sene bir seçim düzenleyen Erdoğan, seçim kampanyalarını ve seçimin kendisini, iktidarını sürdürmenin sıradan bir aracına indirgemişti.
O, bağırıyor, ağlıyor, asıp kesiyor, düşmanlar yaratıp onlarla savaşıyor ve buna benzer kurnazca hesaplanmış hamlelerle kendi destekçi ağını sürekli konsolide ediyordu. Sonuçlar da, 7 Haziran’ın “aman bir daha asla yaşanmaması” korkusuyla önceden “garantiye” alınıyor, hilenin binbir çeşidi şark kurnazlığının en bayağı bilincinden üretilerek ve üstelik pek de saklanmadan bizzat devlet tarafından art arda uygulanıyordu.
Farklı fraksiyonlarıyla devlet içi güçler ve sermaye, “alarm” haline geçip ortaklaşmıştı, çıkarları ciddi tehlikedeydi, tehlikenin ağırlığı yasaları ve seçimleri “teferruat” haline düşürüvermişti.
Sonra yapılan 16 Nisan referandumu ve 24 Haziran seçimleri de, hepsi toplaşıp ortaklaşan egemenlerin kendi yasalarını çiğnemekten çekinmediği söz konusu “alarm” koşullarında ve önceden belirlenmiş sonuçları aleni hilelerle “tasdik” ettirmek için yapıldı.
Terör ve hile el ele vermişti; oyun, öncesinde silahlarla “alan temizliği” yapılarak ve hileli zarlarla oynanıyordu.
Peki, hep böyle sürebilir mi, her şeye kadirler mi, istediklerini çalıp keyifle oynayarak iktidarlarını sürdürebilirler mi?
Açık ki, ellerindeki devlet gücünü kullanarak zaten bir müddettir sürdürüyorlar, ama şimdi oldukça “keyifli” geçen “yasasız” günler etkisini zamanla gösteren özel türden bir “zehirle” yüklü. Evet, keyif veren bir zehir soluyorlar ve günün sonunda oldukça tatsız sürprizlerle yüzleşmeleri kaçınılmaz!
Ancak böyle- yasasız ve keyfi bir rejimle var olabilen bir iktidar, süreç aktıkça topyekûn çeteleşecek-çeteleşiyorlar, onca baskıya ve tek sesli medyaya rağmen bir türlü çözemedikleri karşılarındaki muhalif toplumsal alanı çeteleştikçe daha da kaybedecekler-kaybediyorlar, sistemin günlük akışını sağlayan toplumsal dengeler bozulacak-bozuluyor, toplumsal çürüme yayılacak-yayılıyor ve sonuçta çözmek istedikleri devlet krizi yıkıcı bir derinliğe doğru sürüklenecek-sürükleniyor.
Toplumsal, siyasal ve hatta bireysel ilişkiler, yasalarla düzenlendiği istikrarlı yapısını kaybedip, gittikçe artan oranda çıplak güç ilişkileri üzerinden yaşanıyor. Kimin kime gücü yeterse!
Toplumsal meşruiyet gücünü arttıramayan iktidar alanı, hiçbir yasayla sınırlanmadan keyfi yönelimlerle topluma/özellikle de Kürtlere, Alevilere, kadınlara ve her kesimden yoksullara karşı sürekli daha fazla güç kullandıkça-hile yaptıkça, iktidar alanını gasp eden bir suç çetesi olmaya doğru büzüşüyor.
Böyle olması kaçınılmaz ya da zorunlu değildi; İttifak güçleri, faşist dayatmanın geçmişte Almanya ya da İtalya’da başarabildiği gibi, devlet şiddeti ve hilelerle toplumsal alanın tümünü işgal edebilirlerdi.
Bizde özel olan, aynı zamanda silahlı bir gerilla gücünü de içinde barındıran Kürt halkının özgürlük arayışının kalıcılaşmış varlığı, Gezi’de kendisini patlayarak gösteren halkın özgürlük arayışının gücü, özellikle öne çıkan kadın kurtuluş hareketinin ulaştığı meşruluk üzerinden toplumsallaşabilmesi ve tarihin derinliklerinden günümüze akıp gelen bir komünal geleneği sürdüren Alevilik olgusunun faşizme içerilmeyi zorlaştıran yapısıdır.
Şimdi sürüp giden ekonomik krizin yıkıcı etkileri de, işte böyle bir toplumsal direniş hattının varlığı sayesinde, başka bazı ülkelerde olduğu gibi faşist propagandanın etkisiyle çürümekten çok faşizmi kuşatan gerilim eksenlerinden birisi hatta en güçlüsü olmaya eğilimlidir. Dağınık olarak sürüp gelen işçi direnişleri de, aynı zeminde güçlenerek belirleyici olacağı bir güce ulaşabilir.
Faşizmin kurumsallaşma-kalıcılaşma süreci bu engelleri bir biçimde çözüp aşamadıkça, özellikle de diğer muhalif halk güçleri için nesnel bir askeri “şemsiye” rolünü oynayan Kürt gerillalarını açık bir askeri yenilgiye uğratamadıkça, hep şimdiki gibi denge sorunu yaşayacak ve yeterli toplumsal meşruiyeti ve desteği sağlamakta zorlanacaktır.
Kapitalizm kendi siyasal alanını sistemin egemen gücü olan sermaye sınıfının varlığını güçlendirecek-ihtiyaçlarını karşılayacak bir zeminde kurar.
Bu siyasal sistemin merkezinde/omurgasında devlet konumlanır ve ülke içindeki sınıfsal güç dengelerinin belirlediği farklı rejimler üzerinden kendisini gösterir.
Burjuva devletinin en demokratik burjuva rejimlerinde bile, her türlü yasanın dışında ama sermayenin çıkarlarıyla iç içe bir “derin” ya da “gizli” çekirdeği hep vardır; o çekirdek, devletten ayrı değildir tersine tam da merkezinde konumlanır ama kendisini göstermemeye özen gösterir ve ancak “acil” durumlarda üstündeki yasal örtüleri çıkarıp atarak sermaye sistemini korur.
İşçi sınıfının siyasal bilinci ve pratiğinin ya da ülkenin kimi özel güçlerinin sermayeyi zorladığı koşullarda, sermaye diktatörlüğü demokratik bir rejim olarak kendisini inşa etmek zorunda kalır.
O durumda, rejimin biçimi, demokratik bir anayasa ve hayatın farklı alanlarını düzenleyen demokratik yasalar üzerinden şekillenen burjuva-demokratik bir cumhuriyet olur. Sermaye, kendi diktatörlüğünü, ancak halk tarafından kendisine dayatılmış kurallarla belirlenerek ve halkın ihtiyaçları doğrultusundaki kimi yasal önlemlerle sınırlanarak uygulayabilmektedir.
O durumda, evet, düzen sermayenin düzenidir, egemen odur; ama halkın da bazı hakları vardır. Halk, kendi ihtiyaçları zemininde harekete geçmiş, yaşanan mücadele sonrasında sermayenin düzenini yıkamasa da kendi asgari yaşam koşullarını anayasal garanti altına almıştır.
Burjuva karakterli demokratik cumhuriyette, sermaye kendi düzenini/diktatörlüğünü korumuş, ama halkın kimi kazanımlarını kabullenmek zorunda kalmıştır.
Ülkemizde böyle bir durum yok.
Evet, çürümüş Osmanlı devletinin enkazının üzerinde, onu aşan bir “ilerici” hamleyle inşa edilmiş bir yeni devlet ve bir cumhuriyet rejimi var, ama hiçbir zaman demokratik olmadı!
O aşma, aştığı Osmanlı’nın despotik ruhunu kendisinde sürdürdü ve merkezinde ordu kurumunun olduğu despotik bir devlet ve cumhuriyet rejimini doğurdu. Devletin tarihsel ve güncel despotik belirlenimleriyle uyumlu ve kendi omurgasını yerel sermaye birikiminin hızını ve yoğunluğunu arttırmaya kurmuş özel bir cumhuriyet rejimin içindeydik.
Ancak, kapitalizmin cumhuriyet tarihi boyunca gelişmesi, ortaya çıkardığı bir dizi toplumsal ve siyasal gerçeklik üzerinden, kendisini adeta fideliklerde besleyerek büyüten ordu merkezli rejimle sermayenin somut-tarihsel hareketi arasında gerilim ve sancıyı yaratıp büyüttü. Rejimin iç işleyişindeki ordu merkezli devlet inisiyatifi, sermaye birikiminin önüne “keyfi”- “sermayenin rasyonellerine uymayan” pürüzler çıkarıyor, daha önemlisi artık belirli eşikleri geçip güç kazanan sermayenin kendi pazarı olan ulusal sınırlar içindeki mutlak hakimiyetine engel oluyordu.
İşte, AKP ve ortağı Cemaat, tam da bu sorunu çözmek için “demokrasi savaşçıları” ünvanı takılıp üslerine de pembe şekerler sürülerek öne çıkarıldı.
ABD-AB merkezli küresel sermaye güçleriyle iç içe geçen yerel sermaye güçlerinin yönlendirdiği AKP-Cemaat İttifakı, devletin kendisini biçime soktuğu Kemalist Cumhuriyet rejiminin merkezindeki/oligarşik zirvesindeki ordu hegemonyasını tasfiye edecek ve sermayenin “pürüzsüz”-mutlak egemenliğini sağlayan ve “Başkanlık Sistemi” adı verilen yeni bir rejim inşa edecekti.
