31 Mart Yerel Seçimleri AKP’nin en düşük oy oranını gördüğü seçim olabilir. Hatta kimilerine göre AKP’nin çözülmesinin başlangıcı olacaktır. Bu çok aceleci bir hükümdür. Erdoğan ve AKP’si küçümsenmemeli. Ne de olsa bu kadar gücü elinde bulunduran Erdoğan, birtakım olanaklara sahiptir. Niyetleri, gerçeklerin yerine koymanın bir yararı yok.
Türkiye’de 31 Mart 2019 Seçimleri’nde sürpriz gelişmeler olabilir. Seçimler konusunda Türkiye sosyalistleri arasında hatalı bulduğum iki temel görüş var:
Birinci görüşe göre; “Seçimlere katılmanın bir anlamı yoktur; çünkü AKP kazanacaktır; zaten Erdoğan ve AKP kaybedeceği seçime girmez.”
Bu görüşün iki kusuru var: Erdoğan’a her şeyi değiştirebilecek mutlak bir güç atfederken, halkı koyun sürüsü sanıp, onu dirençsiz ve eylemsiz hale getiriyor. Bazı dönemlerde halkın sürü haline getirildiği doğrudur, ama çoğu zaman geçici bir durumdur. Bu ilk görüşü ifade edenler, Nihilizm’e ve karamsarlığa saplandıklarını fark etmiyorlar.
İkinci hata: Seçimleri küçümseyen tavırdır. Bu tavır, boykotçuluğun ikiz kardeşidir. Bilindiği gibi Türkiye sol hareketinin bazı kesimlerinde keskin devrimcilik sanılan ‘Müzmin Boykotçuluk’ hastalığı çok yaygındır. Bu görüşte olanlar, ideoloji ile politikayı birbirine karıştırıyor; bu ikisi arasındaki farkı bilmiyor veya anlamak istemiyor. İkinci görüşü açıklamadan önce ideoloji ve politika arasındaki farkı kısaca açıklayalım:
Bir partinin ideolojisini, o partinin kendisi belirler; ama o partinin izlediği/izleyeceği politika, başka koşullara da bağlıdır. Dolayısıyla ideoloji için geçerli olan, politika için geçerli değildir. Politik strateji ve taktikler ise sınıflar arasındaki güçler dengesine, örgütsel konumuna, bilinç düzeyine vb. bağlıdır. Yani politika, amaca ulaşmak için çeşitli toplumsal gruplarla ittifak kurmayı gerektirir. Her ittifak, bir anlaşma ve uzlaşma demektir. Her anlaşma ve uzlaşma ise ittifak kuranların birbirlerine taviz vermesini, bazı taleplerinden geçici olarak vazgeçmesini gerektirir. Türkiye sol hareketinin çeşitli kesimlerinde politik uzlaşmalar konusunda yanlış anlayışlar bir kangren halini almış durumda. Her ittifakı, ‘ihanet’ olarak algılamanın, değişimin önünü tıkadığı gerçekliğini görmek istemiyorlar. Bu yanlış anlayışlar sol hareketin gelişmesinin ve ivme kazanmasının önünde engel teşkil ediyor. Bu nedenle sol örgütler yerlerinde sayıp bir arpa boyu yol gidemedikleri gibi, etkin bir rol oynayamadığı ve bir türlü toparlanamadığı su götürmez bir gerçektir, bu gerçeği artık kabul edip, görmek gerekir.
İkinci görüş ise, HDP’nin büyük kentlerde aday göstermeyip CHP adayını desteklemesini yanlış buluyor. Öne sürülen gerekçe ise, CHP’nin Kürt sorunu konusundaki eski tavrıdır. Yakından bakıldığında bu gerekçe, politik ve akılcı bir gerekçe değil; duygusal ve küçük burjuvazinin ahlak anlayışına dayanıyor. Bu görüşün, halkın desteğini kazanma gibi bir derdi yok. Sanki uzaydan gelecek insanlarla Türkiye’de değişim yapılacağını sanıyor. CHP’nin ve AKP’nin tabanındaki insanları kazanmadan, politik bir güç haline gelinemeyeceğini kavrayamayan bu görüş, akılcı ittifak politikalarının önemini anlamaktan uzaktır.