O süreç, kendisini her ne kadar “Ordu vesayetinden kurtulup demokratikleşme” söylemiyle süslese de; tam tersine, bir biçimde Aydınlanma geleneğinden etkilenen “eski”-“Atatürkçü” rejimdeki kimi yasal sınırlamalar “yük” olarak görülüp tasfiye edildiği için, daha da baskıcı olacağı kimi dönüşümlerle devletin despotik yapısı sürdürülüyordu.
Sermaye, kendi ihtiyaçları yönündeki bu dönüşümü yapabilmek için, kendisine umut bağlayan ahmaklaşmış liberal aydınlar üzerinden yaptığı “demokratik dönüşüm” propagandasıyla, eski rejime tepkili bazı halk kesimlerini de AKP/Erdoğan’a destek gücü yaptı.
Ancak, sermaye birikiminin küresel ve yerel koşullarının ürettiği somut-tarihsel ihtiyaçlar doğrultusunda hedeflenen bu dönüşüm, önce anayasal statü kazanmakta zorlandı. Bu zorlanma sürecinde yaşanan binbir gerilim devlet şiddeti ve bolca hileyle atlatılsa da, o “şiddet ve hile” pratiğinin bir ürünü olarak ortaya çıkan devlet krizi, yaşanan ekonomik krizle birleşerek sistemi, devleti ve kurulmaya çalışılan yeni rejimi tehdit ediyor.
Zaten herkes söylüyor; bir “beka sorunu” oluştu.
En önemlisi de, toplumun yarısından çoğu, terör ve hileye battıkça çeteleşen egemenlere onay vermiyor. Bu çeteleşen siyasi özne/“İttifak”, toplumdan kendisine yeterli meşruiyet üretemiyor. O zaaf, daha yoğun terör ve daha fazla hileyle kapatılmaya çalışılıyor, ama bu yöntemler de şimdiye dek “açığı büyütmekten” başka sonuç üretemedi-üretemiyor.
Yeryüzünün aslında çoğu ülkesinde, özellikle de geç kapitalistleşen birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de, sermaye diktatörlüğü halkın çıkarlarını gözeten demokratik sınırlamalarla zorlanmadan kendi iktidarını sürdürüyor.
Modern yerel sermaye, tarihsel meşruiyetini yitirmiş bir imparatorluk tarafından kısıtlanmış yerel birikim kanallarının kurduğu “komprador” ilişkileri üzerinden kapitalist metropollerin mallarını satarak ve onlara hammadde sağlayarak yaptığı birikimlerle kendisini var etti.
Söz konusu sürecin diğer tarafında ise, kapitalist metropollerdeki sermayenin, ağlarını yeryüzüne yayarak kendi birikimlerini arttırma ve erken kapitalistleşmenin verdiği üstünlükten faydalanarak geç kapitalistleşen ülkeleri boyunduruk altına alma yönelimi vardı. Bu doğrultuda geç kapitalistleşen yerelde oluşan “komprador” yapıdaki sermaye havuzlarıyla işbirliği yapılarak Osmanlı coğrafyasına da giriliyor, pazar ve hammadde ihtiyacı giderilirken yereli hiyerarşik-boyunduruk altına alan bir ilişkinin zemini inşa ediliyordu.
Aynı tarihsel momentin egemen siyasal alanı olan Osmanlı devleti ise, modern sermaye birikimine hız keserek engel olan “antika” yapısıyla artık tarihsel meşruiyetini yitirmişti. O, zamana yayılan bir çürüme ve çözülme sürecinde ayakta kalmakta bile zorlanarak hükmünü sürdürmeye çalışıyordu. Şeriat hukuku modern kapitalizmle uyuşmuyor, aslında zaten pek de uygulanamadığı için orasından burasından “delinerek” fiilen dağılıp yok oluyordu.
Kemalist inisiyatif, çürüyüp dağılan Osmanlı devletini “kurtarmak” amacıyla başladığı nafile bir mücadele sürecinin ilerleyen aşamalarında, onu kendi sonuyla yüzleştirmek ve sermaye birikimine uyumlu bir yeni siyasal düzen-devlet kurmak zorunda kaldı.
Sürecin öncü güçleri, Anadolu’da biriken yerel sermayenin çıkarlarını savunan Osmanlı devletinin M.Kemal’in öncülüğündeki ordu mensuplarıydı. Burjuvazinin kısmi katılımı olsa da, inisiyatif Osmanlı ordusunun savaşçı güçlerindeydi. Modern eğitim alan bu güçler, dünyadaki gelişmelerle uyumlu bir tutum geliştirebilmişlerdi.
Anadolu burjuvazisinin zayıf inisiyatifiyle kaynaşarak kendisine meşruiyet sağlayan hem de onun önünü açan M. Kemal öncülüğündeki kadrolar, Osmanlı düzenine karşı halkın tepkisini dillendiren ve aynı dönemde kurulan Sovyetler Birliği’nden etkilenen ama zayıf olan halkçı güçleri ise dışlayıp tasfiye ettiler.
Osmanlı subayları ve zayıf Anadolu burjuvazisinin kaynaşmasıyla sınırlı ve halkçı inisiyatiflere kapalı bir önderlik tarafından kurulan yeni devlet, kendi kurucusu güçlerin çıkarlarını sınırsızca savunan bir yapıda kuruldu. O, evet, sermaye birikimiyle uyumlu yeni bir devletti, ama “demokratik” değil, çözülüp dağılan Osmanlı devletinin “ruhunu”-despotizmi taşıyan anti-demokratik bir cumhuriyetti.
Ancak, her ne kadar Tarih köklerinden aldığı güçle kendisini güncele dayatarak sürüp gitmek istese de, sürecin akışında ortaya çıkan “riskler” onun dayanıklılığını sıkça sınar ve eğilip-bükülmeye ya da bazen sıçrayıp-dönüşmeye zorlar. Hiçbir şey, o arada despotizm de “aynen” sürüp gitmez, tasfiye olup yerini başka bir egemenlik yapısına terk etmek zorunda olabileceği gibi, değişip dönüşerek kendisini sürdürmeyi de başarabilir.
Cumhuriyet’in sağladığı olanaklarla/özel olarak kurulan fideliklerde beslenip-büyütülerek yaşanan kapitalist gelişim, aynı gelişmenin yarattığı somut-tarihsel sonuçlar üzerinden tıpkı Osmanlı devletini olduğu gibi Cumhuriyet’i de etkiledi, etkilemeye de devam ediyor. Oluşan sınıflar ve sınıfların farklı hatta birbirine zıt ihtiyaçları/çıkarları zemininde yaşanan mücadeleler, despotizmin kapsayamadığı farklı etnik ve inanç kimliklerinin var olma mücadeleleriyle ortaklaşıp halkçı-demokratik bir basınç oluşturarak Cumhuriyet’in despotik yapısını zorladı.
Söz gelimi, 50’lerde yaşanan sınıfsal kopuşmaların 60’larda yarattığı politik alt-üstlükler ve özellikle de öğrenci hareketleri ve 15-16 Haziran ayaklanmasında zirvesine çıkan işçi hareketleri Cumhuriyet’in yapısını zorladı. Halk, Cumhuriyet’in sınırlarının dışına taşıyordu. En son Gezi isyanı da, bir yönüyle, halkın, “yüce ve kutsal devlet” tarafından “lütfedilip ihsan olunan” sınırların dışına taşarak özgürce kendisi olma arayışıdır.
Halk, “biat ederek rahat etme” yerine, fırsatını buldukça özgürlüğün riskli varoluşuna olan ihtiyacını-özlemini dillendiriyordu.
Sermaye ise, despotizmin kendisine sunduğu olanaklar sayesinde yaptığı birikimle var olurken, bizzat bu var oluş süreci içinde olup-bitenler tarafından “belirleniyor”, üretime ilgisiz, hazır yiyici-asalak, vurguncu, ürkek ve devlete bağımlı bir özgün yapısal kimlik kazanıyordu. Ordu merkezli devlet fraksiyonuyla en iri sermaye gruplarının temsilcileri despotik Cumhuriyet’in oligarşik zirvesinde konumlanıyor, tarihin akışını kendi çıkarlarını esas alarak yönetiyorlardı.
Kapitalizmin gelişimi tarafından şehirlere doldurulup işçileştirilerek ya da köyünde topraksız bırakılarak yoksullaştırılan halk güçleri ise, aynı gelişimin kaybedenleriydi ve aynı gelişimin yarattığı bireyselleşme ivmesinden en çok etkilenerek özgürlük arayışına çıkan ama despotizmin çelikten ağlardan örülmüş sınırlarıyla karşılaşınca öfkelenen aydın gençlerle ortaklaşarak halkçı-demokratik bir güç alanı ve onun ihtiyaçlarını dayatan bir basınç yaratıyordu.
Bu basınç, kimi demokratik kazanımlar biçiminde despotik yapıda çatlaklar-gedikler yaratabilse de, yapının kendisini çözme ya da yıkıp tasfiye etme gücüne ulaşamadı; despotik Cumhuriyetin içeriği ana hatlarıyla aynı kaldı, demokratik bir yapıya dönüştürülemedi.
Egemenler, halkın zorlamalarına ellerindeki devletin şiddet araçlarını kullanarak terörle cevap verdiler. Tersinden, kapitalizmin gelişmesinin yarattığı sınıfsal ayrışmaların-yoksullaşmanın ve etnik ve inanç farklılıklarını ezip düzleme eğiliminin kışkırtıp ürettiği halkın zoru ise, bu özgün despotik-oligarşik yapıyı sürekli zorladı, sonuçta dağıtamasa da içinde gedikler açabildi.
Şimdi tıkanan, içine doğru yeniden çürüme ve çözülme eğiliminde olan yapı, işte böyle bir tarihin içinden çıkıp geldi.
O, ezelden gelip ebede aynen akıp giden mutlak bir güç değil, tarihin derinliklerindeki köklerinden güç aldığı için dayanıklılık-yaşarkalma kapasitesi yüksek, ama “aynen” değil! O, içinde barındırdığı egemenlik sisteminin ihtiyaçlarına göre yapısal ve biçimsel dönüşümler yaşayan somut-tarihsel bir gerçeklik.
Sermaye, kendi kontrolünde olması şartıyla despotizmin halkı tebalaştıran-kendisine bağımlı kılan yapısını kendisiyle uyumlulaştırarak sürdürüyor. Despotizmin en büyük dostu “erkek egemenliği”, kendisini şimdilerde Erdoğanist bir İslam yorumuyla süslüyor, üstünde iktidarını kurup “vatan” diye yüceleştirdiği coğrafyayı yağmalayarak ve üstünde yaşayanları da ezerek kendisini var ediyor. Demokrasi ise, en büyük düşmanı!
İşte, “Söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır” diyerek yasasızlığı ve keyfiliği yücelten veciz sözdeki vatan, esas olarak yerel sermayenin iç pazar ihtiyacını karşılamakla birlikte aynı zamanda “devlet büyüklerimizin” çiftliğidir! Tıpkı her seferinde olduğu gibi şimdiki krizini de coğrafyasını yağmalayarak, üstünde yaşayan insanları felakete sürükleyerek, özellikle de Kürtleri, kadınları ve Alevileri katliama uğratarak çözmeyi hedefliyor.
Bu yapı, bölgedeki bütün anti-demokratik süreçlerin ve egemenlik sistemlerinin güç kaynağı ve sigortası! Tıpkı bir zamanlar Rus çarlığının olduğu gibi!
Açık ki, Erdoğan Cemaat’le olan ittifakı bozulduktan sonra iktidar alanını tek başına yönetemeyeceğini gördü ve aynı zamanda yaşanan devlet kriziyle paniğe kapılıp çıkış arayan sermaye ve devlet fraksiyonlarıyla yeni bir İttifak kurdu.
Ancak, nedense birçok muhalefet gücü, kendisini Erdoğan karşıtlığıyla sınırlayan bir tutuma sahip.
Peki, faşizmin kurumsallaşması süreci neden Erdoğan’la sınırlanır da onun sayesinde dengesini bulup işini görebildiği “İttifak” gölgelenir?
Öyle anlaşılıyor ki, İttifakın farklı bileşenleri farklı güçler tarafından farklı kaygılarla gölgeleniyor! Eh, herkesin ahmaklığı kendisine!
İlkin, gölgelenen güç alanı ittifakın bileşenlerinden olan ve “kurucu inisiyatif” ordu odağından çıkıp gelen “eski devlet çekirdeği” ise, “ilerici modernizm” ya da “küçük burjuvazinin sol kanadı” denilerek olduğundan farklı bir misyon yüklenen bu güçlerden ve onların malum devlet bilincinden/despotizminden (inanılmaz ama) hala “kurtarıcılık” beklendiğini anlamalıyız.
Halk güçlerinin içinde yaygın olan söz konusu “bulanık bilinç”, apaçık karşısında olup sürekli kendisine vuranı görememekte, bağlı olarak karşısına almamakta-alamamakta, üstelik bir de umut bağlamaktadır. Bu ahmaklığı da aşan körleşme, despotizmin yayılımının ve derinliğinin kapasitesini, karşıtlarının bile bilincini belirleme gücünü gösteriyor.
Aynı ahmakça körleşme, şimdiki İttifak alanının bileşenlerinden olan “devlet fraksiyonunun” olası gelişmelere bağlı olarak yeniden eski ağırlığını kazanma arayışına “dolgu malzemesi” olduğunun da farkında değil!
TKP tümüyle bu alanda konumlanırken, ÖDP aynı alanın kenarlarından utangaçça tutunmaya çalışıyor. CHP ve Alevi hareketi içindeki birçok halkçı güç alanı da aynı zaafla inmeleniyor.
İkincisi, gölgelenen güç alanı İttifakın başka bir bileşeni olarak açıkça devrede olan TÜSİAD-YİK ise, sağ ve sol liberallerin hiç tükenmeyen ham hayalleri üzerinden sermayenin demokratik hamle yapacağı beklentisiyle yüzleşiyoruz.
Oysa, zaten burjuvazinin ilerici barutunun tükenip gericileştiği tekelci-emperyalist aşamasında kendisini var eden ve üstelik devletin fideliklerinde güç kazanan yerel sermaye, yapısal olarak demokrasiye kapalı ve düşmandır. O, ancak halkın zoruyla kimi demokratik kazanımları kabul etmek zorunda kalmış, her yakaladığı fırsatta da bu kazanımları tasfiye etmekten keyif almıştır. 12 Eylül sonrasında V.Koç’un generallere yazdığı mektubun ya da o dönem TÜSİAD başkanı olan tekstil patronu H.Narin’in “gülme sırası şimdi bizde!” sözünün anlamı açık değil mi?
Bu zaaf da, olası gelişmelere bağlı olarak, zaten hiç hoşlanmadığı ama şimdi mecburen kabullendiği Erdoğan’a fırsatını bulursa tekme vurmaktan çekinmeyecek olan sermaye güçlerinin mutlak iktidar arayışlarına “dolgu malzemesi” olmaya yazgılıdır.
Sermaye Erdoğan’ın şahsına karşı ama kurduğu yeni rejime tümüyle uyumludur. Onun gerilimi, yeni rejimin kurucu önderi Erdoğan’ın yetmezlikleri ve hırçınlıklarıyla kurduğu rejimi riske atması ve üstelik iktidara ortak olma iddiası-dayatmasıdır. Şimdi zorlanan yeni rejimin sivriliklerinden-aşırılıklarından arındırılıp restore edilerek sürdürülmesi ihtiyacı söz konusudur. Fransız devriminin diliyle konuşacak olursak, bir “Termidor” dönemi gerekiyor!
Gül-Babacan-Davutoğlu’dan kimi CHP’lilere uzanan bu alan, aynı zamanda Türkiye içinde yüz milyarlarca dolarlık yatırımı olan Batı’nın çıkarlarının sözcüsüdür.
Söz konusu alanın halk güçleri içindeki etki alanı Ufuk Uras’ ta simgeleşir, HDP içindeki Kürt burjuvalarının inisiyatif alanında kendisini gösterir, şimdi cezaevindeki hücresinde onurla direnen O.Kavala’da aynı alanın içindedir.
Evet, ittifakın sivri ucu Erdoğan’dır ve özellikle öne çıkarılması-yıpratılması gerekir; ancak, sözü geçen zaaflı yorumlar böyle bir seçip-sivriltme taktiğine değil, Erdoğan’dan başkasını görmeyen-göremeyen ve son tahlilde “kopuşçu” ve halkın kendisini-halkın ihtiyaçlarını merkeze alan bir zemine yerleşemeyen “bulanık” zihinlerin ürünüdür.
Bu zaaflı bakışlar, şimdiki İttifak’ın çözülmesi halinde, Erdoğan’ın kaybetmesiyle yetinmeye ve meşrebine göre “sermaye güçlerine” ya da “devlet fraksiyonlarına” umut bağlamaya ve böylece egemenlerin çözüldüğü zayıf anda tam da fırsatını yakalamış olan halkın bağımsız-demokratik bir çıkışının önünde engel olmaya yazgılıdır.
Evet, geldiğimiz aşamada, artık “öylesine” ya da “yüzeysel” olsun bir “hukuk devleti” yok, seçimlerin sırf sandık sonuçları üzerinden sonuç yaratma kapasitesi kalmadı. Sonuçlar, halkın oylarının ne olduğuna bakılmadan önceden “uygun görüldüğü” biçimde açıklanıyor. İtirazı olanlar da hapse atılıyor.
Yeni rejim, söz gelimi Fransa’da olduğu gibi burjuva-demokratik bir “Başkanlık Sistemi” değil, tarihimizin içinden çıkıp gelen despotik eğilimlerin de destekleyip belirlediği faşist bir “Başkanlık Sistemi” inşa edilmeye çalışıyor. Devlet’in zaten alışık olduğu işleyişi ana hattı itibariyle aynı kalsa da, biçimi ve ideolojisi tümüyle değiştirilmeye çalışılıyor.
Bizde, devlet, Asur-Sümer medeniyetinden Bizans’a oradan Osmanlı’ya akıp gelen despotik genetiğinin/geleneklerinin güncel sermaye ilişkileri tarafından kapsanarak dönüştürüp-sürdürülen güncel haliyle kendisini var ettiği için; devlet toplum için değil toplum devlet için vardır; devlet kendisine kalıcı olarak bağımlı bir toplumsallık üzerinden bireylerin bilinçleri de kapsayarak kendisini gerçekleştirme eğilimindedir.