Benzeri hatalar geçmişte başka ülkelerde yaşanmıştı. Yaklaşık 100 yıl önce Almanya Komünist Partisi (KPD) içinde bir dönem egemen olan bir eğilim, Sosyal Demokratlarla ittifakı reddetmişti. Gerekçe ise Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in öldürülmesinde SPD’nin parmağı olduğuydu. Lenin, ‘Sol’ Radikalizm Bir Çocukluk Hastalığıdır adlı eserinde, ittifakları ve parlamenter mücadeleyi reddeden yarı-anarşist küçük burjuva devrimciliğini eleştiriyor. Bu sol radikalizmin işçi sınıfı hareketinin oportünist günahları için bir çeşit ceza olduğuna da dikkat çekiyor. Fakat Komünist Partisi’nin “Sosyal Faşist” dediği Sosyal Demokratlarla ittifakı reddetmesi, Hitler’in işini kolaylaştırmıştı.
Bugün sol hareketlerin politik ve ideolojik alanda etkisi dikkate alınmayacak kadar küçük ve önemsizdir. Mevcut örgütlerle solun belli bir gelişme kat etmesi mümkün görünmüyor. Dünyayı 100 yıl geriden takip eden sol örgütlerin gelişme şansı yok. Mevcut sorunlara cevap olabilecek yeni tipte örgütsel yapılanmaların gelişmesinin önünde engel teşkil ettiğini ileri sürmek abartı sayılmaz.
Şimdi bu kısa açıklamadan sonra ilkin ekonomik verilere göz atalım; daha sonra muhtemel seçim sonuçlarına ve seçim sonrası bazı muhtemel gelişmelere değinelim.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ve Türkiye Ticaret Bakanlığı’nın yayladığı istatistiklere göre Türkiye’de hem ihracat hem de ithalatta büyük bir gerileme var. Resmi İstatistik Portalı’ndaki (http://www.resmiistatistik.gov.tr) bilgilere göre fiyat artışı Şubat 2019’da yüzde 19,67; işsizlik oranı ise yüzde 13,5. GSMH Büyüme Oranı 2018’in son çeyreğinde yüzde 3 küçüldü. Sanayi üretimi 2018’in 4. çeyreğinde yüzde 7,5 azaldı
2018 yılı istatistiklerine göre, Türkiye’nin en çok mal ihraç ettiği 10 ülkenin adları şöyle: Listenin başında Almanya geliyor. Türkiye 2018 yılında yaklaşık 16 milyar dolarlık (16 142 648 ABD $) mal satmış Almanya’ya. Son yıllarda Avrupa Birliği ve Türkiye arasında yaşanan bazı sorunlar nedeniyle, ithalatta bazı değişimler oldu. 2014-2017 yılları arasında Türkiye’nin en çok mal ithal ettiği ülke Çin. 2018’de bu durum değişiyor; Rusya ilk sıraya geçerken Çin ikinci sıraya iniyor. Yani Türkiye 2017 yılında en çok Çin’den 2018 yılında ise Rusya Federasyonu’ndan mal ithal etmiş. Aşağıdaki tabloda Türkiye’nin 10 ülkeden ne kadar mal ithal ettiği görülmektedir.
Aşağıdaki tabloda 2014-2018 yılları arası Türkiye’nin mal ihraç ettiği 10 ülke yer alıyor. Almanya ile aralarındaki sorunlara rağmen Türkiye’nin en çok mal ihraç ettiği ülke Almanya.