Devlet, devletten ayrı ve kendi ihtiyaçlarına ulaşmayı hedefleyen bir toplum oluşmasını baskı altına alıp inmelendirir, felç eder-etmeye çalışır; toplumsal bir özgürleşme yöneliminin tam tersine, tümüyle devlete bağımlı-onun aracılığı olmadan nefes alıp vermesini dahi beceremeyen “sakat-felçli” bir toplumsallık yaratmak için topluma karşı bütün gücüyle ve süreklileşmiş bir savaş yürütür; ve nihayet, kendisini “fetiş nesnesi” yaparak tapılacak bir mutlak ve kutsal varlık noktasına konumlandırmaya çalışır.
AKP’nin öncülüğünde ve “devrimci reform” palavralarıyla süslenerek yürütülen süreçte de, devletin ana yapısı sürdürüldü-sürdürülüyor.
Ordu yerine Reis (ve etrafındaki İttifak güçleri) geldi, bütün kurumlar Reis tarafından (İttifak gözetilerek) doğrudan yönetiliyor. Eski rejimin kimi yüzeysel denetim mekanizmaları bile, aynı yöndeki küresel eğilimle uyum içinde, artık sermaye birikiminin ve devletin kontrol mekanizmalarının işleyişinin hızını kesen engeller olarak görüldü ve tasfiye edildi. Yargı başta bütün devlet kurumları emir-komuta sistemi içinde Reis’e (İttifaka) bağlı dizayn ediliyor.
İslamın Erdoğanist yorumu yeni rejimin ideolojisi yapılmaya çalışılıyor. Tıpkı öncesinde olduğu gibi şimdi de, farklı düşünceler düşmanlaştırılıp terörize ediliyor. Başkan’ın ( İttifakın) paşa gönlü ne isterse, “tak” diye emrediyor hazır ol da bekleyen devlet kurumları “şak” diye yerine getiriyor. Biçimsel bile olsa yasaların hükmü yok, keyfilik belirleyici oldu.
İktidardaki İttifak’ın “Batıcı” (TÜSİAD) ve “Avrasyacı” (eski generaller ve onların ordu içindeki uzantıları) olarak ikiye bölünmüş görünen “Atatürkçü” ortakları ise, şimdiki “geri” konumlarında tutunarak güç toplamaya çalışıyor.
Generaller, zirvede yalnız oldukları eski güzel günlerin özlemiyle dolu olsalar da, güç dengeleri tarafından frenleniyorlar. Sermaye ve generaller, İttifak alanına “modern” ve “ilerici” bir “hava” katma görevini yerine getiriyor, ama esas olarak elbette İttifak içindeki güç dengelerinde kendi konumlarını güçlendirmeye çalışıyorlar.
Geçenlerde yaşanan malum “konser” olayında, şimdiye dek muhalif bir tutum takınmaya çalışan F.Say’ı arkasından iterek Erdoğan’la el sıkıştıranlar kim, açık değil mi?
Kendisini İttifak’ın Atatürkçü kanadı olarak gösteren bir devlet fraksiyonu, öyle anlaşılıyor ki etraflarındaki etki alanını bir biçimde yeni konumuyla uyumlu hale getiriyor. Say’ın babası A.Say üzerinden yürüyen süreç, rastgele ve tekil bir olay değil; geçmişin sol-Kemalist aydınlarının bir müddettir “çok da kavga yapmamak lazım, barış hepimize gerekiyor” diyerek zulmün önünde diz çöküp teslim bayrağı çektiğini görüyoruz.
Aslında, sürecin önceki sivri noktası Cumhuriyet gazetesinde Alev Çoşkun- Mustafa Balbay ikilisi tarafından yürütülen darbede yaşanmıştı. Erdoğan’ın mahkemelerinin verdiği kararla Cumhuriyet gazetesi söz konusu ikiliye devredilse de, esas aktörün Erdoğan değil Ergenekon olduğu vurgulanmış ve şimdi de sıranın CHP’de olduğu eklenmişti. (Saray rejimi ve kutsal ittifak/sendika.org/26 Eylül 2018)
Evet, Cumhuriyet gazetesi “sorununu” çözüp gazeteyi ele geçirdikten sonra sıra CHP’ye gelmişti.
Yerel seçimler sürecinde yaşananlar o yönde epey mesafe alınıp sonuca yaklaşıldığını gösteriyor. Sol güçleri ve Kürt hassasiyetini oldukça zayıf ve ürkekçe gözeterek hazırlanan yerel meclis listeleri CHP genel merkezinin son gece darbesiyle hiçleştirildi. O gece, “Kerameti kendinden menkul” bir merkezi irade hiçbir pazarlık dahi yapmadan emrivaki biçiminde kendisini yerellere dayattı. Sözümona karşı çıktığı Erdoğan’la aynı despotik genetiği taşıyan bu isimlerin, aslına bakılırsa CHP tabanında çok özel bir karşılığı yok, ama öyle anlaşılıyor ki, “arkaları sağlam!”
Açıkça görülüyor ki, CHP hem İttifak’la daha uyumlu yapıya sokuluyor hem de aslında “sorumlu” bir iktidar partisi ya da ortağı olmak üzere hazırlanıyor. Hiçbir özel ağırlığı olmayan Kılıçdaroğlu ve ekibi bir maşa olarak kullanılarak “dizayn” yapılıyor. Evet, yüce, kutsal ve hikmetinden sual olunmaz devletimizin “siyasi partilerden sorumlu müdürlüğünün” içindeki “muhalif sol parti masası” çalışıyor! İyidir, çalışsınlar, hep de böyle cesur olsunlar!
O arada araya sıkıştırılan A.Taş ve bazı Kürt-Alevi adaylar üzerinden sürecin “sol” maskesi de takılıyordu.
Her durumda A.Taş iyidir, desteklenmesi gerekir; ama umarız kendisi neyin maskesi yapılmaya çalışıldığının farkındadır. “Kürtlerden uzak dur- ne pahasına olursa olsun CHP’nin etki alanından ayrılma, gerisine de karışmazsan sana bir belediyeyi kazanma olasılığını veririz” diyen devletin soğuk sesi duyuluyor değil mi?
Ancak, “CHP operasyonunun” zor bir açmazı var; evet, inisiyatif kimde olacak; Batı yönelimli sermaye güçleri mi yoksa Avrasyacı maceraperest devlet fraksiyonu mu?
Sadece o kadar değil, CHP içinde başka dinamikler de hareket halinde!
Farklı etnisitelerden Alevilerin, Erdoğan’ın kendilerini düşmanlaştıran ve ölümcül bir uçuruma doğru sürükleyen yönelimlerine karşı kendisini koruyamadığını gördüğü CHP’den “kopuşma” ve HDP ya da sol-demokrat bir zeminde konumlanma arayışı nasıl durdurulacaktır?
Kılıçdaroğlu’nun Neşet Ertaş’ın şahsında kendisini gösteren halk ozanlarının bilge duruşları, saz çalma ve söz söyleme yetenekleriyle hiçbir ilgisi olmayan sıradan bir ajitatörü sırf faşist olduğu için göklere çıkarıp bilge ozanla aynılaştırma ahmaklığı, sadece Alevilere değil bütün halk güçlerine ağır bir hakaretti. Ama aynı zamanda güncel kopuşmaya ek bir ivme vermiş oldu.
Laik ve demokrat kitleler de, CHP’nin kişiliksiz gibi gözüken ama aslında arkasında ipleri elinde tutan iradenin çizdiği hat üzerinden ilerleyen “tutarlı” hattına tepkililer. Aleviler gibi, bu güçler de HDP ya da sol-demokrat bir oluşum arayışı içindeler
Her iki gücün de, kendileri bu yönde açık bir bilince sahip olsunlar ya da olmasınlar, despotizme karşı demokratik bir cumhuriyetin arayışı içinde oldukları açıktır.
Çok sözü edilen yeni parti arayışlarının somutlaşması halinde CHP’den koparabileceği kesimler de düşünülecek olursa, CHP nin%10-15 arasında oy alabilecek bir Devlet Partisi olma eğik düzlemine itilip-sokulduğunu saptayabiliriz.
Öyle her şeyi hesapladıklarını ve usta işi ayak oyunları çevirdiklerini sananların, kemikleşmiş, donuk ve hırsla dolu bilinçlerinin ülkedeki kaotik dönemin içeriğini, şiddetini ve dönüştürücü gücünü pek de anlayamadıkları anlaşılıyor. İyidir, hep böyle kalsınlar!
Öte yandan, CHP’nin didiklenmesi faaliyetinde sermayenin de özgün bir ivmeyle devrede olduğu açıktır. Sermaye güçlerinin, on yıllardır zaten iyi bildikleri “CHP ile iş görme” pratiğini, günümüzdeki karmaşada da sürdürerek, “pazarlık” değil “mutlak itaat” zeminine yerleştirmeye çalıştığı anlaşılıyor.
Bu zorlama, sermayenin/Batı’nın daha geniş bir alanda yürüttüğü faaliyetin bir ögesi olarak görülürse gerçek anlamını kazanır.
İttifak güçleri arasında henüz bir kaynaşma sağlanamamış durumda, ama TUSİAD-YİK/Batı elbette kendi inisiyatifini güçlendirecek özel türden bir “uzlaşma” için çabalıyor.
Sermaye, oligarşik iktidar alanındaki “eski” farklılıkların, sermayenin güncel yeni gücünün ve egemenliğinin kabullenilmesiyle artık sönümlenmesini istiyor. Eskiden bir “anlamı” olan ama sermayeye göre kapitalizmin gelişmesinin günümüzdeki aşamasında artık anlamını yitirerek “marazileşmiş” ihtirasların terk edildiği ve herkesin “rasyonel” davranıp sermayenin hizmetine girdiği/sermayenin gücüne biat ettiği özel bir “uzlaşma” zemini her fırsattan istifade edilerek güçlendirilmeye çalışılıyor.
İşte, CHP, bir taraftan “devlet fraksiyonları” tarafından çekiştirilirken, sermaye de onu kendi mutlak iktidarıyla uyumlu bir siyasal partiye dönüştürmeye, oluşturulmaya çalışılan yeni siyasal partiler alanının içine yerleştirmeye çalışıyor.
Akşener’den Gül’e, oradan içindeki Avrasyacı “marazi” unsurları temizlemiş bir yeni “kılçıksız” CHP’ye ve sermayenin/Batı’nın halk güçleri içindeki sevdalısı sol ve HDP içindeki kimi burjuva güçlere uzanan bir özel siyasal alan!
Bu özgün siyasal alan Erdoğan’ın dişiyle tırnağıyla ite-kaka inşa ettiği “Başkanlık Sistemi” adı verilen ucubenin içine yerleştirilecektir. Erdoğan’da, “dönüşüm” sürecindeki tavrına bağlı olarak, ya birikimlerini yasallaştırıp bir sermaye grubuna dönüşecek ya da yargılanacak ama sermayeye yaptığı hizmetler gözetilerek fazla yıpratılmayacaktır.
Gelecekle ilgili olasılıkları değerlendirmeyi bir kenara bırakıp da yeniden günümüz gerçekliğine odaklanacak olursak, neredeyse bütün egemen fraksiyonlar, aralarındaki güncel güç ilişkilerinin dayattığı özel bir biçimde, Erdoğan’ın önderliğinde ortaklaşmış durumdalar.
“Başkanlık Sistemi”, neoliberalizmi en azgın haliyle uygulama ve Kürt düşmanlığı, iktidardaki ittifak alanının ana yönelimi.
TC egemen bloğunu oluşturan Erdoğan, sermaye/TÜSİAD, ana devlet fraksiyonları ve başta CHP olmak üzere onlara bağlı partiler/“İttifak” güçleri, ahmakça ve bönce bir tutumla asla başaramayacakları bir hedefe doğru yürüyerek, sermayenin acil “yeni pazarlar ve ucuz işgücü” ihtiyaçlarını gidermeye, o süreçte yaşanan-yaşanacak olaylar üzerinden toplumu kendi çıkarları doğrultusunda konsolide edebilecekleri özel bir asabiyet yaratmaya, o asabiyet üzerinden de kendi egemenlik sistemlerinin iç bütünlüğünü korumaya-yeniden inşa etmeye çabalıyor.
Bu yürüyüşün ana hattında, farklı devletlere dağılmış olan Kürtler bulundukları bütün coğrafyalarda ezilecek ve ancak PKK’nin açıkça yenildiği askeri bir başarıyla sağlanabilecek olan söz konusu “köleleştirme” sürecinde edinilecek güç ve itibar üzerinden Arap ülkeleri de hegemonya altına alınacaktır.
Hedef, ekonomik, siyasi ve askeri düzeylerde kendisini gerçekleştirecek bir “Bölgesel Hegemon Güç” olmaktır.
İslamın özel/Erdoğanist bir yorumu sürece “ruhunu” verirken, var olduğu düşünülen Osmanlı nostaljisi köpürtülerek “Bağımsız ve Müslüman” bir devlet çatısı kurulacaktır.
O arada, Kürtlere bir kez daha diz çöktürebilmek için yaşanacak irili ufaklı savaşlarda özel bir asabiyet oluşturularak diktatörlüğün önünü açan yeni bir toplumsal doku yaratılacak, neoliberal çapulculuğun sağladığı imkanlarla birikimini hızlandıran-kapasitesini arttıran yerli sermayeye artık yetmeyen “iç pazarı-ulusal coğrafya” hegemonya kurulan bölge coğrafyasına doğru genişlemiş olacak ve “mutlu son” olarak da sermaye birikimi şimdikinden epey daha hızlı ve daha yoğun olabileceği bir zemine kavuşacaktır.
Devlet ise, “bölgesel hegemon güç” olarak kendisini dünya çapında yaşanan hegemonya krizine dayatıp ön almaya çalışacak, mümkünse emperyalist hiyerarşinin metropol alanına/merkezine girilecektir.
Bütün gelişmelerin merkezinde olarak sürekli hareket edip savaşmak zorunda olan devlet, bu savaş sürecinde yeni kapasiteler ve özellikle vuruş gücü kazanacak, faşistleştirilecektir.
Sadece devlet değil, aynı süreçte yaşananlar üzerinden, faşist bir yeniden-uluslaşma sağlanacaktır. Bu “yeni ulus”, özellikle Kürtler ve Aleviler olmak üzere, farklı etnik kimliklere ve inançlara tümüyle kapalı, tekçi ve cinsiyetçi-erkek egemen bir içerikle dolu olacaktır.
Evet, yerel seçim kampanyasında özellikle Erdoğan ve Soylu tarafından kullanılan dil bir öfke krizi değil, bir stratejinin açık edilmesidir.
Gelin görün ki, şayet hayata geçme fırsatını bulursa, coğrafyamızı kan gölüne çevirecek ve milyonlara göç ettirecek bu “hayallerin” gerçek hayatta gerçekleşmesi epey zor.
En başta, TC egemenleri askeri ve ekonomik olarak böyle bir güce sahip değil, ezilip köleleştirilecek Kürtler yüz bini aşan savaşçı gücü ve IŞİD’e karşı savaşıp-yenerek kazandıkları küresel meşruiyetleriyle direnmeye kararlı, Osmanlı nostaljisi değil nefretiyle dolu Araplar da hegemonyayı kabullenme bir yana en son Mısır-Suudi Arabistan- BAE ekseninde ve Esad’da açıkça görülebileceği gibi yıkıcı bir düşmanlaşma eğiliminde!
Üstelik, ülke tarihinin en derin krizlerinden birinin kaotik koşullarında çırpınıyor, kriz devletin omurgasını bile sarmış durumda, halkın küçümsenemeyecek bir kısmı/yarısı gidişten hoşnutsuz ve kendi acil ihtiyaçları doğrultusunda hareket halinde, “Başkanlık Sistemi” yöneliminin karşısında kemikleşmiş bir demokratik irade oluşmuş durumda.
Bu durum, Türkiye egemenlik sistemi açısından “eldeki pirince giderken evdeki bulgurdan olma” olasılığını doğurup, güçlendiriyor. Bu olasılık güçlendikçe, egemen blokta çözülme-dağılma dinamiğini de güçlendirecek, hayata geçemeyecek “hayallerin” yerine “melez” durumlar yaratıp “melez” çözümlerin önünü açacaktır.
Peki, içinde sarsılıp zorlandığımız bu kaotik ortamda önümüze gelen yerel seçimlerde ne yapabiliriz; madem seçimler artık gizlenmeye ihtiyaç duyulmayan hilelerle önceden sonuçları belirlenen bir “oyuna” dönüşmüş” durumda, neden “içine” giriliyor?
Öyle ya, oyuna ortak olmak yerine “dışında” kalıp teşhir etmek daha doğru olmaz mı?
Bugünün koşulları ama her ikisinin de birlikte yapılmasını dayatıyor.
Akla gelen “seçimleri boykot”, sokaktan güç alan “kopuşçu” bir halk hareketliliğinin üstüne basarsa anlamlı olabilir. Aksi, “öfkelenip küsme” ya da “protesto etme” gibi “zayıf” ve “yılıp teslim olan” bir tutum olacaktır.
Toplumsal gerçeklik gösteriyor ki, halkın hilelerin farkında olan kesimlerinde bile, kimi küskün entelektüeller haricinde henüz seçimlerden kopuş eğilimi yok. Üstelik, CHP ve etki alanındaki milyonlarca emekçi ve demokrat seçimlere katılıyor. Zaten, İttifak’ın “gizli” bileşeni olan CHP’nin boykot gibi kontrol dışına çıkıp halk hareketinin önünü açacak bir tutuma yönelmeyeceği açıktır.
Dolayısıyla, hem oyunu teşhir edeceğiz hem de ama oyunlarını bozup suçüstü yapmak, halkçı-demokratik mücadeleye meşruiyet üretmek-sermaye güçlerini meşruiyet alanını daraltmak ve o süreçte verilen mücadelenin inişleri-çıkışları içinde “belirlenip” güç kazanmak için, neyin içinde olduğumuzu netçe bilerek ve hiçbir ucuz “umuda” kapılmadan bizzat oyunun içine gireceğiz.
Belli, hiç de “steril” bir tutum değil ve üstelik sadece paçalarımız değil üstümüz başımız çamura bulanacak, ama yapacak bir şey yok!
Herkes bilir, mücadele “istenir” koşullarda ve “hazır olunan” zamanda değil, var olan koşullarda ve “şimdi” verilir.