Başka istatistikler Türkiye’nin dış ticarette sürekli açık verdiğini, Türkiye’nin 2017 yılında Dış Ticaret açığının yaklaşık 76 milyar dolar olduğunu gösteriyor. Bankalar hariç, Türkiye’de özel sektörün uzun vadeli kredi borcu 210,6 milyar dolar. Türk Lirası’nın ABD Doları karşısında yüzde 60’ın üzerinde değer kaybetmesi, özel sektörün borcunu geri ödemesini zorlaştırıyor. Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından geçen yıl 30 Haziran 2018 tarihi itibarıyla Türkiye’nin Brüt Dış Borcu 457 milyar dolar olarak açıklanmıştı. 2019 yılında ödenmesi gereken borç 225 milyar dolar.
Tüm bu gelişmeler işçiler ve emekçiler üzerinde ekonomik baskı dahil olmak üzere her türlü baskının artacağına işaret ediyor. Ekonomik kriz ile işçilerin ve emekçilerin siyasal bilinci arasında bire-bire otomatik bir ilişki yoktur. Ekonomik krizin artması, siyasal bilincin mutlaka gelişeceğinin bir garantisi değildir. Evet, ekonomik kriz siyasal bilincin gelişmesi için bir olanak yaratır, daha fazla değil. Bu olanağın sol hareketler tarafından değerlendirilmemesi durumunda, sağ hareketler bu krizden yararlanır.
Kapitalizmin feodalleşmesi ile kastedilen olgu, toprak rantı üzerinden kar sağlamaya yönelik girişimciliktir. Bir başka deyişle; üretim üzerinden değil, inşaat yapımı ve satımı üzerinden sermaye elde etmek. Türkiye’de sanayi alanında üretim genişletilemediği, yeni keşiflere dayanan üretimin yapılamadığı için inşaat sektörüne yoğunlaşma yaşandı. Yüksek teknolojiye dayanan sanayi ürünleri (makine, vb.) üreterek mal satma yerine, inşaat alanına yatırım yapıp, evleri vb. satmak son yıllarda Türkiye’de izlenen en belirgin ekonomik stratejisiydi.
İnşaat sektörünün, ekonominin canlanmasına belirli bir katkısı olabilir; ama inşaat sektörü esas olarak iç pazara yöneliktir. Yani yaptığınız inşaatları yurtdışına göndermek mümkün olmadığından, içeride pazarlıyorsunuz. Yapılan binaları, evleri vb. yabancılara satmış olmak, bir gelir getirse bile, dünya pazarına yönelik sanayi ürünleri ürettiğiniz anlamına gelmiyor. Şu anda inşaat sektöründe bir durgunluk olduğu her tarafta konuşuluyor. Bu nedenle Türkiye ekonomisi, gelecek açısından parlak gözükmüyor.
Çevre bilincinden yoksun olan AKP’li belediyeler, rant amacına yönelik olarak tüm yeşil alanları yok edip, yüksek binalar yaparak, İstanbul’u, bu tarihsel kenti, beton yığını haline getirdiler; Düzensiz imar alanları, göze ve görüntüye hitap etmeyen binalarla görüntü ve göz kirliliği yarattılar. Görüntü ve göz kirliliğinin ve bina çirkinliğinin insan beyni üzerinde yarattığı psikolojik tahribatların farkında değiller. İstanbul’u uzun bir dönem sonra tekrar görenler, bu tarihsel kentin beton yığını haline gelmesinden irkiliyorlar.
Ülke çapında planlı bir ekonominin olmadığı, İstanbul gibi sermayenin ihtiyaçlarına göre hızla metropollerin oluştuğu Türkiye gibi ülkelerde kentsel imar sorunlarının kısa vadede çözülmesi mümkün görünmüyor.