Seçim süreçleri, halkın kulaklarının devrimci-demokrat siyasal öznelerin olup-biten siyasi gerçekleri açıkladıkları söylemlerine daha açık ve alıcıdır. Bu gerçeklik, halkın siyasallaşması ve kendi ihtiyaçlarına sahip çıkıp-egemenlere dayatan bir toplumsal-siyasal güç olması yönündeki “özneleşme” süreçlerinin önünü açıp kolaylaştırır.
Seçim döneminde yaşanacaklar, şimdi farklı alanlarda dağınık-birbirinden kopuk mücadele eden halk güçlerini ortaklaştıracağı için, daha etkili olacakları özel bir ortak-özneleşme sürecine girilebilir. Böylesi bir halk özneleşmesi tarafından halkın acil yaşam ihtiyaçlarının dillendirilip egemenlere dayatılması yüksek toplumsal meşruiyet zırhıyla korunacak, iç gerilimler yaşayan ve ekonomik krizin baskısıyla bunalan egemenlerin meşruiyetleri ise azalacaktır. Bu durum, hem egemenleri ikircikliğe ve çözülmeye zorlar hem de o koşullarda uygulanacak devlet terörü ve yapılacak hileler “İttifak” alanının çeteleşme ve meşruiyet kaybı sürecini hızlandırır.
İşte, seçim süreci içinde halkın farklı biçimlere bürünerek zenginleşen ama aynı zamanda ortaklaşarak güçlenen bir tarzda kendisini ifade etmesi sağlanabilir. Bu durum, birbirlerine hiçbir “ilke” sahibi olmadan sadece çıkarları üzerinden “denize düşen yılana sarılır” mantığıyla tutunan İttifak’ın farklı bileşenlerinin (Erdoğan- TUSİAD- devlet fraksiyonları) iç gerilimini yükseltecek ve zaten yeterince güçlü olmayan “ortaklaşma” asabiyetlerini “çözülme” yönünde zorlayacaktır.
Bir tarafta yaşamsal ihtiyaçları için mücadele eden halk güçleri öte yanda gözü dönmüşçesine bir çapulculuk ve iktidar hırsıyla uyguladıkları terör ve hilelerle kendilerini çirkinleştiren egemenler biçimindeki saflaşma, zayıf da olsa sırf varlığıyla bile muazzam bir halkçı-demokratik kazanımdır. İşte, bu kazananımın gücü, egemenlerin oligarşik bloğunda çatlakları derinleştirme hatta dağılma-çözülme yönündeki dinamikleri güçlendirme potansiyeliyle doludur.
Halkın zoru da, devletin şiddeti kadar etkilidir.
Söz gelimi, herkesin gördüğü gibi, CHP’nin etki alanının daralması ve şimdi muhtemel gözüken bölünmesi, öncekilere eklenen 7 Haziran sonrasındaki sefilliklerine yönelik halkın öfkesinin sonucu değil midir?
Halkın iradesi bazan doğrudan sonuç alabilse de çoğunlukla dolambaçlı yollardan ilerleyerek hükmünü hayata geçirir.
HDP’nin “Kürt partisi” olma sınırlılığına rağmen diğer halk güçlerinde artan etkisi de halkın iradesinin kendisini gösterdiği kanallardan birisidir.
MHP’den sonra AKP’nin bölünmesi olasılığı da aynı iradenin ürünüdür.
Aynı iradenin kendisini en gelişmiş haliyle ifade edeceği meşru-kitlesel bir sosyalist öznenin özellikle Gezi’de açıkça ortaya çıktığı gibi halkın o yöndeki onca zorlamasına rağmen hala gerçekleşememiş olması ise, tümüyle sosyalist öznelerin güç ve iktidar olma bilincinin zayıflığı ve kapasite yetmezliğiyle ilgilidir.
İşte, egemenlerin devlet şiddeti ve hileleri varsa, halkın da faşizme karşı direnen bir demokratik iradesi ve biriken öfkesi var.
Onca ihtişam ve şatafatla kendi alçaklıklarının ve korkularının üstünü örtmeye çalışan egemenlere pabuçları ters giydirilebilir, ayakları birbirine dolandırılabilir, hesapları bozulabilir, hileleri ellerinde patlatılıp dengeleri sarsılabilir.
Egemenlerin sefilleşmesi her türlü sınırı aşar ve çürümelerinin boğucu kokusu ülkeyi sararken, halkın yaşama hakkını, işini, ekmeğini, havasını, suyunu savunan mücadelesinin açığa çıkarttığı temiz hava, gerçeğin hala gölgeli kalan yanlarını da açığa çıkarma, egemenlere suçüstü yaparken halkın özgürlükçü hamlesine yeni ivme verme ve sistemden kopuşma eğilimlerinin önünü açma potansiyeliyle doludur.
Seçim süreci boyunca, sisteme “içinden” değil “dışından” müdahale için koşullar oluşuyor.
Şimdi, halkın somut ve acil ihtiyaçları zemininde yürütülecek ve bir “Demokratik Cumhuriyet” hedefiyle taçlandırılıp hedef netliğine kavuşturulacak olan meşru halk hareketi oluşturmak, onu özel ve sistemden bağımsız bir güç alanına kavuşturmak, egemen oligarşik bloğun hilelerine teşhir edip suçüstü yapmak, hilelere karşı meşru öfkeyi körüklemek ve örgütlemek zamanıdır.
Kürtlerden sonra kadınlar da özel bir özgürlükçü toplumsallaşma-özneleşme süreci içindeler. En son Kılıçdaroğlu’nun hakaretine maruz kalan Aleviler’in milyonları bulan toplumsal derinliğinde kopuşçu eğilimlerin hareket ettiği ve yeni bir özgür-özneleşme sürecinin güç kazanabileceği açıktır. İşçiler, şimdi dağınık olan direnişlerle iş güvencesi ve iş güvenliği taleplerini dillendiriyor, ekmek ve onur mücadelesi veriyorlar.
Elbette, böylesi kaotik koşullar sosyalist ve devrimci-demokratik siyasal öznelere ağır ve karmaşık görevler yüklüyor. Şimdi-hemen güçler ortaklaştırılarak halk güçlerinin arayışları desteklenip önü açılmazsa, ne zaman yapılacaktır? Olaylar bu kadar açıkken kendisine düşeni yapmayanın faşizmin zindanlarında yapacağı özeleştirinin ancak havaya uçup giden balonlar kadar ağırlığı olacağı açık değil mi?
Egemenlerin bunca sıkışmışlıkları içinde belki de en rahat ettikleri nokta, ortaklaşarak zorunlu güç eşiklerini aşıp güç ilişkilerinde “ağırlık” oluşturma yerine kendisine dönük küçük yapılar halinde kalmakta ısrar eden, olayların altında ezilen, olup bitenlerin peşinde açık ve doğru bir hedefe sahip olmadan koşturan ya da şaşkınlık içinde çırpınarak var olabilen ve sonuçta halkın biriken öfkesine kanal açamayan sosyalist harekettir.
Seçimler öyle ya da böyle yaşanacak; hileler baskı altına alınıp azaltılırsa aslında özellikle İstanbul ve Ankara adayları pekala AKP’den de aday olabilecek CHP tarafından kazanılacak; ya da, kamuoyu yoklamalarında kaybedecekleri gösteriliyor olsa da yapacakları hilelerle AKP-MHP adayları kazanacak.
İki sonuç aynılaştırılamaz, elbette Erdoğan’ın zayıflamasını sağlayan her durum onun öncülüğünü-liderliğini yaptığı İttifak’ın çözülme yönünde zorlanacağı anlamına geliyor. Ve, evet, böyle bir gelişme iyi olacaktır.
Ama, önem ağırlığının ve sınırlarının netçe kavranması gerekiyor.
Asıl önemli olan, şimdi seçim sürecindeki faaliyetlerin seçim sonrasının katı gerçekleriyle yüzleşerek mi yoksa HDP’nin desteğiyle mümkün hale gelen olası CHP kazanımlarına boş umutlar yükleyen bir aymazlıkla mı yürütüldüğü.
Açık ki, hangi sonuç çıkarsa çıksın, Erdoğan iktidarda kalabilmek için elinden geleni yapacak, faşizmin kurumsallaşmasının yeni siyasi ve toplumsal hamleleri art arda gelecek, açmaza girilen bölgesel hegemonya yönelimine yeni bir çıkış yaptırabilmek için olası bir askeri hamle için koşullar zorlanacak, Kürtler, Aleviler ve kadınlar üzerinden yeni provokasyonlar devreye sokularak faşist uluslaşma süreci ilerletilmeye çalışılacaktır.
Çok açık hileler yapılmazsa Kürt illerinde HDP’nin kazanacağı açıktır; ama ne gam, Erdoğan şimdiden açıkladığı gibi bütün seçilmişleri görevden alabilir. Batı’nın büyük şehirlerinde kazanması olası olan M. Yavaş ya da İmamoğlu’nun Erdoğan’la çatışmak yerine uyumlu olacakları anlaşılıyor. Erdoğan’ın “savaşçı” hamlelerine Kılıçdaroğlu önderliğindeki CHP’nin bir kez daha boyun eğeceği açıktır. Şimdi kıpırdanan Gül-Davutoğlu ekseni de Erdoğan tarafından şiddet ve hilenin de desteğiyle hareketsiz hale getirilebilir.
İşte, Erdoğan liderliğindeki İttifak’ın zayıflayıp çözülmesi yönünde etkide bulunabilecek her türlü “olumlu” gelişme, yine Erdoğan tarafından tereddütsüz uygulanacak savaşçı hamlelerle geri püskürtülüp sönümlendirilebilir. Erdoğan, bu süreci istediği gibi kontrol edebilirse, olası ekonomik krize yönelik tepkileri de, Kürtlere, Alevilere, kadınlara ya da “Türkiye’ye düşman dış güçlere” doğru yönlendirerek çürütebilir.
Evet, sözü getirmek istediğimiz yer, halkçı-demokratik muhalefetin ne yapacağıdır.
HDP ve sosyalist sol ne yapacaktır; şimdi hareket halinde olan toplumsal dinamiklerle uygun kaynaşma sağlanabilecek midir, bu hareketlerin kalıcılaşıp ortaklaşması sağlanabilecek midir; en az ilki kadar önemli olan bir gerçeklik olarak, egemenlerin faşizm yönelimine karşı halkın ihtiyaçlarının garantisi-sigortası olacak Demokratik Anayasa ve Demokratik Cumhuriyet hedefi toplumsal hareketlerin umut ve güç kazanacağı bir netlikte savunulacak mıdır?
İşte, bu noktada yaşanacak her ileri adım, seçimlerdeki olası olumlulukların kalıcılaşması ve İttifak’ın çözülmesi yönündeki eğilimlerin güçlenmesini sağlayacaktır.
Bu durum, aynı zamanda, CHP’den demokratik-halkçı kopuşları ve AKP’den kopma arayışı yapan Gül-Davutoğlu eksenini cesaretlendirip önünü açacaktır.
Kürt halkı sıkıştığı yerde hep kahramanlar yaratarak yol aldı, şimdi de öyle oluyor.
Kürt halkının en hassas olduğu konuyu/Öcalan’ın sağlık ve haberleşme başta olmak üzere yasal haklarından faydalanma hakkını merkezine alan bir siyasal hamle yapan Güven, varlığını sürdürse de üstüne uygulanan devlet terörünün sonucunda bir müddettir geride duran özgürlükçü toplumsal hareketliliğe can suyu verdi.
Leyla Güven’in hamlesi sürdükçe etrafında sürekli genişleyen bir etki alanı yaratıp harekete geçirdi. Bu hareketlilik önümüzdeki yerel seçimlerle sınırlanmayan bir kapasiteye sahip, ama aynı zamanda özellikle Kürdistan’daki yerel seçimlerin sonuçlarını HDP lehine etkiledi, hatta önemli ölçüde garanti altına aldı.
Leyla Güven’in hamlesi, esas olarak Türkiye egemenlik sisteminin bütününe yönelik bir zorlama-aşındırma özelliğini taşıyor.
Yerel seçimlerde ise, egemenler arasında “ayrım” yapılıp, AKP-MHP kanadının kaybedeceği bir durum yaratılmaya çalışılıyor.
Kürt siyasal hareketi, her zaman çok katmanlı, farklı biçimlere bürünen ve farklı ittifaklarla farklı hedeflere ulaşmaya çalışan bir zenginlik içinde kendisini gerçekleştiriyor. Onun herhangi bir yönelimini değerlendirenler, aynı anda yaşama geçirilen diğer yönelimlerini de gözetmek zorunda. Yine, bir yöneliminde hedef yapıp vurduğuyla başka bir yöneliminde ittifak yapabiliyor.
Ayrıca, hareketin her ne kadar aydın gençler, yoksul köylülük ve işçilerden oluşan bir önderliği varsa da, kendi tarihi içinde kalıcılaşıp toplumsallaştığı bir sürecin içine girdi ve bir ulusal kurtuluş Hareketi iddiasıyla uyumlu olarak Kürt halkının diğer kesimlerini de bünyesine kattı. Aşiret reislerinden Kürt burjuvalarına uzanan Kürt egemenleri de hareketin içinde yer alıp, kendi konumlarının ürettiği ihtiyaçları üzerinden kendi siyasal yönelimlerini savunabiliyorlar.
Elbette, hareket herkesin “kafasına göre” iş gördüğü bir laçkalık içinde değil, hegemonya hareketin kurucusu olan halkçı-devrimci kanadın elinde ve genel gidişe kendi damgalarını vuruyorlar. Ama hegemonya “sekter” olduğu oranda etki alanı daralacağı için “damgasını” kendisini sınırlayarak vurmak zorunda. Hegemonya, “kapsarken dağılımama-ortaklaşırken laçkalaşmama” ile “dar alana sıkışmama-etki alanını zayıflatmama” sınırlarının içinde kalan bir hassasiyetle yürütülme ustalığını talep ediyor.
Hareket oluşum tarihi içinde bir kez kendi bağımsız ihtiyaçlarını esas alan bir toplumsal ve siyasal özneleşme zemini oluşturduğu ve kimi zaaflarına rağmen onu koruyup sürdürebildiği için, o sağlam zemine ayağını basıyor olmanın verdiği kendine güvenle binbir biçime bürünebiliyor, hatta (şimdi ABD ile ya da öncesinde Erdoğan’la yapılan görüşmelerde olduğu gibi) şeytanla uçurumun kenarında dans etmeyi bile göze alıp becerebiliyor.
Marksizmle araya koyulan mesafe ve 90’ların modası olup halen de hükmünü sürdüren “radikal demokrasi” ile stratejik ilişkilenme ise, hareketin zayıf noktası.
Ancak, hareketin içinde bulunduğu koşullar, “radikal demokrasi” değil de fiilen uygulanan “devrimci demokrasi” stratejisini ve taktiklerini dayattığı için, söz konusu zaaf şimdilik ciddi hasar vermiyor. Gelecekte ama pusuda bekleyen bu zaafın Kürt burjuvaları ve onların siyasal temsilcisi olarak hareketin özellikle yasal kanadı içinde bulunan liberaller tarafından hareketin devrimci-halkçı kanadına karşı kullanılacağından emin olabiliriz.
Evet, Leyla Güven’in hamlesi öncülüğünde yürütülen direniş, şimdi geldiği aşamada, hareketin etrafındaki toplumsal desteği yeniden hareketlendirdi ve bağlı olarak yerel seçimlerde kayyum atamalarıyla gasp edilen belediyeler yeniden kazanılacak. Bu süreçte yapılacak hileler, Kürt halkının öfkesini arttıracaktır.
Leyla Güven, bedenini ortaya koyarak ve sonuç alma yönündeki iradesiyle ilgili bütün şüpheleri ortadan kaldıran bir kararlılıkla davranarak, sadece sesi kısılan Kürt halkını yeniden harekete geçirmedi; aynı zamanda, İttifak’ın kontrolündeki medya gizliyor olsa da, dünyadaki bütün demokratik güçlerde ve devrimci toplumsal hareketlerde geniş yankı yarattı. Bu durum, Kürt siyasal hareketinin şimdilerde en çok ihtiyaç duyduğu güçlü diplomatik kanalların önünü açıp güçlendiriyor. Zaten IŞİD’e karşı verdiği savaşla hiç olmadığı kadar sempati toplayan Kürt siyasal hareketi, Leyla Güven’in hamlesiyle hareket edebildiği siyasal-diplomatik alanı oldukça genişletti.
Son birkaç yılda Rojava/Suriye Kürdistan’ın da yaşananlar üzerinden kazanılan itibar ve Irak-İran Kürdistan’ın da olup bitenler, Kürt halk hareketinin Türkiye Kürdistan’ı odaklı ana damarı olan “Apocu” zemini hiç olmadığı kadar güçlendirdi. Ama aynı güçlenme, olağanüstü yoğun gerilimlerin ve zorlanmaların olduğu özel bir küresel alan olan devletler arası güç ilişkileri alanına giriş anlamına geliyor. Açık ki, diplomasiye çok daha fazla iş düşüyor, düşecek.
300’ü aşan fedaiyle yürütülen direniş kayıplar yaşayabileceği özel bir dönemin içine girdi. Önümüzdeki kısa dönemde art arda yaşanacak olan 16 Mart Halepçe katliamı anması, 21 Mart Nevroz gösterileri ve 31 Mart yerel seçimi, kendi özel ağırlıklarına ek olarak bir de süren direniş üzerinden çok yüksek gerilim yüklenecek.
Yaşanan direnişin ve her zaman olduğu gibi özellikle bahar aylarında yeniden yükselmesi olası olan askeri hamlelerin, şimdikinden daha zorlayıcı gerilimleri Erdoğan önderliğindeki İttifak alanına yükleyeceğini tahmin edebiliriz.
Öcalan’a yasal haklarını kullanma imkanının tanınması gerilimi hızla düşürecek olsa da, İttifak’ın şimdiki faşist asabiyeti açısından böyle bir geri adımın gerçekleşmesi oldukça zordur. Bu durum, bir biçimde gerçekleşirse faşizmin yürüyüşüne ağır bir darbe olacak, AKP, MHP ve CHP’de çatlamalar ve bölünmeler yaratacaktır.
Açık ki, Kürt hareketi özel bir açılım döneminin içinde ve sonuç almaya kilitlenmiş durumda. Zaten Rojava’ya giremediği için istediği hızlı ilerlemeyi yapamayan ve bu yüzden yerel seçimler açısından zor duruma düşen iktidarın/İttifakın’da, tam tersi yönde düşünüp davranması, bu özel dönemde Kürt hareketini bir biçimde darbelemeyi hedeflemesi yüksek olasılıktır.