Geçen seçimlerde projelerinden bahsederek seçim kazanan AKP, bu seçimlerde farklı bir yolu izledi ve izliyor. İki olgu göze çarpıyor. Birincisi, AKP yerel seçimleri bir genel seçim havasında yürütüyor. Bu yola başvurmasının nedeni, AKP’den diğer partilere oy geçişlerinin önünü almak. Çünkü yerel seçimlerde esas olarak partiye değil, adaya oy verilir, bu nedenle yerel seçimlerde oy geçişleri daha kolaydır ve genel seçimlerden daha farklıdır. Yerel seçimlerde oylarının düşeceğini gören Erdoğan’ın o kentten bu kente dolaşıp durması, genel seçim havası vermesi bundandır. Başka partiye oy vermenin kendi iktidarını zayıflatacağı mesajıyla kendi tabanına sesleniyor Erdoğan. Erzurumlu ve başörtülü bir kadının, bir televizyon programında Erdoğan hakkında söylediği şu sözler ilginç: ‘Cumhurbaşkanı bir belediye seçimi için her köşede konuşmaz.’ Cumhurbaşkanının tarafsız olması gerektiğini düşünen bayan, daha önce AKP’ye oy verdiğini, ama şimdi vermeyeceğini açıkça dile getiriyor.
İkinci olgu, AKP’nin ekonomik konularda söyleyecek sözü ve gelecek için vadedeceği bir projesinin olmamasıdır. Bu nedenle AKP’nin seçim propagandasının esas ekseni bir yanda Kürt ve HDP düşmanlığıdır; tüm parametreler bu ‘terör’ propagandasının tutmadığını gösteriyor. Diğer yanda AKP’nin yalana (ezana ıslık çalındığı yalanına) sarılması ve iftiralarda bulunmasıdır. CHP’nin Ankara adayına karşı yürütülen iftira ve düzeysiz saldırılar, bazı MHP’lilerde bile tepkiye yol açıyor. Yalana ve iftiraya dayanan seçim propagandası bir ölçüde acizliğin sonucudur.
Eğer halkın geniş kesimleri, ekonomideki kötü gelişmeden, çiftçilerin acınacak halinden, işsizlikten ve pahalılıktan AKP hükümetinin sorumlu olduğunu düşünerek oy verirse, yani ekonomik nedenlerin önemli olduğu algısı halkta ağır basarsa, AKP’nin işi zor görünüyor. Ne var ki, Türkiye duygusal bir toplum; bu nedenle insanların inandığı bir partiden kopması kolay olmuyor. Bazı anket sonuçlarına göre; ilk defa bu seçimlerde kararsızlık en son güne kadar devam edecek; en son sandık başında karar vereceklerin sayısı hala çok yüksek. Ağır ekonomik sorunların oya yansıyıp yansımadığını, seçim sonuçları gösterecek. Ben genel olarak halkın ortak aklına güvenen insanlardan biriyim. Yandaş medyanın yalan propagandasına karşın halkın ortak aklının AKP’ye seçim sonuçlarına yansıyan bir uyarıda bulunacağını düşünüyorum. Eğer bu ortak akıl, AKP’ye ders vermezse, AKP seçimlerde oy kaybetmezse, ortak aklın henüz kendini gösteremediğini ve halkın yeterli bir siyasal bilince ulaşmadığı ve hala manipüle edildiğini kabul etmek zorunda kalacağım. Bu koşullar altında 31 Mart 2019 sonrası Türkiye’de baskıların artacağını öngörmek mümkün.
31 Mart belediye başkanlığı seçimlerinde belirli sürprizler yaşanabilir. AKP adayının Ankara’da seçimi kaybetmesi büyük bir ihtimaldir. HDP, birçok kentte (İstanbul, Mersin, Adana) olduğu gibi Ankara’da da anahtar rol oynamaktadır. Erdoğan ve AKP’sinin, CHP adayı Mansur Yavaş’a yüklenmelerinin arkasında bu paniğin yattığını düşünüyorum. İstanbul’da CHP adayı Ekrem İmamoğlu, eğer AKP ve MHP tabanından oy almayı başarabilirse, seçimi kazanabilir. Tüm göstergeleri dikkate aldığımızda ve sürpriz bir gelişme olmazsa bu seçim, AKP’nin en az oy alacağı seçim olacaktır.