Ancak, sorun tam da burada çatallanıyor, Batı’da kendi ihtiyaçları doğrultusunda hareketlenen halk güçleriyle Doğu’da yerel iktidar- Leyla Güven direnişi- gerilla savaşı etrafında yoğunlaşan Kürt halk hareketi arasındaki siyasal zemin farklılığının iki toplumsal güç arasında kopukluk yaşatması kaçınılmaz gözüküyor.
Ekonomik krizin yıkıcı etkileri, Batı’da kadın, Alevi ve işçi hareketini başka toplumsal güçleri de etrafında toplayarak topyekun bir halk hareketine doğru ivmelendirme potansiyelini taşıyor. Yazının tümünde vurgulandığı gibi, devrimci-komünist hareketin ana görevi bu sürecin içine boylu boyunca girmek, güçlenmesi için mücadele etmektir.
Ancak, Batı’daki hareketin siyasal düzeyi henüz “kopuşcu” ya da bağımsız-devrimci bir düzeyde değil. Batı’da toplumsal hareket her gücün birbirinden ayrı olan kendi acil-güncel ihtiyaçları üzerinden yürüyor. Bu hareketin, Kürt hareketinin mücadeleyi çektiği gerilim düzeyini kaldırabilecek kapasitesi yok ve zaten henüz öncüleri haricinde sadece kendi ihtiyaçlarına odaklanarak hareket ediyor. Evet, bunca baskıya rağmen var olması yüksek değer taşıyor ama o varoluş henüz ciddi zayıflıklar taşıyor.
Muhtemelen iki hareketin sadece öncüler düzeyinde ortaklaşabileceği ama kendi yoğunluğunu kendi alanına vereceği özel bir dönem yaşanacak.
Ayrıca, ekonomik krizin yıkıcı etkileri yoğunlaştıkça halkın öfkesiyle daha fazla yüzleşecek olan Erdoğan öncülüğündeki İttifak’ın, yoksulları kendisine yüklenen Kürtlere karşı kışkırtarak gündemi bulandırmaya çalışacağı da açıktır. Zaten seçim kampanyasında bir yandan çay dağıtırken öte yandan Kürt hareketi odaklı düşmanlaştırıcı bir söylem yürütüyor.
Pratik gücü oldukça fazla olan Kürt hareketinin şimdi öne çıkan gündemini Batı’da henüz kendisini var etmeye çalışan halk hareketine yüklemesi hem yanlış olur hem zaten bir sonuç alamayacaktır. Ayrıca, Türkiyeli devrimcilerin kendi mücadele alanlarının henüz ilkel ve yoğun emek isteyen halkçı arayışlarını küçümseyip Kürt halkının methiyesiyle ya da pratik destekçiliğiyle kendilerini sınırlandırmaları da yanlış olacaktır.
HDP’nin seçim taktiği, kimi teknik zaaflarının dışında, seçim dönemine yasal zeminde halkçı-demokratik bir müdahale özelliğini taşıyor ve seçim sonrası döneme de katkıda bulunacaktır.
Türkiyeli devrimci öznelerinde genel hatlarıyla aynı zeminde konumlandıklarını saptayabiliriz; ancak, seçim döneminin özel fırsatını değerlendirme ve halkçı-demokratik bir ortak özneleşme yaşayarak güç eşiklerini aşma zorunluluğu görülmüyor.
Oysa, öylesi bir ortak özneleşme, güncel olarak halkın acil ihtiyaçlarının içinde ve önünde olurken aynı zamanda bu ihtiyaçların teminatı olacak olan Demokratik Anayasa ve Demokratik Cumhuriyet hedefiyle hareket ederse, siyasal alanın belirleyici güçlerinden birisi olabilir.
Kaotik dönemler kendisine yeterli güçle, doğru biçimde ve doğru hedefle müdahale eden güçlerin önünü açar.
Kaotik dönemlerde “çözüm gücü” olabilme potansiyeline ulaşma, hızla yüksek toplumsal enerjiyle yüklenme ve bir yandan “çözümsüz” güçleri iterken diğer yandan çözüm arayanlar için “siyasal çekim alanı” olma imkanını sağlar.
Günümüz koşullarında çalışan her devrimci öznenin kendisini güçlendirmesi için olağanüstü fırsatlar söz konusudur ve elbette bütün devrimci öznelerin bu fırsattan faydalanıp ellerinden geleni yapması gerekir. Ne ki, kendi gücüyle sınırlanmış bir güçlenmenin kapsam gücü o öznenin kendisinin yetenekleriyle sınırlı olacak ve günümüzün güç dengeleri içine yerleşebileceği asgari bir “güç eşiğine” ulaşamayacaktır.
İşte, gereken güç kapasitesini kazanıp günümüzün gerçekliğinin yakıcı ihtiyaçlarıyla ilişkilenemeyen-o ihtiyaçları karşılayamayan bir güçlenme, devrimci bir anlamla yüklü olmayacaktır. Üstelik, tam da gerektiği yerde olmadan- güncelliğin talep ettiklerini yerine getirme pratiğinin zorlu sürecinin içinden geçip yaşamadan gerçekleşecek bir güçlenme, doğru bir zeminde “belirlenmemiş” ve dolayısıyla “içi boş” bir güçlenme olacak, günümüz gerçekliğiyle ilk karşılaşmasında dağılıp gidecektir.
Özellikle “sol özneler arasındaki güç sıralamasında” önde olan az sayıda odak, böyle bir zaafı göremiyor ve ancak solun iç dünyasında bir anlamı olan ama gerçek güç ilişkilerinde hiçbir ağırlığı olamayan “güçlerini” çok hoş bir mücevher gibi en görünür yerlerinde taşıyıp sürekli gösteriyorlar.
“İyi, peki, anladık” yoldaşlar, özellikle de EMEP’li yoldaşlar, güçlüsünüz; ama açmazınız şuradaki, gücünüzle siyasal alanın şimdi talep ettiği güç eşiğini geçemezsiniz, aranızda uçurumlar var. Bu durumda kendi etrafınızda yaptığınız çalışma üzerinden güçlenme, ki özellikle son dönemde bu yönde yoğun emek harcanıyor, sizi hiçbir zaman gerçek bir siyasal özne yapamayacak. Zamanın akışı içinde “özgür” değiliz! Geçen zaman içinde şimdi devrimci hareketin yakaladığı fırsat kaçırıldığı gibi, faşizmin kurumsallaşması süreci de hedefine ulaşacaktır.
Günümüz koşulları, devrimci harekete, şimdi yaklaştığımız seçimlerin diliyle konuşacak olursak, %3-5 aralığında bir güç alanını kapsama ve onun üzerinden yapacağı doğru politikayla gücünü daha da arttırma-CHP’nin “sahte” muhalefetini darmadağın ederek yol alma imkanını tanıyor.
Daha da önemlisi, despotizmin tıkanıp çözümsüz kalarak ülkeyi felakete sürüklediği bir özel anda demokratik bir cumhuriyet arayışının öncülüğü yapılabilir. Böylesi bir yönelim, biraya gelebilecek güçlerin ortaklaşmasını dayatıyor. Ortaklaşma, tek tek öznelerin hiçbir zaman ulaşamayacağı geniş bir siyasal alana hızla yerleşecektir ve (özellikle “güçlü” olan özneler hiç korkmasın!) en güçlü olanlar doğallıkla bu sürecin içinde en fazla inisiyatif kazanacaktır.
Nasıl mı; birçok farklı nüansı içinde barındıran “Kadınlar Birlikte Güçlü” inisiyatifinin duruşuna ve etki alanına bakmak yeterlidir. Hepsinin toplamının belki bin misli bir toplumsal gücün harekete geçirildiği çok açık değil mi?
Bu görevden kaçışın bir diğer yolu olan Kürt hareketinin mücadele kanallarına destek olma pratiği ise, “hiç olmazsa bir işe yarıyor” olsa da, bu “masumiyet” kalıcı olamayacaktır. Tam da gerektiği anda kendi alanında olmayan bu güçler “kendisi” olma fırsatını nihai olarak kaybetmiş olacaklar, anlam kaybına uğrayarak Kürt hareketinin içine çözüleceklerdir.
Şimdi, bir yandan hareket halinde olan toplumsal güçlerin içinde arı gibi çalışarak onların güçlenmesine destek ve öncü olurken, öte yandan aynı zamanda ortaklaşıp ulusal güç dengeleri içine yerleşerek politik alana müdahale etmenin, halkın ihtiyaçlarını merkezine koyan özel bir iktidar alanı yaratmaya girişmenin-fiilen yaratmanın zamanıdır.
Şimdi, yoksullaşmaya, etnik ve inanç ayrımcılığına, ekolojik yıkıma ve erkek egemenliğine karşı biriken öfkenin politikleştirilmesinin zamanıdır.
Şimdi, faşizme yönelen egemen bloğa rağmen, ortaklaşan halk güçlerinin öncülüğünde demokratik cumhuriyetin inşası doğrultusunda fiili-demokratik alanlar yaratmanın zamanıdır. Bu yönde atılacak her adım, iktidar bloğunda çözülme yaratma ve CHP’den halkçı-demokratik kopuşların önünü açma potansiyelini harekete geçirecektir.
Şimdi, “iyi” ya da “kötü” bir “son” beklentisinden uzak durarak ve uzun bir soluk alarak önümüzdeki döneme boylu boyunca yüklenme zamanıdır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.