Kimilerine göre, 31 Mart 2019 seçimleri, AKP’nin çözülmesinin başlangıcı olacaktır. Bu çok aceleci bir hükümdür. Erdoğan ve AKP’si küçümsenmemeli. Ne de olsa bu kadar gücü elinde bulunduran Erdoğan, birtakım olanaklara sahiptir. Niyetleri, gerçeklerin yerine koymanın bir yararı yok.
31 Mart 2019 günü, Cumhur İttifakı’nın (AKP+MHP) oy kaybettiğini, Millet İttifakı’nın (CHP+İYİ PARTİ) HDP’nin desteğiyle eski seçimlere nazaran oylarını artırdığını ve Ankara ve İstanbul’da büyük belediye başkanlığını kazandığını varsayalım bir an. Bu durumda Erdoğan nasıl davranacaktır? Bu gelişmeyi kabul edecek midir? Yoksa karşı bir atağa mı geçecektir? Yine farz edelim ki, daha sonraki süreçte Erdoğan Ankara’da hakkında soruşturma başlatılan CHP adayı Mansur Yavaş’ı görevden aldı. Böyle bir şey olur mu? Olursa nasıl süreç yaşanır Türkiye’de?
31 Mart seçimlerinde Cumhur İttifakı’nın zayıflaması durumunda, ikili bir sürecin başlaması mümkündür. Bir yanda AKP içinde sorunlar artarken, Erdoğan da iktidarını korumak için, daha sert tedbirler almak zorunda kalacaktır. İktidarın mantığı bunu gerektirecektir. Eğer Erdoğan gerçekten bazı CHP’li belediye başkanlarını görevden alıp, kayyum atarsa, politik dengeler sarsılır. Toplumdaki gerginlik son safhaya yaklaşır. AKP, HDP’liler kazanırsa kayyum atayacaklarını ilan etti. CHP’nin tavrı ne olacak?
Peki, CHP’li belediye başkanının görevden alınması durumunda partilerin tavrı ne olur? Parti olarak CHP nasıl bir tutum belirler? Böylesi bir durumda CHP içinde büyük sorunların doğması mümkündür. Yaklaşık 100 yıldır devleti ve Cumhuriyet’i koruyan bir parti olarak CHP, sürekli savunma refleksi gösteren bir partidir. Cumhuriyet elden gitmesine karşın, hala Cumhuriyet’i korumaya çalıştığına inanan, savunmada kalan bir parti olarak CHP’nin açmazı daha da derinleşebilir. Belli bir kesim, Erdoğan’ın tavrını ‘yasalara uygundur’ deyip görevden alınmayı kabullenirken, CHP’nin diğer bir kesimi ve tabanı daha da radikalleşebilir. Kayyum atanması sadece CHP’de değil, MHP ve İYİ Parti’de de politik çalkantılara sebep olabilir; AKP’ye en büyük itiraz bu partilerden gelebilir. Ama bu konular, 1 Nisan’dan sonra gündeme gelebilir mi?
Son olarak şu olguyu vurgulamak gerekir: Hem ekonomik veriler, hem siyasal durum, hem de iktidarın mantığı ve iktidarda tutunma çabası baskıların artacağına işaret ediyor.
TÜİK’in yayımladığı resmi istatistikler, ekonomik krize, ekonominin daraldığına, işsizliğin ve pahalılığın artacağına işaret ediyor. Son haftalarda İstanbul’u görenler AKP’nin sadece seçim afişleri için bile muazzam bir para harcandığını anlar. Seçimlerden sonra, vergilerin artması gündeme gelecektir. Bir yanda can acıtan ekonomik reçeteler ve vergi paketleri, diğer yanda bunları uygulamak için polis copuyla baskının artması, bugünleri aratır hale gelecektir. 31 Mart’tan sonra Türkiye daha karanlık ve çalkantılı bir sürece girecektir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.